Ali Emre ile Yaşamak, Yazmak, Sanat ve Edebiyat Üzerine
- En son, şiir kitaplarınızın yeni baskıları yapıldı. Yazmaya, yayımlamaya ve onları Alaz Kitap çatısı altında toplamaya devam ediyorsunuz. Farklı türlerde on sekiz eseriniz var. “Keşke daha çok okunsaydı, üzerinde durulsaydı, dikkat çekseydi.” dediğiniz, ihmal edildiğini düşündüğünüz bir kitabınız var mı? Okunduğunuzu, anlaşıldığınızı ve kıymetinizin fark edildiğini düşünüyor musunuz?
-Bilinçli ve kapsamlı bir sükût suikastına maruz kalmadım fakat kitaplarımın hak ettiği ilgiyi gördüğünü de söyleyemem. Bunun sebeplerini sayıp dökmenin bir faydası da yok artık. Sadece baskı sayısı, satış açısından değil sitemim. Yıllarca okuyup uğraşarak yazdığım ve ciddi bir boşluğu doldurduğuna inandığım tarihî romanlar, boynu bükük kalmıştır mesela. İlahiyat, sosyoloji, psikoloji, coğrafya, folklor, siyasal bilimler gibi alanlar bir tarafa edebiyat ve tarih bölümlerinden de dişe dokunur bir inceleme, değerlendirme, eleştiri çıkmadı ne yazık ki. Hâlbuki -tabiri caizse- akademi adına da çalıştım çeyrek asrı bulan bu süreçte. Onların vefasızlık ve duyarsızlığını da gidermeye, eksiğini gediğini ikmale gayret ettim. Hayfâ! Ne yol gösteren, gözümüzü açan bir yekinme ne de utanan, mahcubiyet duyan bir çehre… Jules Verne’in Osmanlısı: İnatçı Keraban başlıklı kitabım da büsbütün kadersizdir. Ünlü Fransız yazarın Osmanlı hakkında yazdığı tek romandır bu, bir buçuk asrı geride bırakmıştır. Hakkında onlarca kitap yayımlanmalıydı şimdiye dek, her yönden didik didik edilmeliydi, filmi yahut dizisi çekilmeliydi. Romanı çeşitli yönleriyle ele alan bu incelemem de göze çarpmadı. Fransa’da yazsaydık on baskı daha yapardı muhtemelen. Bazı hikâyeli şiirler üzerine yazdığım değerlendirmelerden oluşan Acar Süvari Tutuk Arbalet’i de anmalıyım. Emek verdiğim şiir çözümlemeleriydi bunlar, şiirimizin son asrına dair bir fotoğraf da sunan damıtılmış yazılardı. Yazıldıkları döneme, şairinin şahsî hikâyesine ve poetikasına da atıflar içeriyordu her biri… Uzatmayayım. Genel bir zaafımız bu ilgisizlik zaten. Yakınmayan şair ve yazar da yoktur herhâlde. Belki de bu yüzden, aynı hataya ben de düşmeyeyim diye; okuduğum, önemsediğim kitaplar hakkında kısa da olsa yazmaya çalıştım hep. “Tarihe Romandan Bakmak” başlığı altında tarihî roman değerlendirmeleri yazıyorum yıllardır. Bunları da kitaplaştıracağım inşallah. Vefalı okur sağ olsun yine de. Kıymet bilen dostlar sağ olsun. “Ahirette de elimizden tutan yazılarımız, kitaplarımız olur inşallah.” ümidi ve tesellisi sağ olsun. Şu var bir de: Kitaplarım sayesinde genç okuyucuyla tanışma, konuşma fırsatı buldum en azından. Birçok ilde konferans ve söyleşiler eşliğinde edebiyatın ve sanatın meselelerine değindim; ele aldığım güzel insanları anlatmaya, tanıtmaya, onların mesajlarını günümüze getirmeye gayret ettim. Bu da kıymetli bir ecir ve mükâfat şüphesiz.
- Üniversiteye gidene kadar Kastamonu’da yaşadınız. Memleketiniz şiirinize ve yazınıza neler kattı? Şiirle burada, bu dönemde mi tanıştınız? Sizi bu uzun serüvene sevk eden özel durumlar var mı? Çocukluk ve gençliğinize hiza ve istikamet kazandıran kişiler, tercihler, dönemeçler oldu mu?
