Akif İnan’ın Medeniyet Algısı

 

“Medeniyet” çevresinde -hem kelime hem kavram olarak- bugüne kadar çeşitli tartışmalar yürütülmüştür. Bu tartışmalar sonunda belli bir anlayış ve görüş birliğine ulaşıldığını söylememiz mümkün değildir. Çünkü birbirinden çok farklı medeniyet algı ve tasavvurları söz konusudur.

 

Önce kelime olarak “medeniyet”e bakalım. Medeniyet, Arapçada “şehir” anlamına gelen “medine” kelimesinden türetilmiştir. “Medenî” şehirli anlamını taşıyan bir sıfattır, “medeniyet” de bu sıfatın gerektirdiği bütün maddi ve manevi olguları, vasıfları ve donanımları içeren bir kavramın adıdır. Medine kelimesi, hicretten sonra İslam peygamberinin dinin ilkelerini toplum ve devlet düzeni olarak yürürlüğe koyduğu bir beldeye, cahiliye döneminde “Yesrib” denen beldeye “alem”, özel ad olmuştur ve bu çok anlamlı bir durumdur; o şehir artık “Medine-i Münevvere” (nurlanmış, ışıklı şehir) diye anılmıştır.

 

Merkezinde peygamber mescidinin yer aldığı Medine, fetihlerle kısa sürede yeni coğrafyalara yayılan Müslümanların yerleştikleri veya yeni kurdukları şehirlerin yapısına ve işleyişine de örneklik etmiş olmalıdır. Bununla birlikte, İslam dünyaAkif İnan’ın Medeniyet Algısında tarih boyunca oluşan ve gelişen hayat, yüzyıllarca “medeniyet” kelimesine ve kavramına ihtiyaç hissetmemiştir. Sonradan sosyoloji biliminin kurucuları arasında adı geçecek olan İbn Haldun toplumsal siyasal değişim ve dönüşümleri çözümlemeye çalışırken “medeniyet” kavramına büyük ölçüde denk düşen “umran” kelimesini dolaşıma sokmuştur. Yirminci yüzyıl Türk düşüncesinin büyük zekâlarından Cemil Meriç’in eserlerinden biri “Umrandan Uygarlığa” adını taşır. “Umran” ile “uygarlık” arasında “medeniyet” kelimesi de vardır ve bu kelime, Avrupa’daki düşünsel, ekonomik, toplumsal ve siyasal bir dizi gelişmenin sonucu olarak ortaya çıkmış bulunan “civilisation” kavramını ve kelimesini karşılamak üzere Osmanlı aydınları tarafından türetilmiş ve kullanılmıştır. Medeniyet ile birlikte “temdin” (medenileştirme) ve “temeddün” (medenileşme) kelimeleri de dilimizde yer bulmuştur. “Uygarlık” sözcüğü ise Cumhuriyet döneminde Türkçenin yabancı etkilerden arındırılması sürecinde ortaya çıkmış ve kullanılır olmuştur. Pek çok dilciye göre, “uygarlık” uydurma bir kelimedir ve yanlıştır, “uygurluk” denmiş olsaydı, doğru sayılabilirdi.

 

Cemil Meriç’e sorarsanız, başka birçok kavram karşısında olduğu gibi bu kavram karşısında da durumumuz hiç de iç açıcı değildir: “Kaynaklarından kopan bir intelijansiyanın kaderi, bir mefhum hercümerci içinde boğulmak. Umrandan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize lâyık bir kelime bulduk: uygarlık. Mâzisiz, musikisiz bir hilkat garibesi.”1

 

Bu arada şunu da hatırlatalım: Arap dünyasında “civilisation”u karşılamak üzere ne İbn Haldun’un “umran”ı kullanılıyor, ne de Osmanlı’nın ürettiği “medeniyet”; Arapların tercih ettiği kelime “hadâra”. Ki bu kelimede de şehir hayatının getirdiği olgular ve değerler karşımıza çıkmaktadır: “hadarî/bedevî” ayrımı, “medenî/bedevî” ayrımıyla aşağı yukarı aynı özü taşımaktadır. Bu noktada şu hususu vurgulamalıyız: Önemli olan, kelimelerin işaret ettiği içeriktir, özdür, anlamdır. Hiç şüphesiz her kelimenin bir değeri, işlevi, sesi, tarihi, çağrışım alanı bulunmaktadır ve bütün bunların bir anlamı vardır. Bununla birlikte ve belki buna rağmen, göstereni değil gösterileni, lafzı değil manayı, biçimi değil özü öne çıkarmamız gerekiyor. Çünkü önemli olan, önde gelen, sözden ziyade özdür. Tek başına söz, sözcük, kelime, lafız, biçim… yeterli olsaydı, olabilseydi; yeryüzünde münafık ve riyakâr tipler ve bunların maruz kaldığı nifak, münafıklık, riya gibi hastalıklar ortaya çıkmazdı, çıkamazdı. Oysa nifakın ve münafıkların, ikiyüzlülüğün ve ikiyüzlülerin hem geçmişte hem günümüzde pek çok örneği görülmüştür, görülmektedir ve gelecekte de görülecektir.

