A. Ali Ural'la Sanat, Edebiyat ve Hayat Üzerine

 

“Türk edebiyatının yeni ve güçlü kalemlerle ihya edilmesi millî bir meseledir.”

 

-“Başlangıç”a gitmek istiyorum. Şiire ilginiz, Mavera’da ilk şiirinizin yayımlanması, Körün Parmak Uçları’nın ilk adımları ve Şule Yayınları. İlk şiiriniz 1982’de Mavera’da yayımlandı ama ilk kitabınız Körün Parmak Uçları’nın yayımlanması 1998’de. Bu uzun bir süre, hazırlığınız neydi?

 

-Dokuz yaşından beri şiir yazıyorum. Mavera buzdağının görünen kısmı. Şiire başlama tarihim değil. Bilgim dâhilinde olmasa da birkaç şiirimin Cahit Zarifoğlu’na ulaşma ve birinin yayımlanma tarihi. Körün Parmak Uçları ilk şiir kitabım evet fakat ondan önce yayımlamadığım birkaç defter şiirim var. Bu, bazı kitapların bizzat şairi tarafından elenmesi anlamına geliyor. Ben o şiirleri kötü bulduğum için değil, gelişim sürecinin bir parçası olarak gördüğüm için yayınlamadım. Birçok şair yazdıkları her metni neşrettiği için büyük pişmanlıklar yaşamıştır. Doğrusu, Rilke’nin şairin olgunluk döneminin ürünü olarak gördüğü şiirin beklemeyle olan ilişkisine ben de inanıyorum. Elbette nitelikli bir bekleyişten söz ediyoruz. Nitelikli bir bekleyişe çalışma, gözlem ve tecrübe eşlik eder. Aksi takdirde beklemekle sanatçının elde edeceği bir şey yoktur.

 

-Körün Parmak Uçları’ndan Kâğıda Sarılı Rüzgâr’a. Son kitabınız yine şiir. İsminden başlayalım. Rüzgâr nedir sizin için? Kitapta “Rüzgâr yoksa şiir de yok” ifadesi var. Bunu biraz açabilir miyiz?

 

-Yalnız yelkenliler, yel değirmenleri ve uçurtmalar beklemiyor rüzgârı, şair de bekliyor. Rüzgâr, şiiri mayalıyor, kabarcıklar görünüyor penceremde. Panjurlar tıkırdamaya başladığında bir devinim başlıyor içimde. Rüzgâr ne kadar şiddetli olursa kelimeler o şiddette savruluyor. Rüzgârın uğultusu şiirin uğultusuna benziyor. Alçalıp yükselişiyle ritmini buluyor müzik. Rilke’nin Duino Ağıtları’nın ilk mısraını fırtınalı bir günde sahilde yazdığını okuduğumda hiç şaşırmadım: “Ses versem kim duyar beni melekler katından!” Rüzgâr yoksa şiir de yok, dedim. Fakat kaç çeşit rüzgâr var kim bilir. Ansiklopedilerde yer almayan kaç çeşit rüzgâr! Bir başka açıdan baktığımda rüzgârın şiirin sembolü olduğunu görüyorum. Şiir somut bir varlık olsaydı kuşkusuz rüzgâr olurdu diyorum, ele avuca sığmayan. Bir şiir kitabı, iradesi olsa “Kâğıda Sarılı Rüzgâr” adını seçerdi belki de.

 

-Kâğıda Sarılı Rüzgâr üç bölümden mürekkep: sen şiiri seç, sen kılıcı seç ve sen hilali seç. İlk bölüm daha çok şiirin sanat yönü, estetik değeri; şairin yaklaşımı, yaşamı gibi konulara eğiliyor. Şair Okuması, Okuma Biçimleri, Şairin Ölümü gibi. ‘sen kılıcı seç’ bölümündeyse şairin dünyaya ve çevresinde olanlara tepkisi, yaşananlara tanıklığı diyebiliriz. Kesik Dans, Deveye Ağıt, Sel, Bulaş şiirleri örnek gösterilebilir. Özellikle Kesik Dans, Sezai Karakoç’un bir imgesinden hareketle yazılmış. Bu tavrınızı, bu şiirlerin oluşmasındaki bakış açınızı biraz açıklayabilir misiniz? Şiirler yazılırken bu kitap için bölümleri belirlemiş miydiniz? Kitap bütünlüğünde şiirlerin yerleri ve kazandıkları anlamlar var, bu düşünceye katılıyor musunuz?

