Arif Ay’la Edebiyat Dergisi ve Nuri Pakdil Dolayımında Sanat-Edebiyat Hayatı Üzerine

 

-Arif Ay adının geçtiği her ortamda onun derinden derine susmaları akla geliyor. Âdeta sükûttan örülmüş bir dünyada ikamet diyor gibidir. Bu derin susmaların izi, onun bütün hayatı boyunca sürülebiliyor. Acaba aile ortamının bu yoğun susmalarda bir payı var mıdır? Nasıl bir aile ortamına doğmuştur Arif Ay?

 

-Evet, suskun bir insanım. Bunun mizacımdan kaynaklandığını düşünüyorum. Elbette aile ortamının, yetişme tarzının bunda payı vardır. Özellikle köylerde büyükler çocuklarla konuşmaz. Çocuklar sadece dinlerler ve susarlar. Benim ailemde de durum farklı değildi. Annem okuma yazma bilmeyen, sadece evin işleriyle ilgilenen dokuz çocuk doğurmuş bir kadındı. Sözlü gelenekten edindiği zengin bir masal bilgisine sahipti. Uzun kış geceleri gaz lambasının loş ışığında bize masallar anlatırdı. Babam ise okuma yazmayı askerde öğrenmiş, sert mizaçlı, tez canlı, çabuk öfkelenen bir insandı. Bana okula gitmeden okuma-yazmayı üç ay içinde öğretmişti. Çok tokadını yedim bu arada. Evin geçimini Bor’da, Niğde’de sırtında halı kilim satarak sağlardı. Haftanın üç ya da dört günü köyde olmazdı. Köyümüz bir dağ köyüydü. 1950’li yıllarda köye araç çıkmazdı. Köye 5 km mesafedeki ana yola eşekle gidilir oradan geçen kamyon ya da otobüsle kasabaya ulaşılırdı. Ya da doğrudan eşekle kasabaya gidilirdi. Köyle kasaba arası 10 km. Kasabaya eşekle gitmek için sabah namazından sonra yola çıkmak gerekir. Geç kalındığında kasabanın pazarı dağılmış olurdu. “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye” hikâyesi böyle başlar. Köyde bağ bahçe hiçbir şeyimiz yoktu. Her şey pazardan temin edilirdi. Süt, yoğurt, yumurta dâhil. Eve odun taşımak, kasabaya gitmek gibi hizmetleri gören boz eşeğimiz evin en kıymetli demirbaşıydı. Onu köyün yamacında yaymakla, ona ot yolmakla görevliydim. Dolaysıyla hayatım özellikle yazın hep tabiatın içinde geçiyordu. Akranlarımla oynadığım nadirdi.

 

-Her insanın çocukluğu bitimsiz bir ülkedir. Çocukluk günlerinize bugünden baktığınızda aile ortamında okumaya, yazmaya, şiire tutulmanıza katkı sağlayan unsurlar var mıdır? Şayet varsa bu unsurlar üzerine neler söyleyebilirsiniz?

 

-Okuma yazmayı okula gitmeden öğrendiğim için büyük bir okuma isteği duyuyordum. Fakat evde okunacak kitap sayısı üçü beşi geçmiyordu: Küçük âşık hikâyeleri, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kesikbaş Hikâyeleri, Hazreti Ali Cenkleri, Battalgazi Destanı, Mevlit ve Latin harfleriyle basılmış Kur’an-ı Kerim… Dönüp dönüp okuduğum kitaplar. Bir de kasabadan yapılan alışverişlerde paket olarak bir şeye sarılmış gazete parçaları… Bu ilk okumaların ilerde şiir dünyamın oluşmasında mutlaka katkısı olmuştur. İlkokul üçüncü sınıfa kadar köyde okudum. Dördüncü ve beşinci sınıfları Ankara Balgat İlkokulu’nda okudum. Yine ortaokulu da Balgat Ortaokulu’nda okudum.

 

-Bor günlerinden zihninizde biriken çocukluk hatıralarından bahsetseniz hangi anılar öne çıkar acaba? Oradaki hayatınız nasıl bir seyir izler? Bor’daki radyo tamircisine hangi vesileyle yolunuz düştü? Radyo tamircisi nasıl bir kişilikti? Radyo tamircisiyle öncesinde bir tanışıklığınız, ilişkiniz var mıydı? Sezai Karakoç’un Sesler’ine giden bu süreç üzerine neler söylersiniz?