 

Bu noktada şunu hatırlatmak yararlı olacaktır: Medeniyet algısını kavramaya çalışacağımız Akif İnan “medeniyet” kelimesi ile “uygarlık” sözcüğü arasındaki görünüş farkını pek de önemsememiş, ikisini de aynı anlama gelmek üzere kullanmıştır. Nitekim 1972’de yayımlanan ilk deneme kitabının adı “Edebiyat ve Medeniyet Üzerine” olduğu hâlde, 1985 yılında yayımlanan ikinci deneme kitabına “Din ve Uygarlık” adını vermekten çekinmemiştir.

 

Anlamında uzlaşma sağlanmadığını başta belirtmiş olduğumuz “medeniyet” kavramı çevresindeki sorunlardan biri şu1 Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa,dur: Medeniyet kavramının Avrupa tarihinin belli bir döneminde -yaklaşık 250 yıl önce- “civilisation” şeklinde ortaya çıkmış olması ve bu kavramın Avrupa kapitalizminin ve sömürgeciliğinin yayılmasında ve meşrulaştırılmasında bir çeşit maymuncuk gibi kullanılması, medeniyete şüpheyle yaklaşılmasına yol açmıştır. Mehmed Âkif’in şiirinde medeniyetten “kahpe”, “yüzsüz”, “maskara mahlûk” ve nihayet İstiklâl Marşı’nda “tek dişi kalmış canavar” diye söz edilmesi, bu gerçekliğin bir yansımasıdır. Aynı gerçeklik, “mimsiz medeniyet” -yani “deniyet” (alçaklık)- ve “medenî vahşet” gibi ifadelerin doğmasına da yol açmıştır. Halk dilinde ortaya çıkan ve “kravat”ı tanımlamak üzere kullanılan “medeniyet yuları” sözünde de aynı hoşnutsuzluk ve tepki psikolojisiyle karşılaşmaktayız.

 

Öte yandan medeniyeti din, milliyet, tarih, coğrafya gibi etkenlerin âdeta dışında ve üstünde gören ve bütün insanlığın ortak malı sayan bir yaklaşım vardır ve bu yaklaşım hayli yaygındır. Ziya Gökalp’ın “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim.” formülünde de karşımıza çıkan bu anlayışı benimseyenler, çoğu zaman “garp” yani “batı” vurgusunu unutmak, unutturmak, hiç değilse geri plana itmek üzere “muasır medeniyet” veya “çağdaş uygarlık” deyişini öne çıkarmayı tercih etmektedirler. Nitekim yine Ziya Gökalp ülkemiz ve toplumumuz için ülkü inşa etme çabasını yansıttığı eserlerinden birine “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adını vermiştir. Asrileşme, çağdaşlaşma, medenileşme denen ve varlığımızı sürdürebilmek için kaçınılmaz görülen bu yol, Türk aydınlarının ve özellikle cumhuriyet dönemi yöneticilerinin gözünde “tek yol” sayılmıştır. “Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki kendisine bîgâne kalanları yakar, mahveder.” cümlesi, bu yolda yürümeyi bir çeşit mecburiyet olarak görmenin ve göstermenin eseri olarak okunabilir. “Muasır medeniyet seviyesi”ne veya aynı anlama gelmek üzere “çağdaş uygarlık düzeyi”ne çıkmak / ermek / ulaşmak ve hatta onu “aşmak” biricik ve değişmez hedef olarak çok sayıda siyasetçi ve bilim adamı, aydın tarafından ve defalarca toplumumuzun önüne konmuştur.

 

Tanzimat ve ıslahat fermanları da, meşrutiyet girişimleri de, cumhuriyet devrimleri de bu uygarlık arayışının basamakları sayılabilir. Özellikle cumhuriyet dönemi uygulamaları, tanzimi, ıslahı, şartlı kabulü aşan ve bazılarının “Batıya rağmen batılılaşma” dedikleri bir mahiyet taşımış ve “halka rağmen halk için” formülüyle ifade edilen zorlu, zorlayıcı, hatta acımasız yöntemlerle yürütülmüştür. Bu uygulamaların çoğu toplumsal dayanaktan yoksundur ve toplumdan olumlu bir karşılık görmemiştir. Çok ilginç bir örnek olmak üzere Türkçe ezan zorlamasını veya Arapça ezan yasağını hatırlayalım. 1932’den 1950’ye kadar 18 yıl boyunca yürürlükte kalan bu uygulama Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle sona ermiştir ve bırakınız toplumdan herhangi bir tepki görmeyi, yıllardır o yasayı/yasağı uygulayan partinin temsilcileri bile Büyük Millet Meclisinde yasağın devamı yönünde değil kaldırılması yönünde oy vermişlerdir.