-Şiire daha genelde edebiyata yönelmemde, küçük yaşlarda temeli atılan okuma cehdinin, öğrenme merakının, kitap sevgisinin etkisi var. Bir de yokluğun, yoksulluğun. Annemin de babamın da okuma yazması yoktu. Onlar, okuyan biri olmamdan büyük bir sevinç ve memnuniyet duyarak büyüttüler beni. Okuma yazma öğrenir öğrenmez, evde onlara kitaplar okudum. Yıllarca hem de. Tabii bu işler yardımcısız, kılavuzsuz olmaz. Sınırsız iştihamı fark eden bazı öğretmenlerim de benimle ilgilendiler, boyumu aşan kitaplar verdiler. Onlara müteşekkirim. Okuya okuya yazmaya da başladım. Şiir ve kompozisyon yarışmalarına katıldım okulum adına. Küçüktü Kastamonu; ya birinci olurdum ya ikinci. Lisedeyken, bazı çiziktirmelerim Kastamonu gazetesinde yayımlandı. Meslek lisesinde muhasebe ağırlıklı bir tahsil görmeme rağmen edebiyat okumayı ve mümkünse bunu İstanbul’da gerçekleştirmeyi hayal ettim hep. Yeni ve farklı bir hayatı ancak bu sayede kurabileceğimi daha o yaşlarda anladım. Başardım da. Sonra üniversite yıllarında daha bilinçli okumalar ve yazma çabaları… İstanbul muhitlerinin katkıları… Kimi arkadaşlarım bazı dergilere gönderdiler onları. Fakat yayımlandığında ben de göremedim çoğunu. Öğretmenliğimin arifesinde, üniversiteden hocam Mehmet Emin Ağar’la Dergâh dergisini neşre başlayan Mustafa Kutlu’ya gittik bir gün. Elimde bir tomar şiir vardı. Peş peşe şiirlerim çıktı Dergâh’ta. Bazıları ön ve arka kapakta yayımlandı hatta. Yaş olarak benden biraz daha büyük genç şairlerle tanışma ve konuşma fırsatım oldu bu arada. Necat Çavuş, Hüseyin Atlansoy, Şaban Abak gibi. Sonra, ben Sivas’ın İmranlı ilçesinde öğretmenlik yaparken, bir tomar şiirimi de Yusuf Ziya Cömert’e ulaştırdık. Taş devri tabii o zaman; Kayıtlar dergisindeki bu şiirlerin de çoğunu sonradan görebildim. Böyle böyle ismim dergilerde yer almaya başladı. Başa döneyim. Acıtıcı, incitici bir şey bu; Kastamonu’ya, doğduğum yerin o yıllarda insanı kötürümleştiren kaderine boyun eğmemek için oradan kaçtım ben. Kaçtıkça bende büyüdü memleketim. Uzaklaştıkça daha çok özledim. Beni kovduğuna, gurbete saldığına inandığım bu şehir, kemiklerimi kırarcasına beni yeniden sarıp kucaklayabilir mi diye düşünüyorum şimdi. Başka bir yazgıya sahip oldum çünkü ben. Çalışıp okuyarak, koşuşturup didinerek başka bir kaderin içinde büyüdüm. Kastamonu başlıklı şiirim, hâlâ her okuyuşumda etkiler beni. Severek yazdım onu, samimiyetle yazdım. Terk ettiğim yerler bende hep bir burukluk bırakır zaten. Oralarda edindiğim tatlara da yabancılaşmam. Okuyup evlendiğim İstanbul’u, hayatımın on bir yılını geçirdiğim Sivas’ı, on yıl cefasına katlandığım Ankara’yı da bu eksende değerlendirmek lazım.
- Evet, Ankara’dan çok az bahsediyorsunuz. Ankara yıllarınız zorlu ve verimsiz mi geçti?