 

-Ankara Cumhuriyet Lisesi birinci sınıfta okurken ağabeyim artık seni okutamayacağız dedi ve ben kaydımı alarak Bor’a döndüm. Bor Şehit Nuri Pamir Lisesi’ne kaydoldum. Cumhuriyet Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenimiz Nesrin Kocatürk, yazdığım kompozisyon metnini beğendiği için bana Sait Faik’in birtakım hikâyelerini hediye etmişti ve bana yazmamı önermişti. Bor’a döndüğümde bu öneri doğrultusunda şiirler yazmaya başladım. Bunları Bor’un Sesi, Niğde’nin Sesi gibi yerel gazetelerde yayımlıyordum. Bor’da okuyan bir arkadaş gurubumuz oluştu. Radyo tamircisi Hazım Usta’yı da bu gurup sayesinde tanıdım. Dindarlığı nedeniyle ordudan atılmış bir astsubaydı. Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un kitaplarını İstanbul’dan getirtip bizlere dağıtıyordu. Dolayısıyla Sezai Karakoç’un Sesler kitabını da şiir yazdığımı bildiği için özellikle bana vermişti.

 

Hazım Usta, gayretli, idealist bir insandı. Gençlerle ilgilenmeyi kendine görev edinmişti. Milli Nizam Partisi’nin Bor teşkilatını kuranlardan da biriydi. Tabii, Sesler’i okuyunca şiir anlayışım tümden değişti. Yazdıklarımın şiir olmadığını gördüm ve uzun süre şiir yazmadım. Okumalarımı daha da hızlandırdım. Bor’da halı pazarının duvarına kitap sergisi açan bir adamdan her hafta üç-dört kitap alıp okuyordum. Adam dinî kitaplar satıyordu. Siyerler, ahlak kitapları, Gazali’nin kitapları, tefsirler, mealler… Gazali’nin İhyâü Ulûmi’d-Dîn adlı kitabını bu adamdan almıştım.

 

Tabii, babam bu kitap alışlarıma hayli bozuluyordu. Adam senden aldığı paralarla oğlunu evlendirdi, sen bekâr gez bakalım diyordu.

 

12 Mart Muhtırası’nı bu dönemde yaşadık. Öğretmenlerin bir bölümü solcu, bir bölümü sağcıydı. Bu durum öğrencilere de sirayet etmeye başlamıştı.

 

-Çocukluk günlerinde okuduğunuz ve unutamadığınız kitaplarınız var mıdır? Unutamadığınız bu kitapları nasıl keşfettiniz? Birilerinin işaret etmesiyle mi yoksa kendi kendinize mi?

 

İlk okuduğum roman Minyeli Abdullah’tı, çok etkilenmiştim. Yine, Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı da etkilendiğim kitaplardan bir diğeri. Daha sonraları Üstad Necip Fazıl’ın ve Sezai Karakoç’un kitapları… İnsan inancına sabitlenince seçim kendiliğinden geçekleşiyor. Artık muhalif ve İslâmcıydım.

 

-Bor’dan çıkıp ilkokul dönemindeyken Ankara’ya geliyorsunuz. Ankara’ya geliş sebepleriniz üzerine neler söylersiniz?

 

-Ankara’ya ilkokul üçüncü sınıfta geldim. O yıl ağabeyim evlenmişti ve Ankara’ya taşımıştı evini. Ağabeyim Karayollarında şoför olarak çalışıyordu. Borç harç iki göz bir gecekondu yaptırmıştı Balgat Çukurambar’da. Balgat o yıllarda (1960) Ankara’nın bir köyüydü.  Yengem okuma yazma bilmediğinden ona yardımcı olmam için beni Ankara’ya çağırdı. Babam da bir yaz kalsın, okullar açılınca tekrar köye dönmem koşuluyla beni gönderdi. Okullar açılınca ağabeyim beni Balgat İlkokulu’na kaydettirdi. Böylece lise birinci sınıfa kadar sürecek Ankara günlerim başlamış oldu.