 

Cumhuriyet döneminde uygarlaşma/ çağdaşlaşma adına yapılanlar, büyük ölçüde geçmişin, Osmanlının, İslamın bir toplumsal düzen olarak “geri” ve “çağdışı” olduğu, buna karşılık Batı Avrupa uygarlığının “ileri” ve “çağdaş” olduğu varsayımına dayanmaktadır. Akif İnan, bu varsayımların tümüyle yanlış olduğu kanısındadır. Kaside şiirinde şöyle der: “Çağı kurtarmanın bir eylemidir / Çağ dışı görülen ilgimiz bizim”

 

Akif İnan, Edebiyat ve Medeniyet Üzerine adlı eserinde topladığı yazılarda, İslam uygarlığının Osmanlı evresinden söz ederken Batı ile ilişkilerin bir değerlendirmesini yapmaya çalışır. Islahat ihtiyacını hisseden yöneticilerin yaptıklarını özetlerken Avrupa karşısında verilen her tavizin daha büyük kayıplara yol açtığını vurgular. Tanzimat fermanının önemli bir kırılma noktası oluşturduğuna dikkat çeker: “Tanzimat Fermanı devletimizin batmaması için batının elimizden tutmasını sağlamanın, batıyı çok üstün gördüğümüzün, bizi de artık kendilerinden saymalarını dilemenin, kendimizi kendimizin de beğenmediğimizin, bunun için de yalnız batıyı örnek almaya hazır olduğumuzun bir ilanıdır.”3

 

Akif İnan, Din ve Uygarlık adlı eserini üç bölüme ayırmıştır. Aynı adı taşıyan ilk bölümde daha çok tarihsel bilgiler ve değerlendirmeler yer almaktadır. Avrupa’da kilisenin gücü ve baskısı, Rönesans ve reform hareketleri, laikliğin doğuşu ve özellikleri, Makyavel ve Makyavelcilik, çeşitli ütopyacılar ve ütopyaları -Bunlar arasında Şeyh Bedreddin ve ütopyası da yer almaktadır- Batı laisizminin özellikleri ana çizgileriyle sergilenip değerlendirilir. Akif İnan’a göre Rönesans yaşanmasaydı ve kavga, kilise ile İslam arasında cereyan etseydi, Hıristiyanların İslamı tanımaları ve ona yönelmeleri söz konusu olabilirdi: “Rönesans İslam düşmanlığını kilisenin elinden alarak; bunu yalnız bir din düşmanlığı değil, aynı zamanda bir uygarlık kavgası haline getirdi. Yani Rönesans İslamı yenebilmek için Hıristiyanlığın kâfi gelmediğini görmenin ve bütün Batılı güçleri bu kavga için imdada çağırmanın adıdır.”4

 

Akif İnan, kitabın ikinci bölümünü oluşturan Teknik ve Uygarlık’ın ilk yazısında Batı uygarlığının özellikle bilim ve teknik cephesinde Endülüs üzerinden gerçekleşen İslam etkisine dayanarak onu İslam uygarlığının uzantısı sayan düşünceyi eleştirir. Ona göre, “Batı uygarlığı ile İslam uygarlığı birbirinden farklı, hatta birbirine aykırı iki dünyayı belirler.” (s. 62) Batıda “eşya” ve “akıl” öne çıkmıştır; insanî ve ilâhî değerlerden uzak düşülmüştür. Batı uygarlığının kendisini tek ve çağdaş uygarlık gibi göstermesi bir aldatmacadan ibarettir.

 

İnan’a göre İslam uygarlığı, canlıdır, hayatiyetini sürdürmektedir ancak “devlet”ten yoksundur.

 

Batının teknolojisini benimsemenin İslami değerleri aşındırması ihtimaline dikkati çeken Akif İnan, kendimize özgü bir teknoloji üretme imkân ve ihtimaline inanmak ve güvenmek gerektiğini vurgular: “Aslında uygarlığımızın kavgasını veren teknokratlarımızın bu konuda düşünmeye ve çalışmaya yönelmesi gerekmektedir. Çünkü teknik aracılığıyla bize aykırı olan bir uygarlığa en azından reaksiyon duygumuz yok edilmektedir. Batı tekniğini benimseme, ona sempati duyma, tekniğin yalnız batıda olduğu zannı giderek onun uygarlığına da bağlanmamızı sağlıyor. / İslam uygarlığının teknik alanda daha değişik ve yeni keşifler yaptıracağına inanmalıyız.”