 

-Şiirin oluşumu mercan adalarının oluşumuna benziyor. Yüzyıllar içerisinde bir araya gelip şekil değiştiren poliplerin nihayet adalar hâlinde su yüzüne çıkmasına. İnsan ömrü yüz yılı nadiren geçtiği için şiirin oluşmak için bin yıllar beklemeye tahammülü yok. Bir ömrün muhassalasıdır diyebiliriz onun için en fazla. Ya da biraz sınırı aşıp şairin kendisinden önceki şairlerin de ömrüne eklemlenerek şiirin oluşum süresini uzatabileceğini ileri sürebiliriz. Sözü daha fazla yormadan şöyle söyleyeyim: Her şiir müstakil bir eser olup yazıldığı vaktin olduğu kadar yazılmadığı vakitlerin de çocuğudur. Sonra çocuklar birbirleriyle tanışır, öbekler oluştururlar dünya oyununda yerlerini alabilmek için. Kitap bütünlüğünde şiirlerin bölümleri böyle oluşur. Ahenk biraz da nasiptir. Kar taneleri şekillerini yolda alır. Şiiri seç, demişse şair, şiiri seçmeden bu sözleri söyleyemeyeceğinin altını çizmiştir. Bu yüzden meydana önce kendisi çıkıyor. Şair o meydanda şehirler arası yolculuklarda gördüğümüz yalnız ağaçlar gibi kök salacak. Dallarıyla göğe, yapraklarıyla rüzgâra dokunacak. Saha kenarında oturup oyuna gireceği ânı beklemeyecek hayır. O başoyuncusu evrendeki büyük oyunun. Tribündeki küçük odasından değil, bizzat sahadan anlatacak oyunu. Şair büyük şahididir madem yeryüzünün; mazlum insanı da, mazlum hayvanı da, mazlum ağacı da o savunacak. Bazen bir şair bir çentik atar imgeye ve bu izi kendisinden sonraki şairlerin düş dünyasına bırakır. Oradan sıçrayabilmek için oranın ruhuna nüfuz etmek, orayla hemhâl olmak, oranın ateşiyle yanmak lazımdır. Sezai Karakoç’un “Kesik dans” imgesinin şiirime konuk olması yalnız metinler arasılığın değil, ruhlar arasılığın da bir nişanesidir.

 

Kâğıda Sarılı Rüzgâr’ın son bölümünde belirli isimler için yazılmış şiirleri görüyoruz. Muhammed Ali, Mehmet Âkif, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre ve Süleyman Çelebi dikkatimizi çekiyor. Bu isimleri yeniden hatırlamakta, bunu edebiyatın merkezine taşımakta amacınız neydi? Bu isimler bugünün insanına ne söylüyor?

 

-Bazı isimler alemdir ve âlemdir. Muhammed Ali alemi, karanlıkta parlayan bir gümüş hilaldir tünelin sonunu gösteren. Muhammed Ali âleminde uyanmak, uykumuzdan daha değerli bir dünyaya adım atmak, çocuk sevinciyle mazlumların zaferini kutlamaktır. Muhammed Ali ismi dünyanın hâlâ yaşanmaya değer bir yer olduğunu, eskimeyen bir çalar saatin her gece bize bir uyanış vakti armağan ettiğini göstermektedir. Mehmet Âkif alemine gelince; o da bir gümüş hilaldir uğruna güneşlerin battığı bayrağımızın hilalini hatırlatan. Mehmet Âkif denildiğinde insanın üstüne başına çeki düzen veresi gelir, vakar isimle özdeşleşmiştir çünkü. Mehmet Âkif ismi emperyalizme karşı bir diriliş marşıdır duyulduğunda solukları kesen. Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli ve Süleyman Çelebi de zirveleridir Müslüman Anadolu’nun. Öyle alemler ve âlemlerdir ki izlerini sürenler selamete çıkar, dünyalarına dâhil olanlar nefeslerini tazeler, şiirlerine katanlar ise can ateşleri ve ihlas rüzgârlarıyla kelimelerini ölümsüz kılarlar.

 

-Modern bir dünyada ve çağda yaşadığımızın farkında ama bunun olumsuz yönlerinden de uzak durmaya çalışan bir birey var şiirinizde. Doğa da bu farkındalığın, bu çapraşıklığın alternatifi gibi. Modern dünya bize imkânlar sunarken bir yönüyle de elimizdeki cevheri (doğa) alıyor. Seller, yangınlar, bulaşıcı hastalıklar sizin şiirinizde de hemen yer bulmuş. Yaşadığımız zamanın bozduğu bir dengeden söz edebilir miyiz? Doğada mevcut olan dengenin bozulması, insanın da dengesini bozuyor. Bizi tekrar başlangıç ayarlarımıza döndürecek olan şey nedir?

