Başarılı Bir Denemeci: Mustafa Okumuş

 

Kahramanmaraş’ın üretken yazarlarından olan Mustafa Okumuş Hoca temel dört dalda (şiir, araştırma-inceleme, hikâye ve deneme) eser vermekle beraber öncelikle şiiri, nesir türünden de denemeyi seviyor. Nitekim Kendimiz Olabilme Erdemi’ndeki bir yazısında (“Kitapların Tadı”), ikinci ilgi alanını deneme kitaplarının oluşturduğunu söylüyor. Eser olarak ilk denemesi Mavi Beklentiler, 2004 (Dolunay Yay. Kahramanmaraş), ikincisi Kendimiz Olabilme Erdemi, 2010 (Çağrı Yay. İst.), üçüncüsü Kendini Tanımadan Gidenler 2015 yılında yayımlanmış (Çağrı Yay. İst); sonuncusu ise yine yakında Çağrı Yayınları’ndan çıkmak üzere planlanmış olan Düşüncenin Ufku… En çok şiiri sevdiğini, keza ardından da denemelerin geldiğini bilerek, bu iki dalda en çok kendini bulduğunu, rahatlıkla söyleyebiliriz.

 

Deneme Eserleriyle Mustafa Okumuş

 

Bakalım, Mustafa Okumuş hocanın denemelerinde neler var? Açıyoruz, denemelerinin sonuncusu olarak, Düşüncenin Ufku adıyla yayımlanacak olan dosyasının ilk denemesini: “Hayatın İçi.” Şöyle başlıyor: “Yaşam inişli-yokuşlu bir serüvendir. İnsanoğlu düşe-kalka sürdürür bu yolculuğu. Zaman olur, aydınlanır önü, artar dizlerinin dermanı. Koştukça açılır, açıldıkça güç toplar, ömür boyu sürdürür koşuyu. Doyumsuzluktan alır enerjisini. Bilmez insan elindekiyle yetinmesini. Zaman içinde ataklar artar, riskler çoğalır. Gün gelir yokuşlar, bayırlar daha da sivrilir. Bu engelleri aşmak kolay olmaz. Yaşlılık keser önünüzü. Umutlar zayıflar, beklentiler körelir. Koşucu yeni etapları aşmakta zorlanır artık…” Görüldüğü gibi, rahat okunuyor “devrik” ağırlıklı cümleler. Hani, denemeye de pek gidiyor desek yeridir, bu cümle tarzı için. (Bakın, biz de uyuverdik o tarz yazmaya…) Okumuş Hoca burada görüldüğü gibi gayet realist… İnsanoğlunun hayat serüvenini gerçeklerin ışığında çok naif bir dille aktarıyor. İlerleyen satırlarda hayatın çıkardığı engeller ve ona direnme gücü ama inancı ve ümidi hiç kaybetmeme telkini öne çıkıyor. Bazen işi oluruna bırakmak, “Mevlâ görelim neyler// Neylerse güzel eyler!” diyebilmek!.. Ama nihayetinde hayatın “mücadeleci” kimseleri sevdiğine ve “insan fıtratı”na vurguyla noktalanıyor: “Hayatın inişleri de yokuşları da bizim içindir. Her koşulda yaşam devam eder. Hayat kendisiyle mücadele edenleri sever, onların yüzüne güler, değil mi? Aksine mücadele etmeyenleri hiç sevmez, onlara acımaz.” Devam ediyor: “Yüce Yaratan, her şarta uyum sağlayacak, direnç gösterecek, çözüm üretecek nitelikte donatmış, insanoğlunu… Yeter ki insanoğlu, kendi fıtratının olumlu yanlarıyla tutunsun, hayata…”

 