-Her yerin, her şehrin insana kattıkları, sundukları kadar insandan alıp götürdükleri de var şüphesiz. Doğrusunu söylemek gerekirse Ankara belimi epeyce büktü. Ömrümü tüketme, törpüleme noktasında elini hiç sakınmadı. Cevretmede çok cömert davrandı. Bu durum, şehrin kendisinden ziyade, benim çalışma şartlarım ve yaşadıklarımla ilgiliydi. Çocuklarım sevdiler fakat ben on yıl boyunca soluk soluğa kaldım Ankara’da. Dershanecilik yaptığım, özel eğitim kurumlarında çalıştığım için gecem gündüzüme karıştı. Bazı vakıf ve dernek işlerinin de yükü üstümüzdeydi. Doğru dürüst gün yüzü görmeyen babam ağır bir hastalığa yakalandı bu arada. Sarsıldım, çalmadık kapı bırakmadım, hastane koridorlarında yattım. Aylarca acı çektikten sonra vefat etti babam; çok etkilendim, günlerce kendime gelemedim. Başka sıkıntılar, zamanımı öğüten farklı uğraşlar, bir an önce sırasını savmaya çalışan çeşitli dertler ve hüzünler… Boğazımıza dikenli bir yumru, gözlerimize tuzlu bir deniz bırakan, ülkemizi ve mazlum coğrafyaları kahreden siyasî ve toplumsal gelişmeler de hatırlanmalı elbette. Ekmeğini ve sevincini büyütmeye, şiirini yazmaya çalıştığımız ülkemizi bize zindan etmek için ensemizden sopası eksilmeyenler vardı bir de. Bize hâlâ parmak sallayanlar, kaş çatanlar, ümüğümüzü sıkmak için fırsat kollayanlar… Savaşlar, işgaller, toplu kıyımlar, kıyılarımıza vuran ölü bedenler… Çok şükür; şöyle ayaklarımı uzatarak; endişesiz, meşgalesiz bir saat geçirmeyi, evin balkonunda bir bardak çay içebilmeyi özler hâle geldim bir vakit. Edebiyat ve fikriyat açısından verimsiz miydi peki; hayır. Sağlığımın canına okusam da az uyumayı ve çok çalışmayı bir davranış kalıbı hâline getirdim Ankara’da. Her gece, çocuklar uyuduktan sonra, muhakkak bir şeyler okudum. İnat ve ısrarla şiir ve yazı isteyen arkadaşlarımızı, dostlarımızı sevindirmeye çalıştım. Dersimin olmadığı bir iki saatlik zaman dilimlerinde konuşma yapmaya koştum. Misafir ağırladım. Protesto eylemlerine katıldım. Neticede, imtihanımızın bir parçası bunlar. Ara sıra içlensem de bende hakkı olan her insandan, hayattan hatta arzdan helallik dileyebilirim sadece. Üzerine Ankara etiketi yapıştırmasam da bütün bunların duygu ve düşünce dünyamın kaplarını doldurup taşırmadığını kim söyleyebilir?
- Bazı kayıtlarda ve sizinle yapılan söyleşilerde; Hece dergisinde neşredilen “Adı Nureddin Zengi Olan” şiirinizin ciddi bir heyecan yarattığını fark ettim. Hem onda hem de “80’lerde İstanbul’da”, “Cuma Namazından Sonra, Beyazıt’ta”, “Şubat İçin Eksik Varsağı” gibi şiirlerinizde, öğrencilik yıllarınıza dek uzanan şahsi tecrübeleriniz ile Türkiye’deki İslamî çaba ve eylemliliğin harmanlandığını görüyoruz. Yaşadıklarınızı, tanıklıklarınızı nostaljik bir bakışla değil de öfke ve ironiyi de boşlamayan canlı bir ibret salkımı olarak anıyorsunuz. Öğrenci evlerindeki coşkuyu koruyan bir sesle konuşuyorsunuz. Çürüyen ve vazgeçenlerle hesaplaşmayı saklı tutuyor, başka bir dünya talebiyle güncellediğiniz bir Nureddin Zengi bekliyorsunuz. Günümüzle de kıyaslayarak şiirinizin bu dönemle, bu mücadeleyle ilişkisine dair neler söylemek istersiniz?