 

-Başlangıç ayarları yaradılış kodlarında yani fıtratın kendisindedir. Mülk suresinde yüce Allah, “O, yedi göğü, birbiri üzerinde tabaka, tabaka yarattı, Rahman'ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk görmezsin. Gözü(nü) döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun?” buyurarak insana tabiat aynasını tutuyor. İnsan bu aynaya bakıp kendini ilâhî nizamın bir parçası olarak görebilirse ne âlâ. Ancak o vakit hakikatin yansıması olarak yeryüzündeki halifelik/sorumluluk görevini ifa edebilecektir. Aksi takdirde yeryüzü emanetinin koruyucusu olmak şöyle dursun bu emanetin bozguncusu olacaktır. Doğal afet diyerek insan yeryüzündeki sorumluluklarından kurtulamaz. Bozulan insan karanlıklar yağdırıyor evrene. Zulmün kelime anlamı karanlıktır. Zulumat karanlıklar demektir. Karanlıklar çökmeye görsün dünyaya, kötülükleri görmez gözler. Şairin gözleri şahinden daha keskin olmak zorunda. Karanlıklar içinde dahi görmelidir o. Hz. Peygamber’in (sav) şairi Hassan b. Sâbit’e “Söyle Hassan! Cevap ver onlara!” buyruğunu üzerine almalıdır. Bugünün şairi olarak vazife kendisinindir.

 

-Şiir kadar öyküleriniz de çarpıcı. Onlarda da modern insanın şehirdeki durumu çokça işlenen bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Matador, Biletsiz Yolcu, Sanal Bebek, Kontör, Kedili Öykü, Metroda Ney, Yorgun Adama Yer Döşeği ve daha pek çoğu örnek verilebilir. Öykülerinizde de hem modernizm hem de yabancılaşma eleştiriliyor. Özellikle insanın “insan”a yabancılaşması. Günümüzde ne değişiyor da insan bu kadar uzaklaşıyor kendinden?

 

-İnsan kendiyle olan sınavını vermekte zorlanıyor. Belki de bunun için nefsini tanıması istenmişti ondan. Kendini tanıyabilseydi diğer insanları da tanımakta güçlük çekmeyecekti. Kendisini var edeni de elbette. Nefis muhasebesi ortadan kalkınca insan haritada bulunduğu yeri bir türlü belirleyemez oldu. Kaybolmuş ancak kaybolduğunu bilmeyen biridir artık. Attığı konumlar yabancı kişilerin konumlarıdır. Modern zamanlar “ulaşılmaz insan”ı kutsuyor; oysa acınacak biridir o. “Sizin en hayırlınız insanlara en çok yararı dokunanınızdır,” nebevi ilkesini bir hayat düsturu hâline getirmeden yeryüzünde huzuru tesis etmek mümkün değil. Bencillik kuyularıyla delik deşik edilmiş bir dünyada yaşıyoruz. Bizi yalnız karanlık ağızlarını açmış kuyular değil, o karanlıklardan taşan büyük bir yabancılaşma da bekliyor. Herkesin herkese şüpheyle baktığı yerde kalp normal atışlarını gerçekleştiremez, kan damarlarda yolunu şaşırır. İnsanın insanın kardeşi olduğu bir evren ütopik bir evren artık.

 

Kitaplarınız arasında bence müstesna yeri olan biri var. Peygamberin Aynaları. 33 Sahabenin hayatı üzerinden Peygamber Efendimizi anlattığınız bir eser. Oldukça büyük bir ilgiyle karşılandı bu eseriniz. Bu eser de şiirlerinizde ele aldığınız isimler gibi ilgimizi Peygamber Efendimiz üzerine çekti. Üstelik daha önce bilmediğimiz yönleriyle görüp tanıma imkânı da sağladı. Kitapta geçen sahabeleri nasıl belirlediniz? İsimleri seçerken onları hangi yönlerine dikkat ettiniz?