 

-Elbette çocukluk döneminde Ankara’ya gelişiniz sizi derinden etkilemiştir. Aileden ayrılıyorsunuz sonuçta. Taşradan, küçük bir kasabadan büyük şehre gelirken neler hissettiniz acaba? Bu döneme dair anımsayabildiğiniz hayalleriniz, düşleriniz var mıdır geriye dönüp baktığınızda?

 

-Daha çocuktum. Nereye niçin gittiğimi de ayırt edemiyordum açıkçası. Yalnızca ağabeyimin yanına gittiğim için sevinçliydim.  Yaşıtlarım arasında gidişime üzülenler de sevinenler de olabilir. Yalnızca büyük bir şehre geldiğim duygusu içinde olduğumu söyleyebilirim. Orada ne yapacağımı da anlayabilmiş değildim.

 

-Sanat-edebiyatla ilk ilişkiniz kendi keşfiniz midir, bir yönlendirme neticesinde mi sanat-edebiyata ilginiz başladı? İlk ilgiler kalıcı tutkuları beraberinde getiriyor sonuçta. Kişiliğin oluşması, yetkinleşmesi de bu ilgiler sonucunda belirginlik kazanıyor. Bu süreçlere dair neler söylersiniz?

 

-Sanata edebiyata ilgim yukarıda da belirttiğim gibi lise birinci sınıfta edebiyat öğretmenimiz Nesrin Kocatürk’ün yönlendirmesiyle oldu. Nesrin Öğretmen mesleğini seven, dergileri takip eden, okumayı seven ideal bir edebiyat öğretmeniydi.

 

-Balgat Ortaokulu’nda okuduğunuz yıllarda daha çok hangi tür kitapları okudunuz? Söz konusu kitapları nasıl keşfettiniz?

 

-Ortaokulda o zamanın modası olan Tommiks, Teksas, Kinova gibi çizgi romanlar okuyordum. Mahalle bakkalından yirmi beş kuruşa kiralayarak. Okuduklarımı verip yenilerini alıyordum.

 

-İlk okuma ve yazma deneyiminizi kısaca anlatır mısınız? Yayımlanan ilk ürününüz neydi? Kaç yaşındayken bilinçli okuma uyanışı başladı sizde? Bu okumalara öncülük eden kişiler var mıydı? Şayet öncülük edenler kimseler varsa okuma serüveninizde bunların nasıl katkıları oldu?

 

Yukarıda belirttiğim gibi ilk okuma deneyimim köydeki evimizde okuduğum kitaplar. Bilinçli okumalarım lise birinci sınıfta başladı. Yazmaya da yine o yıllarda başladım.

 

-1960’ların sonlarında Bor Şehit Nuri Pamir Lisesi’nde okuyorsunuz. Tam da ideolojik süreçlerin ortasında geçiyor lise öğreniminiz. Liseli yıllarınızdan bahsetseniz nasıl bir fotoğraf çıkar ortaya?

 

-O yıllarda iki yaygara hâkimdi Türkiye’de; biri “Komünizm geliyor”, diğeri ise “Şeriat geliyor”. İkisi de gelmedi. Köylere kadar Komünizmle Mücadele Dernekleri kuruldu. Halk ise gerici ve yobaz olarak görülüyordu. Üstad Necip Fazıl Anadolu’yu adım adım dolaşarak konferanslar veriyordu. Niğde’de de konferans vermişti. Bor’a gelmeden karşılamaya gitmiştik. Coşkulu bir kalabalıkla Niğde’ye kadar büyük bir araç konvoyuyla takip etmiştik.

 

-Edebiyat dergisi ve Nuri Pakdil ile ne zaman, nerde, nasıl tanıştınız? Bu tanışma sırasında siz nerede, ne iş yapıyordunuz, Nuri Pakdil nerede, ne iş yapıyordu?

