Arif Ay ile Şiirin Gölgesinde ve Dik Durmak Dolayımında Söyleşi

Ali Karaçalı: Sayın Ay, geçtiğimiz ekim ve kasım ayları içinde peş peşe yeni kitaplarınız yayımlandı. İkisi şiir: Puslar İçinde ve Şiirimin Şehirleri, ikisi deneme: Şiirin Gölgesinde ve Dik Durmak, biri de öykü: Saat Yirmi Dörtte Saksafon Dersi olmak üzere beş kitap. Oldukça heyecan verici olmalı? 

 

Arif Ay: Evet, sevindirici tabii. Bu beş kitabın ikisi yeni. Şiirimin Şehirleri’nin ve Saat Yirmi Dörtte Saksafon Dersi’nin yeni basımları yapıldı. Puslar İçinde yayınevinin daha doğrusu İbrahim Tenekeci’nin bütün şiirlerimden yaptığı bir seçki. Yeni olan Şiirin Gölgesinde ve Dik Durmak: Edebiyat dergisinde Musa Deniz ve Eyüp Önder imzalarıyla yazdığım denemelerden oluşan Gece Yazıları’ndan (1993) sonra, otuz yıllık bir zaman diliminde yazdığım yazılardan bir bölümünün toplandığı iki yeni kitap. Kitaplaşacak epeyce yazı var daha. Sanırım dört beş kitabı bulur. Biliyorsun, Gece Yazıları’ndan sonra hiç deneme kitabım yayımlanmadı. Bu yüzden hayli birikmiş yazı var. Çoğu yazıları bulmakta güçlük çekiyorum. Özellikle bilgisayar öncesine ait yazıları… Bir de buna bilgisayar kullanma becerimin olmadığını eklersek işim hayli zor… Gazetelerde yazmışım, şimdi adı sanı unutulmuş dergilerde yazmışım vs. Üstelik bu yazıların çoğunun gözden geçirilmesi gerekiyor. Yani, usta bir editörlük çalışması gerektiriyor. Her neyse… Görelim Mevla neyler / Neylerse güzel eyler.

 

Öncelikle şunu belirtmeliyim: Birçoğunu yıllar içinde dergi sayfalarında okuduğum yazılardan oluşan Şiirin Gölgesinde ve Dik Durmak’ta yer alan denemeleri yeniden ve bir kitap bütünlüğü içinde okurken, belki de uzun yıllara dayanan dostluk ve yol arkadaşlığımızın getirdiği duygudaşlıkla farklı bir coşku yaşadım. Yolda tanıdık izleri görmenin hoşluğu ve heyecanı diyeyim. 

 

Ali Karaçalı: Şiirin Gölgesinde kitabınızda Nuri Pakdil’den başlayarak Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Alaeddin Özdenören, Behçet Necatigil, Hüsrev Hatemi, Mehmet Ragıp Karcı, İlhami Çiçek, Kâmil Eşfak Berki, Necat Çavuş, İbrahim Tenekeci, Suavi Kemal Yazgıç, gibi şairlerin yanında Aliya İzzetbegoviç, Rauf Mutluay, Vedat Günyol, Doğan Hızlan N. Ahmet Özalp, İbrahim Demirci, Hasan Aycın, Abdullah Harmancı gibi edebiyatın ve sanatın diğer türlerinde ürün veren isimler de var.

Kitapta çoğunlukla şiir ekseninde yazılar var elbette ama şiirin dışında sanatın, edebiyatın diğer alanlarıyla ilgili denemeler de var. Bazen bir şiirden, bazen bir kitaptan bazen de bütünüyle yazar kimliğinden yola çıkan yazılar. Arif Ay, kuşkusuz öncelikle şair kimliğiyle önde duruyor ama bunun yanında denemeler, öyküler, günlükler de yazıyor. Bütün bunlar neden şiirin gölgesinde? Şiirin gölgesi bize neyi ima ediyor?

Arif Ay: Tabii, bir şair olarak hangi türde yazarsam yazayım, metinlerin oluşumunda şairce bir bakış, şairce bir yaklaşım ve dil öne çıkıyor. Dolaysıyla, denemeler de, öyküler de, hatta günlük ve mektuplar da hayata şiir penceresinden bakışın izlerini taşır. Şiirin gölgesinde demem, ‘ben şairim ve işim şiir yazmak, öteki türler pek de önemli değil benim için’ şeklinde anlaşılmasın. Şiire ne kadar emek veriyorsam, şiiri ne kadar önemsiyorsam, şiir dışında yazdıklarımı da o ölçüde önemsiyorum, onlara da emek veriyorum.