 

-Bir insanı tanıyabilmek için onun yakınındaki insanları da bir ölçüde tanımamız gerekir. “Mümin müminin aynasıdır,” diyor Hz. Peygamber. Demek ki âlemlere rahmet olarak gönderilen son peygambere sahabilerinin gözüyle de bakmak gerekiyor. Kitabı yazarken farklı mizaçtaki sahabileri seçmeye özen gösterdim. Bunun sebeplerinden birisi Hz. Peygamberin farklı bakış açılarıyla nasıl görüldüğünü belirlemekti. Bir başka sebep Hz. Peygamber’in tek tip insan yetiştirmeyi hedeflemediğini, aksine özgün mizaçları koruduğunu ortaya koymaktı. Zira insan fıtratına saygı duyuyordu Hz. Muhammed (sav). Sahabilerin fiziki özelliklerine; boylarına, şişman ya da zayıf oluşlarına, ten ve saç renklerine yer verdim. Böylece hakikat algısı kuvvetlendirilerek anlatılanların gözlerde canlandırılması sağlandı. Hakikat algısının kuvvetlendirilmesini önemsedim, anlatılanların gözlerde canlandırılması için bu gerekliydi. Kahraman olmak için görkemli bir vücuda sahip olmaya gerek yoktu. Doğrusu modern zamanların insanda kompleks uyandıran süper kahramanlarına benzemiyordu onlar. Hz. Ömer, uzun boylu beyaz tenli heybetli, Amr b. As, orta boylu şişman sakallı, Abdullah b. Mesud, kısa boylu, uzun saçlı, esmer ve zayıftı. Fiziksel özellikleri gibi karakterleri de farklıydı sahabilerin. Kimi cesaretiyle, kimi cömertliğiyle, kimi sadakatiyle, kimi nüktedanlığıyla öne çıkıyordu. Tabii bütün farklılıklarına rağmen ortak bir vasıfta birleşiyorlardı. Onlar Allah ve Resulünü canlarından çok seviyor, hayatlarını bu sevgi etrafında örüyorlardı.

 

-Eserleriniz içinde bir de Raf Ömrü var ki benim için çok önemli bir kitap. Klasiklere bakışımı değiştiren, satır aralarına odaklanmamı sağlayan, her gösterilenin “gerçek” olmadığını fark etmemi sağlayan bir eser benim için. Robinson Crusoe’dan Albet Camus’nün Yabancı’sına, Karanlığın Yüreği’nden Alçaklığın Evrensel Tarihi’ne, Küçük Prens’ten Knut Hamsun’un Açlık’ına pek çok eseri çok başka bir bakışla yeniden görmemi sağladı. Sizin için bu eserler modern insanı oluştururken onun düşünce dünyasına farklı bir renk katmaya çalışıyor gibi. Siz okura bu kitapların üzerindeki boyayı biraz kazıyınca altındaki bu rengi göstermek istiyor gibisiniz. Bu görüşüme katılır mısınız? Size göre günümüz insanını inşa eden/edecek olan renk nedir?

 

Tarihçiler insanlığın geçmişine her zaman ışık tutmazlar, karanlık da püskürtebilirler. Onların kararttığı yerlere nüfuz etmekse her zaman mümkün olmaz. Zira bilgi hakikatin kendisi olarak muamele görmüştür ve bir şüphe çatlağı oluşmaksızın irdelenmez. Edebiyatçılara gelince; onlar hakikati söylemeye daha yatkındırlar. İnsanın bütün renk tonlarıyla yakından ilgilenirler. İyi ve kötünün aynı insanda barınabileceğinin farkındadırlar. Bu yüzden çoğu zaman tarihçilerde kaybolan ayrıntılar edebî eserlerde gün yüzüne çıkar. Bununla beraber edebiyat biraz da sis demektir. Açıktan gösterme yerine sise bürüme, metni daha çekici yapabilir. Okurlar, yazarın söylediğinden daha fazlasını sezer satır aralarında. Raf Ömrü, sanatsal bir kazıma işine girişmiş, palimpsest bir yaklaşımla altta gizlenen düşünce ve duyguları meydana çıkarmaya çalışmıştır. Hangi renkle kamufle edilirse edilsin sonunda hakikat kendi rengiyle görünür. Bir gün insanı yeniden inşa edecek renk “Sıbğatullah/ Allah’ın boyası”dır.

 

-Denemelerinizde de sürekli gördüğümüz farklı yönlere eğilme, bir şeyin içindeki zıtlıkları fark edip onlara odaklanma üslubunuzu eserlerinizin hemen hepsinde görmek mümkün. Denemelerinizde özellikle göze çarpan bir unsur bu. Bir kelimeyi, bir kavramı, bir nesneyi alıp daha önce bakmadığımız bir açıyla bize gösteriyorsunuz. Günümüz okuru neden uyanık olmalı? Görmediği bu yönleri görmesi neden bu kadar önemli?