 

-Liseyi bitirdikten sonra üniversite sınavı sonunda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazandım. Daha doğrusu puanım ilk orayı tuttu. Daha sonra başka fakülteleri örneğin Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini de tuttu. Babam İlahiyat’ta oku müftü olursun diyerek kaydımı almama engel oldu. Sınıfın tamamına yakını imam hatip mezunu arkadaşlardı. Özellikle Arapça dersi onların seviyesinden başlatılmıştı. Uyum sağlamada epeyce zorlandım. Her neyse… Turan Koç sınıf arkadaşımdı. Turan, her ay Edebiyat dergisini fakülteye getiriyordu. Ondan alıp dergiyi okuyordum. Turan Koç’tan beni Nuri Pakdil’le tanıştırmasını istedim. Olur dedi ama bir türlü denk düşmedi tanışma işi. Sonunda kendim tanışmaya karar verdim. Derginin jeneriğinde yazılı olan adrese giderek Akay Yokuşu Demirler Pasajı’ndaki Edebiyat’ın kapısını çaldım. Nuri Pakdil tek başına oturuyordu. Selam verdim, kendimi tanıttım. Neler okuduğumu sordu, bir şeyler yazıp yazmadığımı sordu. Şiir yazıyorum dedim. Bir dahaki gelişinde şiirlerini de getir dedi. Birlikte çay içtik ve ben izin isteyip ayrıldım. Sanıyorum Nuri Pakdil, DPT’deki görevinden ayrılmış sadece dergiyle ilgileniyordu.

 

-Edebiyat dergisi ile tanışmanızdan önce Nuri Pakdil hakkında herhangi bir bilginiz var mıydı? Edebiyat dergisinin bir okuru olarak mı Nuri Pakdil’le tanıştınız.

 

-İlahiyata gelinceye kadar Edebiyat dergisini ve Nuri Pakdil adını duymamıştım. Ama dergiyi ilk okuyuşumda büyük bir ilgi oluşmuştu içimde. Tanıştıktan sonra her gün olmasa da sık sık uğramaya başlamıştım. Özellikle derginin çıktığı aybaşlarında mutlaka dergide olurdum.

 

-Edebiyat dergisi ve Nuri Pakdil ile ilişkiniz hangi düzlemde, hangi doğrultuda, ne kadar sürdü?

 

-Nuri Pakdil’le birlikteliğimiz elli yıla yakın sürdü. Derginin hem şair ve yazarıydım hem de öteki işleriyle ilgileniyordum. Derginin işlerini takip etmek için ÇİTOSAN’daki kütüphane memurluğumu bırakıp nöbetçi memuru oldum. Okuyordum.

 

-Edebiyat dergisi içinde üstlendiğiniz sorumlulukla üretken bir kişilik olarak görüyoruz sizi. Kendiniz için hayaliniz bu muydu, yoksa gerçekleşmemiş hayalleriniz var mıdır?

 

-Evet, hayalim buydu. Edebiyat eyleminin başarıya ulaşması. Meselemiz yazarlık değil, öğretimizin hayata hâkim kılınmasını gerçekleştirmekti. Dergi ve yayınlar eylemin bir aracıydı.

 

-Arif Ay’ın yaklaşımıyla Nuri Pakdil Edebiyat dergisiyle ne yapmayı amaçlıyordu?

 

-Yukarıda söylediğimi yapmaya çalışıyordu. İstanbul’a Edebiyat’ı dağıtmaya gittiğim aylardan birinde, bir yayınevi bir edebiyat ansiklopedisi hazırladığını madde sırasının da Nuri Pakdil’e geldiğini söyledi. Nuri Pakdil’in hayatına ilişkin bilgiler istiyorlardı. Ankara’ya dönünce Nuri Pakdil’e söyledim. Cevabı: “Efendim, biz yazarlık peşinde değiliz.” oldu.

 

-Nuri Pakdil’in ifadesiyle “Edebiyat Eylemi” nasıl bir eylemdir. Bu eylemin Arif Ay için anlamı nedir?-Bütün düşünsel kaynaklarını İslâm’dan alan özgün bir eylemdi. Putçuluğa, şirke, emperyalizme savaş açmış bir eylemdi. İslâm coğrafyasında ve dünyada tüm ezilenlerin yanında olan, evrensel bir yürüyüşü gerçekleştirmeyi amaçlayan bir eylemdi. Bu eylem benim için bir varoluş eylemiydi.-Sanat-edebiyat ve ideoloji konusunda yaklaşımınız nedir? Şair, ideolojik anlamda nerede durmalıdır?