 

Akif İnan’a göre, Batı uygarlığı çöküş sürecine girmiştir: “Batı uygarlığının mistik ve insani özden yoksunluğu, maddi imkânlarının genişlemesiyle daha kesin, daha belirgin hale gelmiştir. Batının her gün biraz daha artan maddî gelişmesi, eşya saltanatı, bir yanıyla çöküşlerini hızlandıran baş unsurdur. Mistik kaygıları, düşünceleri, cevapları, yaşantıları olmayan insan çürür. İnsanların çürümesi, toplumların çöküşüdür. / Batı uygarlığı temelde ve bugünkü görüntüsü içinde bu insanî, mistik, yani ilahî özden mahrum olduğu için çöküyor. Bu tabiidir. “Ruh olmayan yerde makine ezer.” “Ruh olmazsa ceset nedir ki?” 

 

İslam uygarlığına bağlılığın “muhafazakârlık” tarzında “eski olan her şeye sahip çıkma psikolojisine yenilerek” “kör bir tutuculuk” hâlini almasına karşı çıkan Akif İnan şöyle demektedir: “Devrimcilik her şeyi yıkıyor diye; eskinin her şeyine sahip çıkmak, bağlılık ilânı; savunmak, gündeme getirmek istediğimiz uygarlığı ebeden kaybetmemize ve hurdaperest olarak ömrümüzü geçirmemize sebep olur. Uygarlık savunuculuğu, bir uygarlığı yürürlüğe getirmenin eylemidir, o bir reaksiyon olamaz çünkü.”

 

Din ve Uygarlık’ın üçüncü bölümü Batıcılık ve Aydınlarımız başlığını taşımaktadır. Ona göre Tanzimat ile Meşrutiyet arasında Batıcılık “emekleme” dönemini yaşamıştır, sonra “egemenlik” dönemi başlamıştır. Tevfik Fikret’in Batıcılığına dikkat çeken yazarımız, Mehmed  Âkif’in de bir bakıma “garp medeniyetinden” olduğunu belirtir. Ziya Gökalp’ın ve İbrahim Kafesoğlu’nun milliyet anlayışlarını eleştiren Akif İnan, Meşrutiyet ortamında oluşan Türkçü ve İslamcı hareketlerin, Batıya bütünüyle karşı çıkmamış olmalarını hatırlatır. Adaşı Mehmed Âkif’in “Alınız ilmini garbın, alınız sanatını” sözünü nakleden Akif İnan, batının olumsuz yanlarını ayıklama önerisini “gümrükçülük” “telifçilik” diye nitelendirir ve bu görüşe de kesinlikle karşı çıkar. O “Senteze paydos!” demektedir. Ona göre Meşrutiyet dönemi İslamcıları bir açmaza düşmüşlerdir: “Batı dünyasının dış cümbüşüne kapılarak duydukları heyecan; temel meselelerle ayrıntılar ve bazı tezahürler arasındaki nispetleri birbirine karıştırmış; ne deve ne de kuş acayip sentezler vaz etmelerine yol açmıştır.” Bu sentezlerin bilime de realiteye de aykırı olduğunu belirttikten sonra şöyle der: “İslam bu sentezlerde adeta bir tali unsur gibi kaldı.”

 

İnsanlık tarihini hak batıl mücadelesinin tarihi olarak gören Akif İnan, İslam dininin vicdanlarda veya “iman-ibadet-ahlak” üçgeninde hapsedilmek yerine, ülkemizde, bölgemizde, giderek tüm yeryüzünde bütün boyutlarıyla işleyen bir uygarlık hâlinde yeniden canlanmasını istemiş ve bunun için mücadele etmiştir.

 

Sonuç olarak, aynı zamanda bir şair olan Akif İnan’ın din eksenli bir medeniyet algısına sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durum onu evrensellikten uzaklaştırmaz. Nitekim bir konuşmasında şöyle demektedir: “Kimileri der ki, ulusal olana yönelince evrensel olma talihi tamamen suya düşer. Katiyyen öyle değil. Şimdi dikkat ediniz. Yunus Emre tamamen bizim inancımızın, dünyamızın, uygarlığımızın bir sanatkârıdır. Ama dikkat ediniz. Yunus Emre dünyanın da bir sanatçısıdır. Bir Batılı da, Uzakdoğulu da Yunus Emre’yi okuyunca kendisini bulabiliyor. Yine söylüyorum, ulusal olma evrensel olmaya asla engel değildir.”5 “Ben de bu denize girdim gireli / Her mahlukun sesi arkadaşımdır”6 diyen bir şair evrensel olmaz mı?

 

İbrahim Demirci

 

Yitiksöz Sayı-8