 

Şiirin Gölgesinde, şiir üzerine yazılan yazıların daha yoğun olduğu bir kitap. Dik Durmak, daha çok toplumsal ve siyasi içerikli yazılardan oluşuyor. Her iki kitapta, otuz yıl önce yazdığım yazılarla, son yıllarda yazdığım yazılar bir araya geldi. Bu nedenle Dik Durmak’ın girişine önsöz koydum. Bu kitaptaki kimi yazılarda anlatılan olayları, durumları, kişileri bugün çoğu insan hatırlamaz bile.

 

Sözgelimi Başbakan Ecevit’in Amerika seyahatinde Clinton karşısındaki o ezik duruşunu, ağa karşısında maraba duruşunu kim hatırlar? Ya da Arjantin’deki yağmalama olaylarından hareketle, günlerce süren, Türkiye’de de yağmalama olur mu olmaz mı tartışmalarını, Demirel’in halkı suçlayan: “Suçlu sensin, oyunu pırasa gibi doğramasaydın.” sözünü kim hatırlar? Toparlarsak, şiirin gölgesi, sanata, edebiyata, topluma ve siyasete özgün bakışımızı ima eder.

Ali Karaçalı:  Kitabın ilk beş yazısı merhum Nuri Pakdil’le ilgili. Onunla olan hukukunuz ve uzun yol arkadaşlığınız biliniyor. Bugünden geriye doğru baktığınızda, ufku, açısı ve önerileri bakımından Nuri Pakdil’le ilgili hangi hususların altını çizmek ve bir kez daha vurgulamak istersiniz?

 

Arif Ay:  Nuri Pakdil’le elli yıla yakın bir yol arkadaşlığımız var; 1972’de üniversiteye başladığım yıl tanışmıştım. Nuri Pakdil, bize çok şey öğretti. Öncelikle, dünyaya bakışımızı ve dünya görüşümüzü belirginleştirdi. Bu çağda Müslüman’ın nelerden vazgeçip, nelerden vazgeçmeyeceğini yaşayışıyla, yazdıklarıyla ortaya koydu.

 

O, İslam’ın en temel kavramlarından biri olan şirk kavramını tüm anlam boyutuyla gündeme getirdi ve gündemde tuttu. Çünkü, şirk çağında yaşıyoruz. Herkesin bir putu var. O, puta teslim olmamış, şirke teslim olmamış insanı aradı hep. Onun için sanat bir amaç değil, bir araçtı. Çünkü öncelik, Allah’ın buyruklarının hayata kaim kılınmasındadır. Bize dostluğu, arkadaşlığı, dayanışmayı öğretti. Hayat, bir dava uğruna yaşandığında anlamlıdır.  Bunu öğretti bize. O, insanın bilincine ve kalbine hitap etti. O, vicdandan uzaklaşan çağın insanını, vicdanıyla buluşturmaya çalıştı ve bu buluşmayı sağlayacak bir düşünüş biçimi ortaya koydu kitaplarında. “Her şey eksilebilirdi insanda; ama, vicdan, asla!

 

Bütün karanlıklarda ışığımızdı, jeneratörümüzdü: ‘Hak-Alınteri-Emek!’” der. Çünkü, vicdanı sürekli kanayan bir insandı. İnsanın İslam’la bağları kopartıldığı için kanardı onun vicdanı. O, hücrelerine kadar muhalifti. Nuri Pakdil, kendi ifadesiyle “sapına kadar İslam devrimcisiydi.” O, gerçek bir âşıktı; aşkın her boyutuyla. Allah’ın rahmeti üzerine olsun.