-“Allah’ım / Şimdi âteşîn bir âdiyat yükselsin şu sümsük çölün ortasından” dizeleriyle bitiyordu “Adı Nureddin Zengi Olan” başlıklı o şiir. Benim şahsi geçmişim, acılarım, sevinçlerimle birlikte tarihî bir düzlem ve akış da vardı o şiirde. Hem eleştiren hem de bekleyen, umut ve inanç eşliğinde feryad eden, duaya duran dizeler vardı. İlginçtir ki şiirin yayımlanmasından çok kısa bir süre sonra Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’da halk ayaklanmaları başladı. Severek yazdığım, hâlâ ara sıra yüksek sesle okuduğum bir şiirdir. Yine epeyce bir ilgiyle karşılanan “80’lerde İstanbul’da” şiirini ise, öğrencilik yıllarımı düşünerek, kaldığım yurtları, evleri ve o yıllardan çeşitli enstantaneler içeren mekânları gezerek yazdığımı söylemeliyim. Şimdi daha çok Saraçhane öne çıksa da Beyazıt’tan ayağımı hiç kesmedim zaten.
Tekrarda beis yok: Ben 80’li yılların ve dolayısıyla öğrenciliğimin sonlarında Müslümanları izleyerek, severek, onların yapıp ettiklerinden, dostluklarından, içtenliklerinden, birikimlerinden, tutunma çabalarından ve direngenliklerinden etkilenerek İslamî dünya görüşüne bağlandım biraz da. O dönemde bunları az yaşadım ama öz yaşadım. Sonra Sivas’a geldim, on yıl kaldım Sivas’ta. Hep müslümanların içinde, İslamî öbeklenmelerin arasında oldum. Onlarla birlikte büyüdüm, direndim, öğrendim, acı çektim, talim ettim, paylaştım, kafa tuttum, ürettim. Onlarla ders yaptım, halkalar oluşturdum, arındım, cezaevlerini ziyaret ettim, tebliğde bulundum, eylem yaptım, coplandım, tasaddukta bulundum. Ankara yılları da bunun bir süreği. Zorlu fakat güzel günlerdi. Hâlâ bu duyarlığımı, dikkatimi, birlikteliğimi sürdürmeye çalışıyorum elbette. Dönüp geçmişine sövenleri, dünya malı ve menfaati için çözülenleri, dilini ve eğnini kolayca değiştirenleri, kuytu köşelerde pişmanlıkla ağlaşanları sevmiyorum bu yüzden. Radikalizm bitti belki fakat inkılâpçı iyimserliğimiz ve inancımız büsbütün sönümlenmiş değil. Ülkemiz için; bütün müslümanlar, bütün dünya için gücümüzün yettiğine nefer oluyoruz. Dünya ile birlikte hayat da bir parça değişiyor elbette. Fakat sol memenin altındaki bu cevahiri hiçbir şeyin asla karartmaması için direniyoruz biz de. Müslümanlığı, İslamcılığı hiçbir zaman partilerle, tarikatlarla, gelgeç tabelalarını gözümüze sokan kuruluşlarla birlikte düşünmedim zaten; böyle bir eşitleme zihnimde hiç olmadı. Onlarca ilde, yüzlerce kasabada birkaç kişiyle de olsa çınar gibi başını dik tutan insanlarla yeşerdi benim umutlarım. On binlerce insanın katıldığı etkinlikler, yürüyüşler, protestolar benim de özgüvenimi pekiştiriyordu ama ben o büyük kapanma ve korku sürecinde Beyazıt’ta elli kişiyle soğukta tir tir titreyen, slogan atıp dua eden delikanlılarla, kızlarla genişlettim içimi. Bir avuç da olsa hakkın, adaletin tanıklığını yapan; zulme, zorbalığa, ahlaksızlığa, sömürüye karşı çıkan insanları kardeşim bildim. Rahata erince, zenginleşince, makam mevki sahibi olunca onları unutan, onlardan kaçan kişilere, yapılara da öfkelendim, onları da yeri geldikçe eleştirdim. Bunları, elimden geldiğince şiirlerimde de anlattım da elbette.
- 28 Şubat sürecinin de hem insanî mayanızda yer tutan hem de edebiyat dünyanızda yankılanan değerleri öne çıkardığını söyleyebilir miyiz o zaman?