 

-Şair ideolojik anlamda sanatın göbeğinde olmalı. İdeolojisi olmayan sanat lakırdıdan öteye geçmez. İnsanlara hakikati duyurmakla sorumluyuz. Kulluk bilincimiz bunu gerekli kılar. İdeolojiler öldü demek, insanlar sürüleşti demekle aynıdır. Sürüleşen dünyada insanlara kulluklarını hatırlatmakla sorumluyuz. Zulme ve haksızlıklara karşı direnmeye çağırmalıyız. Onlarda bilinçli bir dönüşümü gerçekleştirmeliyiz.

 

-Yaşadığınız dönem itibariyle, ülkemizin sanat-edebiyat zemini ve sanat edebiyat oluşumları üzerine neler söylersiniz?

 

-Özsüz bir edebiyat ortamı var. Çokça yazı, şiir, kitap yayımlanıyor ama toplumsal bir karşılığı yok. Toplumsal bir heyecana ve dönüşüme kapı açmıyor. Çünkü, kimsenin kırmızı çizgisi yok. Çağ içindeki insanın ortak acılarına değinilmiyor. Herkes kendi dışındakine sağır vaziyette. Ünlü olmak ve görünmek… Ne işe yarayacaksa. Küresel emperyalizm insanlığı mankurtlaştırmış durumda.

 

-Arif Ay şiiri başlangıçta dönemin şartlarının da etkisiyle derinden derine sorgulayıcı, tespit edici ve yeri geldiğinde yargılayıcı bir söyleme sahiptir. Söz konusu sorgulama, saptama ve yargılama tarihsel bir duruma karşılık geldiği gibi güncel bir duruma da karşılık geliyor. Şiirinizdeki sözü edilen ideolojik yaklaşımda Nuri Pakdil ve Edebiyat dergisinin nasıl bir etkisi olmuştur?

 

-Lise yıllarımda ideolojimi belirlemiştim. Edebiyat dergisiyle ve Nuri Pakdil’in öğretisel titizliğiyle daha da zenginleştim. Okumalarla düşünce dünyamı genişletmeye çalıştım. Dergide yazan arkadaşlar olarak büyük bir çabanın içindeydik. Hıra’daki evrensel öz, diğer kitaplarımda da sürdü. Dosyalar’la yakın tarihi sorguladım. Yakın tarihin zulümlerini, acılarını şiirleştirdim.

 

-Arif Ay’ın duygu dünyasında kuşkusuz şiir önemlidir. Ancak öykü ve denemeler de yazıyorsunuz. Öykülerinizde hayatın içinden çıkardığınız enstantanelerle ironik olanla reel olanı harmanlayarak insani hâllere not düşüyorsunuz? Öyküleriniz ve denemeleriniz hakkında siz ne söylersiniz?

 

-Şiirin dışında öykü ve denemeler de yazdım hepsi de dünyayı şairce yorumlamanın türsel karşılıkları. Hepsi de şiirsel bir çabanın ürünleri. Bazen bir duyguyu, bir düşünceyi deneme kalıbı içinde, ya da tanık olduğum bir olayı öykü kalıbı içinde yazıya döküyorum. Her şey şiirle verilemiyor çoğu zaman.

 

-Günümüz insanının şiire, sanata, edebiyata ilgisi azalıyor gitgide. İlgi azalmasının nedenleri sizce neler olabilir?

 

-Bilmiyorum. Böyle bir ilgi beklentisi içinde de değilim. Günümüz insanı şiiri kavrayacak inceliği çoktan kaybetti. Belki bir avuç ciddi okur varsa onların takip etmesi yeterli. İnsanların kaliteli şeyleri görebilmeleri için önce kendilerinde bir değer ölçüsünün oluşması gerekir.

 

-Öteye Mektuplar yazıyorsunuz şimdilerde. Üzerinizde derin etkisi olan yazar/şair ve kişilikler üzerinden âdeta bir sığınak inşa ediyorsunuz? Öteye Mektuplar’ı yazma gerekçeleriniz üzerine neler söylemek istersiniz? Bir kitap olarak Öteye Mektuplar’ı ne zaman okuyabilecek Arif Ay okuru?