 

Ali Karaçalı: Şiirin Gölgesinde’de, şairler ve şiir kitapları üzerine değerlendirme yazılarının yanında “Edebiyatımızın Yörüngesi”, “Hazreti Ali Cenkleri”, “Ruhunu Kaybeden Dünya”, “Öfkenin Baharı”, “Kendini Aldatmak”, “Hüzünlü Orucum”, “Açlık” gibi daha çok Arif Ay’ın iç dünyasını, sanata, edebiyata, siyasaya, dahası dünyaya bakışını yansıtan başlıklar da var. Saydığım başlıklardan ödünç alarak söylersem, ruhunu kaybeden bu dünyada, yörüngesini kaybetmiş bir edebî dünyanın içinde yaşıyor ve yazıyorsunuz. Zor olmalı. Çok güzel sevda ve aşk şiirleri de yazdınız, kavga şiirleri de. Son dönem yazdığınız şiirlerde de yeni yayımlanan Dik Durmak ve Şiirin Gülgesinde kitaplarında yer alan yazılarda da satırlar arasından buram buram öfke yükseliyor. Ta ilk kitabınız Hıra’da söylemiştiniz: “Öfkemiz sevgimizden sıcak şimdi.” Öfke’nin tek başına olumsuz bir çağrışımı da var biliyorsunuz. Bu hangi Öfke? Nasıl anlamalıyız?

 

Arif Ay:   Buradaki öfke, Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi fikir öfkesidir. Kişisel, nefsani bir öfke değil. İdeolojik bir öfke. Kısacası, buğzun dışa yansıyan hâli diyebiliriz. Küfre karşı en son silahımız buğz etmektir. Bu, çoğu zaman öfke şeklinde dışa vurulur. Esas olan sevgidir kuşkusuz; fakat, kötülüğün, çirkinliğin ayyuka çıktığı bir ortamda sevgi nasıl gerçekleşecek? Önce sevgiye, iyiliğe, güzelliğe yer açmak gerekir. Bunun için de ortam kötülükten temizlenmiş olmalı. Hıra’daki şu dizeler tam da bunun karşılığı: gelirsem yâri almaya / öfkeyle girilen yer kalmaya / dost geldik dost olmaya. Yine Hıra’da: bizi bir yangına su diye / bir öfkeye hedef ettiler / sevgimizi beter / yâri beter ettiler / ellerimiz öyle soğuk diye biten dizeler var.

 

Belirttiğiniz gibi ruhunu kaybetmiş bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar robotlaştırıldı âdeta. Her türlü kötülüğü, her türlü vahşeti sergilemek için bir düğmeye basmak yetiyor. Bu korkunç! İnsanlık akrep misali kendi kendini zehirleyip yok etmenin eşiğinde. Ayrıca, dünya cahiller, caniler tarafından yönetiliyor. Sakallı Celâl’in sevdiğim bir sözü var: “Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür!” der. Bugün dünyadaki eğitim sistemi, ilahî kaynaktan yoksun bir eğitim sistemi. Diplomalı cahiller üretiyor. Dolaysıyla, dünyanın bugünkü durumu tam da Ziya Paşa’nın söylediği gibi: Ne günlere kaldık Gazi Hünkâr / Katır mühürdar oldu, eşek defterdar

 

Gel de öfkelenme!

 

Ali Karaçalı:  Dik Durmak’ta, okuma hikâyenizden başlayarak Türkiye’nin nereye gittiğine, pırasa doğramaktan doğulu olmaya, Etlik eteklerindeki ineklerden idrak tıkanıklığına, şeytanı yenmenin mutluluğundan necasetten taharete, delilikten E tipi fakülteye gibi başlıklar altında kimi kez ironik kimi kez dramatik kimi kez duygusal bir üslupla kaleme alınmış hayatın içinden, geniş anlamıyla siyasi ve daha serazat yazılar ile Ali Göçer, Ramazan Dikmen, Mustafa Ruhi Şirin, Yüksel Peker, Kamil Aydoğan, Beyhan Kanter, Mehmet Aycı, Şeyma Kısakürek Sönmezışık, Yıldırım Türk, Recep Kayalı, İsmail Aydoğan gibi edebî dünyanın içinden yazarların eserleri ve anıları ekseninde büyük bir zaman aralığında yazılmış değiniler ve değerlendirme yazıları var. Bütün bu yazılara toplam olarak baktığımızda kimi tespit ve kavramların ısrarla öne çıkarıldığını, vurgulandığını görüyoruz: İdrak tıkanıklığı, yörüngesizlik, yanlış din algısı, Türkiye’nin bitmeyen sistem sorunu…  Arif Ay’ın bunlarla bir meselesi mi var?