-Şüphesiz. Gücüm yettiğince yazılarıma, şiirlerime bu tanıklıklardan cümleler, dizeler düşürdüm. Fakat şimdi bakıyorum da o günlerde ortalıkta olmayan hatta bizi eleştirenler kahraman kesilmişler, mangalda kül bırakmıyorlar. Bu durum bizim edebiyatımıza da yansımıştı elbette. Bir iki çıngı, bir iki itiraz ve feryat dışında çıt yoktu bir zamanlar. Düdük ötünce herkes kaybolmuştu; direnenlere, dik duranlara kızıyordu hatta herkes. Bugün de öyle birçok yönden. Yüzümüze gülen birçok şair ve yazar çekiniyor hâlâ bizden; korkuyor, ürküyor, bizi sert buluyor. Bizim hakkımızda bir şey yazmaktan özenle kaçıyor âdeta. Sahip olduğumuz onca zenginliğe, güzelliğe, deneyime, yeteneğe rağmen milletin gözü başka mahallelerde hâlâ. Elin beş para etmeyen metinlerine övgüler düzenler, yanı başlarındaki insanların nitelikli şiir ve yazılarını okumuyorlar bile. Sıkıştığında yemi bizde yiyen fakat başka mahalleye yumurtlamayı marifet zannedenler görmeseler de bizim şiirimiz, hikâyemiz, genelde edebiyatımız bütün zaaflarına rağmen esaslı ve etkileyici hâlbuki. Lakin körlük, taklitçilik, yalakalık, özgüven kaybı, öykünme yüzünden bunlardan yeterince söz edenlerin, bunları öne çıkaranların, bunların hakkını verenlerin sayısı hâlâ az. Bize ısrarla başka vadileri gösterenlerin zokasını yutmadım çok şükür, bu zehirli çanağa kafamı ve kalbimi banmaktan uzak durdum.
- Neşeyle, zevkle, dünyevî bir alışkanlıkla değil kazadan beladan sakınır gibi sarılıyor okuyucuya şiiriniz. Bu farkın mahiyeti, sırrı hakkında düşündünüz mü hiç?
-Bu farkın, bu tutumun kökeninde de sahip olduğum hayat bilgisinin ve ahiret bilincinin etkisi vardır sanırım. “Onlara merhamet kanatlarını indir.” buyruğuna gönlünü açan annelerin bize “kazadan beladan sakınır gibi” açılan kollarında büyüdük her şeyden önce. Hamurumuzda ve terbiyemizde olanın şiire yansıması belki de bu. Bizim bu dünyaya sunduğumuz en büyük armağanlardan biri de merhamet ağacıydı şüphesiz. Onun devasa gövdesinde rengi, ırkı, dili farklı binlerce, milyonlarca insanı bir araya getirmiştik bir zamanlar. Görkemli dallarına kurduğumuz salıncaklar yeryüzünün dört bir tarafına süzülüyordu içten bakışlar, sımsıcak tebessümler, dipdiri selamlar eşliğinde. Biz, o ışıkla, o sağaltan muştuyla, o herkesin anadilinde terennüm edebildiği “sevgi” ile girmiştik Rahman’ın yeryüzündeki bahçelerine. Tembelliği, kötülüğü, kıyıcılığı zaman zaman depreşse de görenlerin seyretmeye doyamadığı güzellikler bağıydı kardeşliğimiz. Yemyeşil merhamet damlaları düşürmüştük dünyanın bütün dağlarına. Ocağı hiç söndürmez, soframızı dürüp toplamazdık; kapımız açık yatardık geceleri. Bir çocuk ormanı, bir dua ağacı gibi beklerdik, insanlığın başında. Şimdi üzgünüz. Üstümüze çöken evi ayağa kaldırmaya çalışıyoruz. Yine de ilk ödevimiz o duayı çoğaltmak, o evi onarmak için çabalamak, o bitimsiz çabanın şiirini yazmak. Kötülüğü olabildiğince geriletmek ve iyiliğe arka çıkmak. Evlerine ateşler düşen, yeryüzünün bütün salıncaklarından itilen, başlarını dağlara vura vura ve yüreklerini dalgalara çarpa çarpa büyüyen çocuklarımıza merhamet kanatlarını indirmek. Onları kazadan beladan sakınır gibi kucaklamak. Hayatımız gibi şiirimiz de bu çabadan vareste değil elbette.
