Ali Işık’la Edebiyat, Hayat ve Öykü Üzerine

 

- Sanata, edebiyata ve öyküye doğrudan değinmeden evvel, -belki de bir çerçeve çizebilmek için- çok kadim bir sorgulayışın kapısını aralamak istiyorum. Beni Hikâyeden Çıkart kitabınızda “Hayat resmin ardındadır, yırtamazsan göremezsin. Ön yüzünde oyalanır durursun.” cümlesine yer veriyorsunuz. Buradan hareketle, edebiyatın hayatınıza katkısı yahut hayatınızdaki anlamı nedir?

 

- Dünyayla aramıza mesafe koymamıza çok az şey yardımcı oluyor. İnsan dünya denen bu kaygan zeminde yürürken durup bakmak, bakıp görmek ve görüp anlamak için tutunacak tutamaklar arıyor. Bu arayışta insanın görmesi için gözlerinden, duyması için kulaklarından daha fazlasına ihtiyacı oluyor. Yatay biçimde yaşadığımız bu hayatın akıp giden nehrinden bizi çekip çıkartacak, dikey boyuta ulaştıracak alanlardan birinin de edebiyat olduğunu düşünüyorum. Marcel Proust da “Şu yaşadığımız hayat aslında gerçek hayat değil, bu hayatın altında gürül gürül akan başka bir hayat daha var.” derken o hayata ulaşmanın yollarından birinin de edebiyat olduğunu söyler.

 

Görebilmek için gördüğümüzü yırtmak gerekir. Yırtmazsak ön yüzünde oyalanır dururuz. Resmin ardındaki hayata ulaşmak için görünen, içinde yüzdüğümüz şu hayatı aşmak gerekiyor. İyi edebiyat metninin de bize bu imkânı sağladığını söyleyebiliriz. İşte bu imkânı kullanarak hayatımın ön yüzünden sıyrılıp zaman zaman öte yüzüne başımı uzatabildiğimi düşünüyorum. Bunu söylerken edebiyatı kutsamıyorum. Edebiyat hayatımı kaplayan, kapatan bir yerde değil elbette. Aksi hâlde hayatı ıskalarız. Edebiyatın insanı iğfal eden tarafını da göz ardı etmemek gerekiyor.

 

- “Bekleme Salonu”, “Beni Hikâyeden Çıkart” ve son kitabınız olan “Uzaklık Yaralar” kronolojik olarak irdelendiğinde; daha yerel hikâye ve dar hudutlu alanlardan daha geniş coğrafyalara uzandığınız söylenebilir. Özellikle “Uzaklık Yaralar” merkeze alındığında dünyanın çok farklı coğrafyalarını merkeze alan öykülerden bahsetmek mümkün. Öykünüzün bu yolcuğunu nasıl tarif edersiniz?

 

- Yürünmemiş yolları tercih ederek iz bırakma gayreti sahici her yazarın önceliğidir. Ben çoğu yazarın çıkmayı pek tercih etmediği güvenli ve gri alandan uzaklaşarak yazmak istiyorum. O gri alanın dışında gezinmek seslerin, sözlerin nefesini açıyor. Hayat zenginleşiyor. Uzaklık Yaralar’da Afrika’da, Ortadoğu’da, Balkanlar’da gezinme sebebim biraz bu. Düşünürken yolum oralara düştü. Dünyanın farklı coğrafyalarını merkeze alan öyküler yazmak aslında ciddi sorunları da barındırır. Öykünün form olarak bir gezi yazısına dönüşme riski var. Öykü formunu korumak oldukça zor. Bu hususu yanımda taşıyarak dolaştım diyebilirim.

 

Kitapların yolculuğu yazarın yolculuğunun iz düşümüdür. Öykülerimin atmosferi dar alandan geniş coğrafyalara genişliyor gibi görünse de merkeze insanı alması hasebiyle akraba öykülerden oluştuğunu söyleyebilirim. Yazmak, bir yalnızlıktan başka bir yalnızlığa yolculuktur en nihayetinde.

 

Bir de ismet Özel’in “Uzak nedir? / Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için /gidecek yer ne kadar uzak olabilir?” dizelerinde dediği gibi, uzak dediğimiz nedir ki?

