Babamın Dolabı ya da Yakmasam Deli Olacaktım

 

Babamın daktilosunu, şiirlerini ve yazılarını istiflediği kilitli bir dolabı vardı. O kilidi kırdığım gün, yazar olmaya karar vermiştim. Dolapta klasörler dolusu dergi sayfaları, gazete kupürleri, edebiyatçılardan gelen mektuplar, karneler, teşekkür belgeleri, makinesiyle çektiği önemli şahsiyetlere ait fotoğraflar ve daha neler neler vardı. Babam 13 yaşından beri yayımlattığı tüm yazı ve şiirlerini saklamıştı. Arşivciliği meşhurdur onun. Şimdi ona, on yedisinde kaybettiğim kimliğimin fotokopisini veyahut o kimliğe ait Zayi İlanı’nı sorsam, mutlaka o dolaptan bir yerden çıkarır, verir. Babamın dolabı Masumiyet Müzesi’nden hallice bir dolaptır. Çocukken zamanımın çok büyük bir kısmı o dolabın önünde geçerdi. Daktiloyu çıkarır, kıvrılmış kırmızı-siyah şeridini düzeltir, bir kopyasını dergiye gönderecekmişim gibi iki kâğıdın arasına karbon kâğıdını koyar, Mavera’dan, Aylık Dergi’den veya Edebiyat’tan gördüğüm şiirlere benzer şiirler yazmaya çalışırdım. Hatta bu yazdıklarımdan birini dönemin dergilerinden birine postaladığımı da hatırlıyorum. Bundan babamın haberi yoktu tabii ki. O dolaptan çıkan bir şey vardı ki bana kendimi hep iyi ve şanslı hissettirmiştir. Babam, Cahit Zarifoğlu’na yazdığı bir mektupta benden bahsetmiştir. Adımı ona atfen “Cahid”, Afganlara atfen de “Efgan” koyduğunu yazmıştır. O zamanlar Afganistan’ın başı Ruslarla beladadır ve Cahit Bey de Mavera’da Afganistan ile ilgili meşhur şiir ve yazılarını yayımlamaktadır. Cahit Bey’den bu mektuba cevap geldi mi bilmiyorum ama Cahit Zarifoğlu’nun o mektubu okuduğunu düşününce, kendimi onunla tanışmış gibi hissediyorum. Akşam babam gelmeden, dolabı eski şekline getirirdim. Evimiz yerden göğe kitap doluydu. Bana yazar olma hevesi veren bu kitaplar mıydı? Sanmıyorum. O zaman kardeşlerimin de yazar olmak istemesi gerekirdi. İsmimin Cahid olması mı? Zannetmem. Ağabeyimin adı da Sezai çünkü. Başka bir şeyler vardı. 

 

Ortaokuldayken, okulumuzun çıkardığı bir dergide neşredildi ilk şiirim. Ne kadar da heyecanlanmıştım. Her yazarın yaşadığı benzer duygular işte; sanki memlekette herkes işi gücü bırakmış benim şiirimi okuyor! Amcam da şairdir. Çok “sağlam” dalga geçmişti o şiirimle. Komik bir şiirdi, hatırlıyorum. Şiirle falan uğraşmayı bırakıp, matematik ve İngilizce çalışmamı öğütlüyordu sürekli. Peki, ben umursadım mı? Umursadım tabii. Amcamı çok severim çünkü. Birkaç yaz eve kapanıp, Fono’nun İngilizce gramer fasiküllerine kafamı gömüp çalıştım. Ancak yazmaktan da geri durmadım. O yaz bir şeylere sinirlenmiş olmalıyım ki bahçede ateş yaktım ve şiirlerimi yazdığım defteri sayfalarından koparıp koparıp içine attım. Sanırım yazmaya, yazdıklarımı yakarak başladım. Yakmasaydım, deli olacaktım. Yakmaya kıyamadıklarım birikmeye başladı yavaş yavaş. Senin “Ortanca Oğlan” şair olmuş diyenlere babam, “Daha kırk fırın ekmek yemesi lazım” diyordu. Yıllar sonra Ay Vakti, Vivo, Birnokta gibi dergilerde şiirlerim çıktı. Babamın “aferin evlat” sözünü duymayı başarmıştım ama ben bu sefer de rota kırıp, şiirden öyküye yöneldim.

 

Onun da şöyle bir hikâyesi var. Yeni kurulmuş ve iddialı bir yayınevinden şiirlerimin basılması için bir teklif aldım. O akşam oturup yayımlanmış tüm şiirlerimi önüme yığdım. Kırktan fazla şiir vardı. Olmamış dediklerimi solumda, olmuş dediklerimi sağımda istifledim. Gün sonu raporu aldığımda, elimde eli yüzü düzgün yirmi kadar şiir kalmıştı. Terazinin sağ kefesi ağır basınca yayınevinin teklifini kabul ettim. Dosyama “Ritmik Yara” ismini vermiştim. Ancak benim dışımda gelişen bazı sebeplerden dolayı kitap basılmadı. Şiirlerimi yakmak yerine, bilgisayarda kolayca erişemeyeceğim bir klasöre hapsettim ve öykü yazmaya başladım. İlk öyküm “Müthiş Bir Tren” HeceÖykü dergisinde yayımlandı. Olumlu tepkiler alınca yazmaya devam ettim. Hem hayal ürünü, hem de gerçekçi öyküler yazıyordum. Bir de küçürekler vardı. Yazdıkça şiirde “vakit kaybettiğimi” anladım. Sonrası çorap söküğü gibi geldi ve öyküler birikti. Sadık Yalsızuçanlar ve Yunus Nadir Eraslan’ın çabalarıyla da kitaplaştı.

 

Çalıntı Hikâyeler’i anlatırken şiirden daha çok bahsettim. Yirmi yılı aşkındır şiirle hemhâl durumdaydım. Sadece son üç yılımı öyküye harcadım. Çalıntı Hikâyeler birazcık beğenildiyse bunu son üç yıla değil, ondan önceki yirmi yıla borçluyum. Şunu da belirtmemde fayda var. Şiirsel metinler yazmıyorum. Öykü ile şiir arasına belirgin bir çizgi çektim. Şimdilik sadece öykü yazıyorum. Kurmacanın kuralları neyse ona göre davranıyorum. Aynı zamanda bazı kuralları da bilerek ihlal ediyorum. Bu yönüyle de kendimi lunaparkta eğlenen bir çocuk gibi hissediyorum. Çok yetenekli birkaç örnek dışında, hem şair hem öykücü olunabileceğini düşünmüyorum. En azından şimdilik. Hikâyelerimi nasıl yazdığım, nelerden beslendiğim gibi konulara da girmeyeceğim. Okurlar Çalıntı Hikâyeler’i okuduklarında bunun cevabını fazlasıyla almış olacaklar zaten.

 

Cahit Efgan Akgül

 

Yitiksöz Sayı - 9