- Şiirlerin ardından deneme ve inceleme kitapları yayımladınız. Bu arada, tarihî romanlar geldi peş peşe. Roman yazmaya nasıl karar verdiniz?Bu yönelişte heves ve cesaret testi mi, ödev duygusu mu daha baskın?
-Şairler cesur insanlardır deyip ilave edeyim: Bir alanda yoğunlaşmayı değerli bulsam da hayat gibi edebiyata da daima bütünlüklü bakmaya çalıştım öteden beri. Kendimi insanî çabaların, birikimlerin hiçbirine müstağni ya da bigâne tutmadım. Çocukluğumdan beri her türde okudum. Yazdıklarımız da okumalarımızın ve tanıklıklarımızın hasılası aslında. Tarihî romana yönelmemde de bu tür okumaların etkisi olmuştur öncelikle. Diğer taraftan, şimdiye dek kaleme aldığım romanları yazmayı bir ödev olarak gördüğümü de söylemeliyim. Bir şair ödevi, bir edebiyatçı ödevi, edebiyatçı tarafı da olan bir müslümanın ödevi. Daha önce de dile getirdim; Nureddin Zengi’yi kimse yazmadığı için yazdım biraz da. Tarih içinde parıldayıp duran fakat üstü örtülen bir mücevher o. Benzeri pek nadir görülebilecek bir güzîde. Altıncı Raşid Halife diye takdim edilen, nitelikleri saymakla bitmeyen çok büyük bir kahraman. Kitaplarda onunla karşılaştığımda çok heyecanlandım. Yıllarca aradığı kıymetli bir dostuyla nihayet buluşmuş bir insan gibiydim. Yirmi yıla yayılan bir okuma, araştırma süreci var Nureddin Zengi romanında. Aynı şekilde, edebî bir tat alarak ve yüzümüz kızarmadan okuyabileceğimiz bir Selahaddin romanı olmasını da istedim. Doğu ve Batı edebiyatlarında tanınmaz hâle getirilmiş çünkü Selahaddin. İftiralar atılmış. İpe sapa gelmez aşk ve cinsellik hikâyeleriyle, hayatının ve mücadelesinin üstü örtülmüş. O büyük cehdi, hüznü ve yalnızlığı göz ardı edilmiş yahut zayıf, etkisiz bir edebiyatla aktarılmış. Baybars için de aynı şey söz konusu. Şöhreti ile gördüğü ilgi arasında ters bir orantı var, kölelikten sultanlığa yürüyen bu Kıpçak kahramanın. Tarih sahnesine peş peşe çıkan ve suyu tersine akıtmayı başaran bu büyük önderler hakkında, bizde, bırakın etkili bir romanı, dört başı mamur bir biyografi bile yoktu birkaç yıl öncesine kadar. Hâlbuki tarih, biraz da kim yazarsa, kim ilgilenirse onundur. Bir şeyin kendisinden, kendi gerçeğinden sonra en değerli, en kıymetli tarafı onun sanat yoluyla anlatılması, yaşatılmasıdır. Hafıza inşası da asla hafife alınmaması gereken bir cehd alanıdır. Bu üçlemeyi hem tarihe düşkün bir okuyucu hem de coğrafyamızda özellikle son yıllarda yaşanan büyük acılar, büyük düşüş kalkışlar için bir çare ve güzergâh arayan dertli bir müslüman olarak yazdım. Yarasına merhem arayanlara omuz vermek için yazdım. Üçünün de yaşadıkları, söz aldıkları devirden günümüze yönelik çok önemli işaret fişekleri gönderdiklerini düşündüğüm için yazdım.
- Şark üçlemesinin ardından Mehmed Âkif romanı geldi, bu yılın hemen başında. Âkif’i çok sevdiğinizi biliyoruz. Makale ve şiirler yazdınız hakkında daha önce. Bu roman olmasaydı edebî çizginizde ciddi bir eksiklik, kopukluk hisseder miydiniz?