 

-Zıtlar her şeyden önce algı körlüğüne yol açan alışmayı önler. Zıtlar birbirlerinin sınırlarını çizerek varlıkları daha belirgin kılar. Zıtlar yan yana geldiğinde hiç beklenmedik bir enerji doğar. Yalnız fiziğin değil, edebiyatın da artı ve eksi kutupları arasında doğacak bu enerjiye ihtiyacı vardır. Her sanat eseri mazmununda bir çatışma barındırmak zorundadır. Eserin devinimi biraz da o çatışmanın ivmesiyle sağlanır. Zıtları bir araya getiren oksimoron, yeni düşünce ve hayallerin de kapısını açar. Kur’ân-ı Kerîm, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelmesinin Allah’ın belgelerinden olduğunu bildirir. (Âl-i İmran, 190) Yüce Allah, günün renklerini ve yaşama tarzını yenileyerek tekdüze bir hayattan korumaktadır insanı. “Yeni bir şey söylemek lazım”sa eğer daha önce bakmadığımız pencerelere yönelmekten başka çare yoktur. Klişelerin uyuttuğu okuru ancak ezber bozan imgelerle uyandırmak mümkündür. Okur neden mi uyanık olmalı? Çünkü uyku bir çeşit ölümdür. İçinde dirilişi barındıran bir ölüm. Uyanmalı ki rüyalarını bize anlatabilsin.

 

-Dergiler sizin için hep vazgeçilmez oldu. Merdiven Sanat, Kitaphaber, Merdiven Şiir ve Karabatak. Hatta bazen iki dergi aynı dönemde çıkıyor. Dergileri bu kadar önemli kılan neydi sizin için? Görüyoruz ki ilk dergilerinizden beri sizinle olan isimler var. Günümüzde “atölyeler”, “yaratıcı yazarlık dersleri” çok gördüğümüz, üniversitelerden sivil toplum kurumlarına kadar pek çok alanda kendine yer bulan çalışmalar. Ancak sizde çok önceden bu çalışmalar “dergi” üzerinden başlamış gibi.

 

-İlk dergimin adının “Merdiven Sanat” olması tesadüf değil. Genç yazarların yükselişine vesile olsun istemiştim. Oldu da şükür. Edebiyat kamusunun tanımadığı yeni şair ve yazarlar dikkatle takip edilmeye başlandı. İlerleyen zamanlarda kitapları yayımlandı bu isimlerin. Ustaların da gözü hep çıkardığımız dergilerde oldu. Attila İlhan’ın asistanı Belgin Hanım’ı derginin sinema röportajlarını yapması için bize yönlendirmesini örnek verebilirim bu bağlamda. Dergilerin muhtevası ve duruşu, ustaların çalışmalarını da sayfalarımıza taşıdı. Böylece ustalarla geleceğin ustaları aynı dergilerde buluştular. Okul hüviyetidir benim için dergileri önemli kılan. Şule Yayınları’nın Cağaloğlu Dostlukyurdu sokaktaki yeri “Merdiven Sanat”ın çıktığı günlerde bir edebiyat okuluydu. Şiirler, hikâyeler okunur, müzik dinlenirdi. Gençlerin çalışmaları okunup değerlendirilir, film ve kitap tavsiyeleri yapılırdı. Bazen sabaha kadar süren çay sohbetlerinden sonra kimi gençler güneşin doğuşunu izlemek için ayrılırlardı yayınevinden. Kış günleri kar yağdığında hep beraber Dostlukyurdu sokağına çıkılır ve kartopu oynanırdı.

 

-Genel yayın yönetmenliğini yaptığınız son dergi Karabatak. On yılı aşkın bir süredir aralıksız yayın hayatında. Türdeb tarafından 2015 yılında “En Okul Olmuş Dergi”, 2021’de “Tasarım”, 2022’de “En İyi Dosya Dergiciliği” alanlarında ödüle değer görüldü. Çıkarmış olduğunuz dergiler dolayısıyla TYB de 2015’te “Edebiyat Dergiciliği Üstün Hizmet Ödülü” takdim etti size İstanbul Edebiyat Festivali’nde. Özellikle dosya konularına baktığımızda çok ciddi bir emek ve bilinçli tercihler görülüyor. İşaret ettiği isimlerden ele aldığı kavramlara kadar bir amaç üzere hareket ediyor gibi. Üstelik belli sayılarda bütün kadrosuyla kolektif bir şekilde hareket ettiğini görüyoruz. İsminden doğuşuna, ilk sayıdan günümüze biraz anlatabilir misiniz? Hayaliniz neydi ilk sayıda, bugün bu hayalin neresindesiniz?