- Bekleme Salonu’nda “Sözcükler, anlamlarıyla karşılaşılmadığında ne kadar uzak insana.”, Uzaklık Yaralar’da ise “Bilirsiniz sözcükler, kullanılmadığında paslanır. Tanınmaz hâle gelir.” cümlelerine yer veriyorsunuz. Sırasıyla kitaplarınızda sözcük kavramı üzerine bir şeyler söylemiş olmanız, temel ürününüz olan “sözcükler” üzerine düşündüğünüzü gösteriyor. Kimi zaman sizden uzaklaşan, kimi zaman paslanıp tanınmaz hâle gelen sözcükler sizin için ne ifade ediyor?

 

Biz nesnelerle önce sessizlik içinde karşılaşırız. Onları adlarıyla tanıdığımızı hatırlarız. Sözlükleri, anlamın sözcüklere kavuşma ânını ve sözcüklerin anlamdan yakasını kurtardığı ânları düşünmek insanı büyüleyen bir şey. Yazar dilin içine yerleşmiş sözcüklerle kuşatıldığından sözcükler yazarın gözlükleri; anlamasının ve anlatmasının tek ve daimî araçlarıdır. Renkler ressam için neyse sözcükler de yazar için odur. Ressamlar düşünü renkler üzerinden görürken yazar da düşünü sözcüklerle sürdürür. Zihninde dönüp duran düşü sözcüklerle yakalar. Bir sözcük olmadık bir anda diplerde unutulmuş bir düşü canlandırıverir. Sözcüklerle kendimizi korur ve kendimizi ifade etme şansı buluruz.

 

Yaşanan ve rastlanan sözcükler vardır. Söz, eylemin belli bir ânıdır. Bazı sözcükler eylemin dışında tam olarak anlaşılamaz. Eylemde ortaya çıkar. Öyle anlaşılır. Acı hepimiz için sıradan, dilimizden kayıp düşen basit bir sözcükken esas anlamını kuşandığı zamanlar olur. Acı, tam olarak orada acıdır. Dolayısıyla sözcükler canlıdır. Ölmekte olan sözcük bile yazarın elinde tekrar canlanabilir. Okurlar ve yazarlar için dillendirildiğinde canlanan, havada gezinen anlamını hızlıca arayıp bulan sözcükler, gürül gürül akan bir nehir canlılığındadır.

 

Sessizlik de sözcüklerin bir ânıdır. Susmak, konuşma çeşitlerinden biridir. Siz sorunca fark ettim. Son öykümde de şöyle bir cümle geçiyor: “Sesleri tutmaya çalıştım. Olmadı. Sözcüklerim delikti. Birikmedi.”

 

Sözcüklerin görevi de bir yere kadar. Sonrası sözsüz yürünür. Orası bizi aşar.- Beni Hikâyeden Çıkart, ciltçilikten oymacılığa kadar pek çok kadim mesleğin öyküsüne ev sahipliği yapıyor. Bu eserdeki daha bireysel konumlandırılmış ve anlamlandırılmış karakterlerden, Uzaklık Yaralar’daki daha evrensel “öteki”lere uzanan bir karakter yolcuğunuz var. Karakterlerinizin bu yolcuğunu, bir yol arkadaşı olarak nasıl anlamlandırırsınız?

 

- Öykü yazmanın en önemli imkânlarından biri de karakterlerinizle yaptığınız bu yolculuk olsa gerek. Yazarken ya da yazdıktan sonra konuşacak, dertleşecek birilerini bulabilirsiniz. Karakterlerinizle günlerce konuşur, onları anlamak için çabalarsınız. Kendinizden taşabilir, başkalarının gözünden hayata bakabilirsiniz.

 

Karakterlerinizle en fazla konuşacağınız, tartışacağınız şey gerçekliktir. “Gerçek nedir?” sorusu, peşinizi bırakmaz. Bu da hikâyenin ve karakterlerin yazarına sunduğu başka bir imkândır sanırım. Gerçeğin ne olduğu sorusu bir yazarın zihninde her an dipdiri bir şekilde çakılıdır.