-En azından çeyrek asır okuduğum, anlattığım, makale ve denemeler yazarak yâd ettiğim bir sanatçıydı Mehmed Âkif. Karakter, dinî anlayış ve edebî tavır bakımından yakınlık hissettiğim bir ıslah önderiydi. Diğer taraftan 2023, Üstadımızın doğumunun 150. yılına tekabül ediyordu. Görebildiğim kadarıyla, Âkif hakkında da bütünlüklü bir roman yoktu. Yazacaksam, şimdi yazmalıyım, dedim. Günde ortalama on beş saat çalışarak kırk günde tamamladım yazımını. Roman formunda da olsa kısa kısa fakat farklı, yeni şeyler söylediğimi de düşünüyorum. Âkif’in çırpınışını, iç dünyasını, çaresizliğini yansıtmaya çalıştım. Dönemin şartları içerinde maruz kaldığı sıkıntılara da yer verdim. Bunlar, yeterince işlenmiş mevzular değil. Ayrıca, adı Âkif’le pek bir araya getirilmeyen isimler de görecektir okuyucu. Her bölümün sonunda onun hakkında önemli bir ismi konuşturdum. Hacmine oranla hem vaka çeşidi hem de şahıs kadrosu bağlamında zengin bir roman olduğu söylenebilir. Evet, yazmasaydım çok üzülürdüm. Hem hayatımda hem de iyi kötü çatmaya çalıştığımda külliyatımda ciddi bir eksiklik olur, gözüm arkada kalırdı. O yüzden Rabbime hamdediyorum.
- Romanlarınız, bir kahramanın yanında tarihî bir dönemi de yansıtıyor. Vaka zamanının ruhunu sağlıklı ve bütüncül bir şekilde verdiğinizi düşünüyor musunuz? Ayrıca, dil konusunda ayrı bir dikkati, söz dağarını öncelediğiniz söylenebilir mi?
-Biyografik roman yazmak, sanıldığının aksine çok zor. Gerçeğin, gerçekle ilişkinin yol açtığı bunaltıcı bir tazyik var her şeyden önce. Mayınlı bir arazide yürüyormuş gibi, akılda tutmanız gereken pek çok ayrıntı var. Kronolojiye edebiyat aşısı yaparak bir metin oluşturmak marifet değil, yeterli değil. İyi okumanız, araştırmanız, öğrenmeniz gerekiyor evvela. Temel yükseltileri, önemli dönemeçleri iyi belirlemeniz gerekiyor. Biyografinin üstünü örtmemeye çalışıyorum ben. Okuyucunun, üzerinde durulan kişi hakkında, onun hayatı ve mücadelesi hakkında derli toplu bir bilgiye, kanaate ulaşmasını önemsiyorum ilkin. Yer yer, yarı belgesel bir özellik vardır o yüzden ilk iki romanda. Kurgunun yanı sıra dil ve anlatım konusunda da hassasiyet gösteriyorum elbette. “Anadolu” deyip geçiyor adam mesela, o devirde nerede geçiyor böyle bir kelime? “Bizans” kelimesi bile kullanılmıyor hâlbuki. Günümüz okuyucusuna hitap edecek şekilde, günümüz Türkçesiyle yazılmış bir roman olsa da en azından o dönemin ruhuna açık bir şekilde ters düşecek kelimeleri kullanmamaya çalışıyorum. Amin Maalouf, Fransızcasını da gördüğüm bazı romanlarında, bin yıl önce yaşamış Doğulu bir kahramana “komplo, şömine, polo, makine, ajan, karavana” gibi görece yeni ya da teknik özelliğe sahip onlarca kelimeyi kullandırıyor mesela. Başka yazarlarda daha fazlası, daha beteri de var. Ben bu konuda da dikkatimi artırmaya çalışıyorum. O dönemdeki silahlarla, evlerde yahut çarşılarda görülen nesnelerle, giysilerle ilgili kitaplar, yazılar okuyorum önce. Bir okuyucu olarak ilk bakışta dikkatimizi çekmeyen birçok şeyi doğru ve makul bir şekilde anlatmanın zorluğunu, işin içine girince daha iyi anlıyor insan. Kalburüstü tarihî romanları dikkatle okudum bu süreçte. Yazarken de günde on saat çalıştım. Uzmanlara danıştım. Tercümeler yaptırdım hatta. Konuşmalarda, karakterin ve dönemin ruhuna uygun düşmeyecek kelimeleri kullanmaktan kaçındım. Söz varlığı için ayrı bir defter tuttum.