 

-Karabatak, daha önce çıkardığı üç dergiyi edebiyat tarihinin kollarına teslim etmiş bir şairin yeni bir derinleşme ve bu derinliğin mahsullerini gün yüzüne çıkartma gayretidir. Henüz ortada dergi yokken şiirini yazmıştır karabatağın. “Daldığı yer ölüm çıktığı yer aşk,” demiştir. Aşkla yola çıkılmıştır çünkü. Karabatak ismi aklıma bir şehir hatları vapuru yolculuğunda düşmüştü. O vakit Marmaray yoktu ve yayınevine gitmek için Eminönü’ne Kadıköy’den vapurla geçiyordum. Eminönü vapurları Haydarpaşa’da yolcu indirir ve alır. Haydarpaşa İskelesi’ni ise koca bir dalgakıran korur. Kış günleri o dalgakıranın üzerinde yüzlerce karabatak tüner. Avlanmak için denize dalmışlar, sonra ıslak kanatlarını kurutmak için dalgakıranda tünemişlerdir. Yüzlerce karabatağın güneşe doğru kanatlarını açtığını görünce çok heyecanlanmıştım ve “Islak kanatlarını açarak güneşi bekleyen kara kuşa bak,” mısraı düşmüştü içime. Bir kuş şair olsa ancak karabatak olur, diye düşünmüştüm. Çıkaracağım dergiye Karabatak ismini koymaya o vakit karar verdim. Hem Karabatak olursa batsa bile çıkar diyerek eski dergilerimi yâd ediyordum. Dergiyi çıkardıktan yıllar sonra Kemal Tahir’in sözlüğünde şu ibareyi görünce çok şaşırmış ve sevinmiştim. “Edebiyat mecmuası: Karabatak” Belli ki Kemal Tahir de bir görünüp bir kaybolması dolayısıyla edebiyat dergilerini karabatağa benzetiyordu. Karabatak çok sevimli bir kuş değildir. Balıkçılar denizi kuruttuğunu düşünerek rakip görürler onu. Bu yüzden rahmetli babam dergiyi eline aldığı bir gün, “Oğlum karabatağa itibarını iade ettin sen,” diye takılmıştı.

 

Karabatak daha ilk sayıdan itibaren çıtayı yüksek tuttu. Hem muhteva hem hacim olarak dolu dolu çıktı derinlerden. Diğer dergilerimizde olduğu gibi ustalarla gençleri aynı sayfalarda buluşturdu. Vazgeçmediği ölçüsü, yayımlanan şiir ve yazıların irtifasıydı. Bu yüzden isimlerden çok edebî metnin niteliğini dikkate aldı. Hayalim büyük bir okul olmasıydı Karabatak’ın. Çok şükür oldu. Dosya konuları zaman zaman şiir ve hikâyelere de yansıdı. Çanakkale dosyası yaptığımızda şairlerimiz Çanakkale şiirleri, hikâyecilerimiz Çanakkale hikâyeleri yazdılar. Naat dosyası da pek çok yeni naatı Türk edebiyatına armağan etti. Mehmetçik dosyası dolayısıyla Mehmet Âkif ’in ve Ömer Seyfettin’in ruhu bugüne taşındı. Türk kültürünün temellerini yeniden tahkim etmek en büyük hedefiydi Karabatak’ın. Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli ve Süleyman Çelebi sayıları ilim ve sanat ehlini bir araya getiren müstesna çalışmalar oldular. Şükürler olsun ki Yüce Allah umduğumuzdan fazlasını ihsan etti Karabatak’a.

 

- Atölye çalışmalarınız 1996’dan beri sürüyor. Çalışmalara başladığınızda bu noktaya geleceğinizi düşünüyor muydunuz? Bireysel atölyelerinizin yanı sıra üniversitelerde de yaratıcı yazarlık dersleriniz var. Büyük bir ilgiyle karşılandığı gibi güzel neticeleri de oldu çalışmalarınızın. Bu atölyelerde yetişmiş birçok yeni kalem var. Bu isimlerin edebiyat dünyasına, kültüre, bu ülkenin millî kimliğine ve varlığına eklemlendiğini düşünüyor musunuz?