 

Hemingway, “Bütün iyi kitapların ortak bir özelliği vardır; gerçekte olanlardan daha sahicidirler.” der; Robert Fulford ise “Gerçeklerin iyi bir hikâyenin önüne geçmesine asla izin verme.” diye öğütler yazarı.

 

Karakterlerimin yol arkadaşlığı benim yalnızlığımı yaşanabilir hâle getiriyor. Bu da bana yetiyor.

- Eserlerinizin tamamında kuşatıcı ve yüklerinden arınmış bir üslup söz konusu. Müellifin dünya ile arasındaki mesafeyi, hayatın içinden çektiği hikâye ve karakterlerden yola çıkarak tespit etmek mümkün olsa da bu anlamda daha belirleyici olanın üslup olduğunu düşünmekteyim. Metnin değişen formlarına rağmen daha durağan olan üslup hakkında neler söylemek istersiniz?

 

Buffon, “Üslûp insanın ta kendisidir.” der. Hayatımızın, ilişkilerimizin ve dünyamızın ortasında var olma tarzımızın unsurlarının başında üslubumuz gelir. O bizim düşünme biçimimizi dahi belirler. Yaşama biçimimizle yazma üslubumuz birbirine bezer. İyi yazarın üslûbunun temelini fazlalıklardan kurtulması oluşturur. Bu, aynı zamanda erdemli kişilerin özelliklerindendir. Üslubun yazara katkısı da özgünlüktür. O her yazarın peşinde koştuğu özellik. Edebiyatımın da üslubumun da merkezini sahicilik oluştursun isterim. Titizlenmeye gayret ettiğim şey budur.

 

- Son dönem Türk tahkiyesinde en büyük sorunlardan biri olduğu düşünülen “hikâyesi olmayan öyküler”e dair ne düşünüyorsunuz?

 

Elbette çok şey söylenebilir ama anlamın dağıldığı günümüzde bu konuda sözün bir kıymet-i harbiyesi yok sanırım. Bu soruya en güzel cevabın hikâyesi olan öyküler yazarak verilebileceği kanaatindeyim. Edebiyat tanımlar üzerinden değil iyi metinler üzerinden ilerliyor. Gayretkeş okur o metinlere bir şekilde ulaşıyor. İnsanın ve zamanın ruhuna değmemiş, hikâyesi olmayan hünsa metinlerin yarınının olmayacağını hepimiz biliyoruz.

 

- Bir söyleşinizde “Yazdıklarınız kadar ne yazdığınızdan ve niçin yazdığınızdan da sorumlusunuz. Dünyaya gelişimiz ile aslında bir hikâye içine doğuyoruz. Daha sonra ise kendi hikâyenizin içine giriyorsunuz.” cümlelerini sarf ediyorsunuz. İnsanların şimdiki zamanı ıskalayıp kendi hikâyesine girmeyi ihmal ettiği bir çağda, Ali Işık kendi hikâyesine dâhil olabiliyor mu?

 

- İnsan dünyaya, büyük bir hikâyenin içine doğuyor. Ailesi, içinde yaşadığı toplum, kültürel ve sosyal bağları, bu büyük hikâyenin önemli unsurlarını oluşturuyor. İnsan, bu büyük hikâyenin içerisinde, tercihleriyle kendi hikâyesini de kurmaya başlıyor. İnsan anlamla ilişkisini büyük oranda hikâyeler üzerinden kurduğu için insanın hikâye kurma biçimi, kendini anlama biçimini de etkiliyor. Kendi varlığını hikâyelerle anlayan, inşa eden insanın bu uğraşını, “içinde bulunduğu büyük hikâyeyi anlama çabası” olarak tanımlayabiliriz. Benim de edebiyat uğraşım hikâyenin içinde kaybolmadan onu anlama ve ona dâhil olabilme gayretinden ibaret. Hikâyesi üzerinden insanı kavrayabilmek. Yani kendi hikayemden yola çıkarak ahenge katılmak. Kendimle aramda ki mesafeyi daraltma çabası da diyebilirim. Kendi hikâyeme dâhil olup olamadığımı ölçebilecek durumda değilim. Gayret bizden tevfik Allah'tan.