- Sizde iz bırakan kitaplar hangileri? Bize, kesinlikle okunmalı, dediğiniz birkaç kitap adı verebilir misiniz?
-Bu soruyla karşılaştığımda, zihnimde hemencecik onlarca isim belirmiyor. Çok kitaptan azar azar etkilenmişim demek ki. Yaşıma, mizacıma, ilgilerime, kanaatlerime, gelişim çizgime bağlı olarak kademe kademe değişmiş edebî kimyama karışan isimler. Açık bir kirlilik ve kötülük içermeyen bütün insanlık birikimine de açığız sonuçta. Edebiyat ve sanat alanında da hem kendi geleneğimizden, tarihimizden, örneklerimizden hem de bütün bir insanlık okyanusundan alacağımız, öğreneceğimiz şeyler var şüphesiz. Bugün de yoğunlaştığım türe ve konuya göre şekillenen masam, genellikle karışık ve kalabalıktır. Mealleri, ansiklopedileri, iri cüsseli eserleri saymazsak, sayfaları hurdahaş olmuş kitaplar arasında “Safahat”, “Gün Doğmadan”, “Esrarlı Ada”, “Doğu ile Batı Arasında İslâm”, geri dörtlüyü oluşturur. Klasik örneklerin yanında İkinci Yenicilerin, Cahit Zarifoğlu’nun, İsmet Özel’in birçok şiiri ezberimdedir. Kemal Tahir’e ara sıra muhakkak dönerim. Metin Önal Mengüşoğlu’nun Düşünmek Farzdır kitabı, sadece adıyla bile zihnimde uğuldar bazen. Jules Verne’in bazı romanlarını dört beş kez okumuşumdur. Homeric’in Moğol Kurdu, okuduğum en iyi tarihî romandır diyebilirim. Rafet Elçi’nin Şair’ini, İhsan Oktay Anar’ın Amat’ını da muhakkak anmalıyım.
- Emeklilik günleri nasıl geçiyor edebiyat ve sanat açısından?
-Hastalık ve yoğunluğumu da dikkate alarak, daha fazla okuyup yazabilmek için istedim emekliliği. Fakat umduğum kadar verimli bir dönem olmadı. Salgın yılları, kapanmalar, coğrafyamızda ve dünya genelinde yaşanan sıkıntılar, dahası birçok şehrimizi yerle bir eden, birçok kardeşimizi bizden alan büyük depremler de yaşama sevincimizi, cehdimizi azalttı ister istemez. Işığın yanında, ümidin evleğinde, kardeşlik ve dayanışmanın avlusunda, kitabın gölgesinde durmaya çalışıyorum yine de. Eskisi kadar şiir yazamıyorum ne yazık ki. Kendimi zorlayarak da olsa bir iki dergiye katkıda bulunmaya çalışıyorum her ay. Eski kitaplarımı gözden geçiriyorum, yeni planlar yapıyorum ufak ufak. Okuyorum daha çok. Kıramadığımız kardeşlerimiz, dostlarımız oluyor; sayısını azaltsam da programlara gidiyorum ara sıra. Orda burda kalan yazılarımı toparlıyorum bazen, kitaplaştırmak için. Yazmaya başladığım iki roman daha var. Ölmeden külliyatı tamamlanmış görebilirsem başka bir şey istemem. Aslolan, iyi ve nitelikli bir hayat elbette. Elimde kor bir ateş varmış gibi koşarak, çırpınarak, soluk soluğa kalarak gitmek isterim ölüme de.
-Bu söyleşiyi gerçekleştirmemize vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
-Ben de size ve Yitiksöz’e teşekkür ederim. Sağ olun. Var olun.
Süleyman Ceran
Yitiksöz Sayı-20