 

-İlim ve sanatın bütün zamanlarda usta-çırak ekseninde gelişip süreklilik kazandığını biliyoruz. Bu çerçevede yıllardır sürdürdüğümüz edebiyat atölyelerinin de bilgi ve tecrübenin nesilden nesile aktarımı konusunda kayda değer mesafeler kat ettiğini söyleyebiliriz. Nihayetinde esas olan bir sanat ocağında kiminle muhatap olduğunuzdur. Eğitim süreci ve bilginin aktarılma şekli son derece önemlidir; elbette bilginin uygulaması da. Hocanın talebesinin gelişimini takibi ve ona uygun reçeteler verebilmesi de bu atölyelerin verimi açısından gözden kaçırılmaması gereken bir meseledir. Türk edebiyatının yeni ve güçlü kalemlerle ihya edilmesi millî bir mesele olarak ele alınmalıdır. Zira kültürler kendilerini yenileyebildiği ölçüde gelecek zamanlara hitap edebilirler. Bu yüzden yaptığımız çalışmaların çiçeklerden çok köklerle alakası olduğunu söylemek isterim. Kök olmadan ne dal olur, ne yaprak ne de çiçek. Bu ocakta yüzlerce kalem kendi mecrasını buldu. Bu toprakların değerleri için yazmanın ne kutsal bir iş olduğunu gördü. Kaybettiğimiz güzellikleri edebiyatla yeniden keşfedip tazelemek zorundayız. Yüksek sanatın önünde kimse direnemez. Güzelliği alt edecek bir silah henüz icat edilememiştir.

 

-Şule Yayınları’nın kurulması ve eserlerin yayımlanmaya başladığı zamana kadar geçen sürede edebiyatın ve yayın dünyasının içindeydiniz. Hem dergilerde şiirler yayınlıyordunuz hem editörlük yapıyordunuz. Bu süreçte yayıncılık alanında ne gibi eksikler gördünüz? Sizi Şule Yayınları’nı kurmaya iten sebepler nelerdi? Şule Yayınları’nın kuruluş amacını anlamaya çalışıyorum aslında, bugünden 32 yıl önce kuruluş aşamanızda yayın politikanızı belirleyen şey neydi?

 

-İnsanı yola çıkmaya sevk eden şeylerdendir baba mirası. Maddi değil, kültürel bir mirastan söz ediyorum; Şule dergisinden. 1962’de çıkan ve ancak sekiz sayı devam edebilen Şule, çocukluğumun sevinci ve hüznüydü. Babam Kemal Ural’ın imkânsızlıklar içinde neşrettiği mecmuanın hikâyeleriyle büyüdüm ben. Derginin başyazarı Nurettin Topçu’nun son sayının arka kapağında yer alan “Yeni doğuşlara hazırlanan dünyada her sabah bir başka Şule parlayacak,” duası bana Şule Yayınları’nı kurdurdu. Şule dergisini yeniden çıkaramasam da “Şule” ismini yayıncılık alanına taşıyarak baba ocağının ateşini tazelemiş oldum. Başkalarının eksikleri değil, kendi arayış ve heyecanlarım bana yön veriyor. Yayıncılıktaki titizliğim baba mirasıdır. Şule dergisini bir basan matbaa ikinci kez basmak istemezmiş Kemal Ural’ın titizliği yüzünden. Maddi bakımdan meşakkat çektiği günlerde derginin tasarımını devlet tiyatrolarının ressamlarından Hüseyin Mumcu’ya yaptırmış olması ancak onun hassas ruhu ve estetik arayışıyla izah olunabilir. Ben de gücümün yettiği kadar muhteva ve estetik sunumu gözetmeye çalıştım. Kârın değil muhtevanın ve estetiğin peşinde koştum.

 

-Bu kadar uzun bir süre yayıncılık ve edebiyat dünyasında olunca pek çok polemik/tartışmaya da şahit oluyorsunuz. Sürekli tartışılan “Şiir öldü mü?” gibi konuların yanı sıra “Matbu yayıncılık bitiyor, e-kitap ve dijital medya bundan sonra olacak” gibi çok geniş kapsamlı tartışmalar var. Bunların da dışında kişisel tartışmalar, sataşmalar, hasetlikler de mutlaka yaşanıyor. Ancak sizin sürekli bunların dışında kalmak, izole bir alan oluşturmak gibi bir gayretiniz görülüyor. Edebiyat dünyasında düşmanlıklar, düşman kazanmak çok kolay ama siz bu tuzaklara düşmüyorsunuz. Yazar ve öğrencilerinizi de bu alandan uzak tutmaya gayret ettiğinizi söyleyebiliriz. Sizin için bu güncel tartışma ve çekişmeler ne ifade ediyor?