 

Paul Auster, “Hikâyelerimizin bilinmesini ister ve bunların değerli olduğuna inanırız. Bir hikâyemiz olmadığını anlamak, varlığımızın anlamsız olduğunu fark etmektir; bunu kaldıramayabiliriz.” der. Ben de aynı şekilde düşünüyorum. Hikâyemize dahil olamadığımızda varlığımızın da anlamsız olduğunu düşünmeye başlarız.

 

- Üç eseriniz arasındaki süre ve bunların kendi içlerindeki yolculukları, metinlerinizde tekrara düşmemenin ve hem dikey hem de yatay mânâda yeni öyküler kurmaya çalışmanın göstergelerinden birisi olabilir. Öykünün ve öykücünün kendini yenilemesi ve hikâyenin tekrara düşmesi meselelerini buradan hareketle değerlendirir misiniz?

 

- Öykü yazmak benim için bir düşünme, yoğrulma ve o hâli yaşama biçimi. Yazdığım öykü beni bir yerden bir yere taşımıyorsa okura ne söyleyebilir ki?

 

Kitaplarımın yayımlanmasından sonra uzun süre yazamıyorum. Kendimce yeni bir dil arıyorum. Bu, öykü yazmamı zorlaştırıyorsa da yeni bir sesle seslenmeyi önemsiyorum. Başarabiliyor muyum bilemiyorum ama bu titizliğe öykünün ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Yazarın sözü çoğaltmaya hakkının olmadığını, söyleyeceği sözü imbikten geçirerek söylemesi gerektiğini düşünüyorum. Yaşadığımız bu hız çağına ters bir düşünce olduğunun farkındayım. İçinde bulunduğumuz zaman, hızlı tüketeceği yazı ve yazar istiyor. Buna teşne çok yazar var.  Bu sele kapılmamak ciddi çaba gerektiriyor.

 

Öykünün ve öykücünün kendini yenilemesi ve hikâyenin tekrara düşmesi meselesinin temelinde emek ve titizlik yatıyor. Emek ve titizlik öyküyü de öykücüyü de yeniler.

 

- “Bir Hikâyenin Etrafında Toplanmak” adlı öykünüzün öncesini bir Cemal Şakar öyküsünde görüyoruz. Etrafında toplandığınız bu hikâyenin aslı nedir?

 

- İlk öyküyü İsmail Özen yazdı. Onun yazdığı öyküye Cemal Şakar bir öyküyle dâhil oldu. Yazdığı öyküye bizi de dâhil etti. Bir Hikâyenin Etrafında Toplanmak, serinin üçüncü öyküsü oldu. Daha eklenecek öyküler olacaktır.

 

- Uzaklık Yaralar’da “Hayat aldığınız nefeslerin toplamı değil, nefesinizi kesen anların toplamıdır.” diyorsunuz. Nefesinizi en fazla kesen öykünüzü paylaşabilir misiniz?

 

- Öyküler arasında böyle bir sıralama yapmak okura haksızlık olacaktır. Okurdan aldığım tepkiler de beni doğruluyor. Yazar, bazen dillendirmese de öyküleri arasında kendince bir sıralama yapar. Ama sonlara yerleştirdiği öykülerinin okurda daha fazla karşılık bulduğunu gördüğünde bu sıralamanın bir anlamının olmadığını anlar. Öyküler iki kapak arasına girip okura ulaştığında artık yazarından kopmuştur. Kendi yolculukları başlar. Yazar eserlerinin yolculuklarını uzaktan sessizce seyretmekle yetinmelidir.

 

- Pek çok yazarın metninde öncelediği, ona diğerlerinden daha fazla önem atfedip işçilik yaptığı bir kavramdan bahsetmek mümkün. Ali Işık öykülerinde bilinçli olarak neyi önceler?

 

- Nasıl anlattığım kadar ne anlattığım da benim için çok önemli. Ben öykülerimde bilinçli olarak samimiyeti ve sahiciliği önemserim. Çünkü sahicilik karakterin kuklaya dönüşmesini engeller. 

 

Mehmet  Önder Karakaş 

 

Yitiksöz Sayı-5