 

-Öteye Mektuplar sürecek. Ne zaman kitaplaşır bilemem. Hayatlarına yakınlık duyduğum kişilerin bilinmeyen yanlarını okurlarla paylaştığım yazılar. İçinde yer yer eleştirinin de yer aldığı yazılar. Öteye Mektuplar, bir bakıma mektup geleneğini canlı tutma çabamın bir sonucu.-

 

Kendinizle, Edebiyat dergisiyle veya Nuri Pakdil’le yaşadığınız somut, 85 yitiksöz ilginç ve önemli bulduğunuz olaylar/ anılardan örnekler verebilir misiniz?

 

-Pek çok söyleşide bunlardan çok söz ettim. Bu konuya girersek söyleşi boyutunu fazlasıyla aşmış oluruz. Çünkü bir değil, yüzlerce anı var. Nuri Pakdil’le yaşanan her şey ilginçtir zaten.

 

Uzun yürüyüşler yapardık Ankara’da, İstanbul’da. On üç yıllık otel hayatı sona ermiş ve Çankaya’da bir eve yerleşmişti. Tüm cesaretimi toplayarak ziyaretine gittim. Hediye etmek için Muhammed Esed’in üç ciltlik mealini de yanıma alarak. Kapıyı çaldım ve karşımdaydı. Büyük bir coşkuyla kucakladı. Meali takdim ettim. Birinci cildi açtı ve sesli olarak okumaya başladı. İki saate yakın okudu. Sonra birlikte çıktık Hacı Bayram’a kadar yürüdük. Namazı kıldıktan sonra tekrar Çankaya’ya kadar yürüdük ve Cinnah Caddesi’nde vedalaştık.

 

Bir gün Burgaz Adası’nda deniz kenarında yürürken Sait Faik’in “Karanfiller ve Domates Suyu” öyküsünün kahramanı Kör Mustafa ile karşılaştık. Nuri Pakdil, yaşlı adama “Sait Faik’i tanır mısın” dedi. Adam da tanımaz olur muyum, öyküsünde anlattığı Kör Mustafa benim dedi. Bakın evim de orada dedi. Nasıl bir insandı Sait Faik diye ikinci bir soru sordu Nuri Pakdil. “Nasıl olacak beyim, bir iti vardı aylak aylak dolaşır dururdu.” demişti Kör Mustafa.

 

-Sizce, Nuri Pakdil’in ardından, onun mirasıyla ilgili neler yapılabilir, neler yapılmalıdır?

 

-Öncelikle kitaplarının yayımlanabilmesi için dernek mi, vakıf mı, araştırma merkezi mi bir resmî yapının oluşturulması gerekir. Necip Evlice hükûmet nezdinde pek çok girişimde bulundu ama bir sonuca ulaşamadı. Biraz da yalnız kaldı. Edebiyat’a emek vermiş arkadaşların bir araya gelerek bir çözüm yolu bulmamız gerekiyor. Nuri Pakdil’in kitaplarıyla, düşünceleriyle gündemde kalmasından sorumluyuz. Onun için bir araya gelip vakit kaybetmeden çözüm üretmeliyiz.

 

- “Yedi Güzel Adam ve Nuri Pakdil” ile ilgili neler söylersiniz?

 

-Nuri Pakdil ve arkadaşları bu ülkede önemli, tarihî bir eylemi başlattılar. Kafa yordular, kalem oynattılar. Eserler ortaya koydular. Bu insanları magazinleştirmek, onların emeğini, eylemini hafife almaktır. Gençlerin gözünde film kahramanları gibi göstermek, eserlerini okumaya değil, efsanelerin tuzağına düşürmektir onları.

 

-Ülkemizde verilen edebiyat ödülleri konusundaki düşünceleriniz?

 

-Şimdiye kadar hiçbir ödüle başvurmadım. Ödüllerin yararına da inanmıyorum. Ortada ödüllük bir durum da göremiyorum.

 

-Yazıya, şiire yeni başlayanlar için önerileriniz var mı? Neler söylemek istersiniz bu konuda?

 

-Bir önerim yok. Yolları açık olsun. Kimsenin öneriye ihtiyacı yok. Herkesin her şeyi bildiğini sandığı bir çağda yaşıyoruz. Cehalet diz boyu!

 

-Son soru olarak Yitiksöz dergisi okurlarına neler söylemek istersiniz?

 

-Bütün okurları seviyorum.

 

-İçtenlikli cevaplarınız için Yitiksöz adına teşekkür ederim.

 

 

Duran Boz

Yitiksöz Sayı-10