 

Arif Ay: Elbette sevgili Karaçalı. Bu konular sadece benim meselem değil, tüm Müslümanların meselesi olmalıdır. Bunları mesele edinenler ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmez günümüzde. Ne acı değil mi? Evet, yüz yılı aşkın bir süredir idrak tıkanıklığı içindeyiz. Bu hastalıklı durum, tüm edimlerimizde İslam’ı referans almayı terk etmemizden kaynaklanmaktadır. Tanzimat’la başlayan yörüngeden çıkış, başka galaksilerde yer edinme çabası, kafa karışıklığını da beraberinde getirmiştir. Öyle bir kafa karışıklığı ki tüm idrak damarlarımızı tıkamıştır. Bunu, sanattan siyasete, ekonomiye hayatın her alanında görüyoruz.

 

Ortak değerlerimizi, ortak kavramlarımızı kaybettiğimiz için birbirimizi anlayamıyoruz. Her birimiz bir başka yöne bakıyor. Kıblemizi kaybettik. İdrak tıkanıklığına kitaptan bir örnek vermek istiyorum.

 

Ahmed Haşim’in “Müslüman Saati” yazısını hepimiz severiz. Ama aynı Ahmed Haşim bu yazısını “Gazi” başlıklı bir yazısıyla tekzip eder. Şunu der: “…Alevden coşkun bir nehir halinde, köhne tarihin (Müslüman saatinin yaşandığı tarih) bütün enkazını süpüren ve yeni bir âlemin (Batılılaşma) meydana gelmesine yol açan fikirler kaynağı…” Günümüzden bir örnek: İlhan Berk hazırladığı “Aşk Elçisi” adlı antolojinin girişinde şunları der: “Yeryüzünde nice büyük küçük devrimler geçirmiş uluslar biliyoruz eski çağları kapayıp yeniçağlar açmışlar, ama hiçbirinin şiir tarihi bizimki gibi böylesine birbirinden kopmamıştır. Başka ulusların yeni ozanları geçmiş ozanların çizgilerini uzatırlar. Yerleri yine onların yanındadır. Bizim Tanzimat’tan sonraki şiirimiz, pek azı bir yana bunun tersi bir çizgi çizmiştir. Yani kendi toprağından kopmuştur. Kendisinin olmayan bir çizgiyi uzatmıştır. Bunun için özgün değildir. Bu bugün de değişmemiştir.” İlhan Berk bunları söyler ama Batıcı düzeni savunmaktan da geri durmaz.

 

Ali Karaçalı:  Artık Öteye Mektuplar yazıyorsunuz. Buradan umudunuzu kestiniz mi diye bir soru kendini dayatıyor ama ben bunu sormayacağım elbette. Geçtiğimiz aylarda Yeni Şafak Kitap Eki’nde yayımlanan bir mektubunuzu sosyal medyada paylaşırken şöyle bir ifade kullanmıştım. “Arif Ay’ın Öteye Mektuplar’ı sürüyor. Öte dediğine bakmayın: Size yazıyor.”  Neden öteye mektuplar? Arif Ay gerçekte bu mektupları kime yazıyor?

 

Arif Ay:  Mektuplar öteye yazılsa da okuru buradakiler. Bu mektuplar, bende iz bırakmış, toplumda iz bırakmış kişilere dair sevgiyi, saygıyı, kimilerine yönelik sorgulamayı içerir. O kişilere ilişkin toplumun belleğini tazeler. Dikkatten kaçmış bazı hususlar üzerinde yeniden düşünmeyi amaçlar. Bazı kişiler üzerindeki efsanevi örtüyü aralamaya çalışıyorum. O kişileri sahih tanınmalarına kapı aralamaya çalışıyorum.

 

Bu metinler hem bir mektup sıcaklığı, içtenliği taşıyacak hem de mektup yazılan kişilerin yaşarkenki kişisel, toplumsal tutumlarına ışık tutacak. Zor bir iş aslında. Zorluğun bir başka yanı, çok çeşitli kaynaklar üzerinden okumalar yapmak, notlar almak, kaynakların sahihliğini araştırmak vs. gibi iğneyle kuyu kazmak…

 

Mektup deyince Nuri Pakdil’i anmamak olmaz. O bir mektup ustasıydı. Her zaman bize mektup yazmayı önerirdi. Günümüzde mektup yazılmıyor artık. Şeyh Galip’le bağlayalım sözü: “Mektup yaz ki alışkanlıkların tazelensin.”

 

Konuşan: Ali Karaçalı

Yitiksöz Sayı-3