 

-Varlığımızı, başkasının yokluğu ya da zayıflığı üzerinde inşa edemeyiz. Kayda değer bir sözümüz olduğunu düşünüyorsak kimseyi yaralamadan vakarlı bir şekilde ifade edebiliriz onu. Hayatın sembolü su bile şiddetle çarptığında toprağa ölümün sembolü hâline gelebiliyor. Ne demiş dedelerimiz, “Sel gider kum kalır.” Sırtında yük olan insan o yükle kavga edemez. İnsan olmanın yükünden ne zaman kurtulduk ki gömleğimizin kollarını sıvıyoruz. İşi olanın önceliği işidir. Problemimi çözmedikçe şuradan şuraya adım atmam, demişti Arşimet. Kıyamet kopsa elimizdeki fidanı dikmekle yükümlüyüz. Boş kalan insanı haset ateşi tutuşturuyor. Bir kere hasetle yanmaya başlamasın insan kelimelerine zehir katmakta gecikmiyor. Derdi hakikati aramak değil, kavga vitrininde parıldamak. “Muhalefet et ki tanınasın,” demiş Araplar. “Şiir öldü,” demekle ölür mü şiir. “Matbu yayıncılık bitiyor,” demekle kitap biter mi! Doğrusu insan nefsi tartışmaktan lezzet alıyor. Yüce Allah, “… Tartışmaya en düşkün varlık insandır,” (Kehf, 54) buyurmuş. O zaman bu meylimizi hayra yönlendirmenin yolunu bulmak zorundayız. Kiminle tartıştığımız neyi tartıştığımız kadar önemlidir.

 

-Şiirlerinizden Şule Yayınları yayın politikasına, dergilerden atölye çalışmalarınıza, deneme ve öykülerinizden söyleşi ve röportajlarınıza kadar hep işaret ettiğiniz bir şey var. Emperyalizme karşı millî, bastığı toprağı tanıyan bir sanat üretimi. Yayımlanan ilk şiirinizden günümüze 40 yılda, yazdığınız, söylediğiniz her şeyin altında bu düstur görünüyor. Bu ülkeye, bu millete karşı bitmeyen bir borç öder gibisiniz. Şairin, yazarın, sanatçının bir borcu var mı?

 

-Ağaçlar, toprağa borçlarını gölge, meyve ve oksijen vererek ödemeye çalışırken sanatçının kendisini var eden toprağına karşı sorumluluk duymaması gerçek bir trajedidir. Aidiyet hissinden kaçarak borcundan kurtulamaz insan. Millî kültürde reddi miras, insanın kendini reddinden başka bir şey değildir. Türkçemizi borçluyuz her şeyden önce bizden önceki Türk şairlerine. Yunus Emre’ye borcunu ödemeden kim tek bir mısra yazabilir! Mehmet Âkif ’e borcunu ödemeden kim soluk alabilir bayrağımızın altında! Yahya Kemal’e borcunu ödemeden kim bayram sabahı neşesi yaşayabilir! Bir de adlarını bilmediğimiz kahramanlar var. Masallarımızı, efsanelerimizi, destanlarımızı yüzlerini görmediğimiz, seslerini duymadığımız bu insanlara borçluyuz. 

 

Emperyalizmin öncü kuvvetleridir yabancı kültürler. Hazırlıksız yakalandığınızda hücrelerinize kadar nüfuz edip ruhunuzu esir alırlar. Kendinize yavaş yavaş yabancılaşır, ancak bunu fark edemezsiniz. Dahası bir sabah kendinizi bir Avrupalıya dönüşmüş olarak bulabilirsiniz. Kafka’nın “Dönüşüm”ünden daha çarpıcı bir öyküdür bu. “Dönüşüm”de olduğu gibi herkes bunu normal karşılar ailede. Bütün kötülüklerin normalleştirildiği bir çağın insanlarıdır çünkü. Ölçüler ortadan kalkmış, en sapkın davranışlar dahi olağan hâle gelmiştir. İşte sanatçıya burada ihtiyacımız var. Bir fakih gibi o da bütün kavramları ve değerleri sanat marifetiyle yerli yerine koyacaktır. Yapmak zorundadır bunu. Milletine borcunu başka türlü ödeyemez. Fakat bunu başarabilmek için hür olmalıdır sanatçı. Kültür emperyalizminin ağlarını parçalamadan, kendi sularında coşkuyla yüzmeden sahile ulaşması mümkün değildir.

 

Konuşan: Şafak Çelik

 

Yitiksöz Sayı - 13