Bizce de doğru ve isabetli yargılar, yukarıdaki ifadeler… (Kendini Tanımadan Gidenler’de de “Yaşamak Bir Savaşımdır” başlıklı aynı temada bir başka yazısı var.) Ama “hayatla mücadele” kavramı, düşünce tarihinden farklı tutumlar aklıma getirdi. Nedir o farklı tutumlar? Bütün bir hayatla, tabiatla kavga etmeden, ona boyun eğdirmek düşüncesine kapılmadan, onunla “dost” geçinerek kazanmak yerine, zorla hükmetmek!.. Batı’nın Rönesans sonrası felsefesinde temel bir ilke vardır ki, Francis Bacon’da formülünü bulmuştur: “Bilmek hâkim olmak” demektir.  Evet, Yeniçağda bilgi giderek öyle bir hükmetme aracı olmuştur ki, kanunlarını öğrendikten sonra ne pahasına olursa olsun tabiata gem vurmak, onu sadece ve sadece kendi çıkarı, “pragma”sı/faydası için kullanmak, işi düpedüz “istismar etmek” emeline kadar vardırmıştır. Bu felsefenin devamı niteliğinde olan on dokuzuncu yüzyılın “Sosyal Darvinizm”i, “tabiattaki mücadele ve seleksiyon”u (ayıklanmayı) aynıyla tarihe ve insana, toplumlara da uygulamaya kalkışmıştır. Malûm: Çok kaba ifadesiyle “toplumsal hayat da bir mücadeledir, o mücadelede zayıf olanlar ayıklanıp tasfiye olur. Bilgi güçtür ve yaşamak güçlülerin hakkıdır. Hayat sofrasında, zayıfların yeri yok.” Batı’nın bu anlayışı, bilindiği gibi önce sanayi devriminin yarattığı emperyalizmin, onun ürünü geçen yüzyıldaki iki büyük dünya savaşının arkasındaki felsefedir. Milyonlarca insanın hayatına mal olmuş mücadele ve savaş felsefesi... Tabiata çevrilmiş hâliyle de, onu sonuna kadar tahrip eden, acımasızca istismar eden bir anlayış. Şimdi yaşadığımız gibi, küresel çapta bir salgın hastalıkla karşılaşınca da oturmuş kara kara düşünüyoruz: Tabiat intikam mı alıyor yoksa? Evet, tabiat intikam alıyor ve daha da çok alacağa benzer: Benimle iyi geçinmez, beni tahribe devam edersen, daha başına çok işler açarım, diyor sanki. Bizde de bütünüyle hayat ve tabiat mücadelesi kavramını, bilerek bilmeyerek böyle anlayan çok aydın yetişmiştir Osmanlı’dan günümüze. Gerçi, Okumuş Hoca’m böyle düşünmüyor; insanoğlunun hayata, kendi fıtratının olumlu yanlarıyla tutunması gerektiğine işaret ediyor. O, tabiatla dost olarak yaşamak, barışık yaşamak gerektiğinin kitabını dahi yazmıştır. Çocukluk yıllarının kuş ve tabiat cenneti Maraş’taki “Gavur Gölü Havzası” hakkında (ve aynı adla, 400 sayfalık başlı başına) bir araştırma ve inceleme eseri, bu dost tavrın mahsulü olmalı. (Kendisi, o havzanın onda bir nispetinde de olsa yeniden ihyası için hâlâ çabalamakta.)

 

Söz sözü açtı, Okumuş Hoca’nın kullandığı bir kavram bize neler çağrıştırdı ve dünyanın gündemine kadar gelip dayandık. Hadi buradan çıkıp, felsefî bakımdan dikkatimizi çeken bir başka denemesine bakalım. Ama oraya geçmeden önce, yayımlanacak olan bu Düşüncenin Ufku kitabındaki birkaç denemesinin adını zikretmekle yetinelim: “Sözcüklerin Valsi”, “Kurtaralım Kendimizi Şu Düşünceyi de Gönlü de Körelten Ezberci Kolaycılıktan”, “Aynalar”, “Dinlemek Konuşmaktan Çok Daha Zordur”, “Ufuksuzluk”, “Şiir ve Şair Üzerine” …

 

Özgürlük-Sorumluluk İkilemi ve Mustafa Okumuş

 

Okumuş Hoca’nın denemelerinde birkaç defa özgürlük konusu da gündeme geliyor. Bu sonuncu kitabında yok, ama Kedimiz Olabilme Erdemi adlı kitabındaki “Kendini Bilmek Özgür Olmak mıdır?” başlıklı denemesi, sergilediği felsefî yaklaşım bakımından özellikle dikkate değer.

 

Ahlâk ile hukuk felsefesinin temel konularından birisi, ahlâkî ve hukukî özgürlük ile özgürlük-sorumluluk ikilemidir. Kabaca, soru şöyle konulur? Özgür olduğumuz için mi sorumluyuz, yoksa sorumlu olduğumuz için mi özgürüz? Hukukçular der ki, özgür olduğumuz için sorumluyuz. Çünkü ilke itibariyle özgür bir iradeye sahip olduğumuz için, nesnel şartlarda işlediğimiz fiillerimizin sonuçlarına katlanmak zorundayız. Bu durum, yasalara muhalefet etmemiz hâlinde, sonuçta toplum adına iş gören otoritenin uyguladığı yasal yaptırımlara (cezaya) maruz kalmamız, demektir. Buna hukukî veya vicdanî sorumluluk denir.

 

Oysa ahlâkta bu tersine işler. Bir ahlâkî fiil ya da eylemi daha işlemeden önce bizi engelleyen bir güç vardır. Düşünür-taşınırız, hesap-kitap ederiz, o bizi daha baştan etki altına alır. Bu güce irade diyoruz ki, sorumluluk şeklinde ifade bulur. İrademiz ne kadar güçlüyse, sorumluluk bilincimiz de o kadar yüksektir. Böylece fiillerimizden önce sorumluluk duyar, fiillerimizi işlerken ise, özgür oluruz. Bu durumda özgürlük, sorumluluktan sonra gelmektedir.  Başka deyimle özgür olduğumuz için sorumlu değil, sorumlu olduğumuz için özgür olmaktayız. Sorumluluk bilincini hazırlayan merhamet, adalet vb. duygular ise, burada ayrıca ele alınması gereken faktörlerdir. Ve bütün bunlar, aynı zamanda ahlâkî özgürlüğün şartlarıdır. Yukarıda verdiğimiz birinci özgürlüğümüzün adı ise ahlâkî değil, hukukî ya da yasal özgürlüktür.

 

Okumuş Hoca da, yukarıda andığımız denemesinde özgürlüğümüzün birisi “toplumsal ve yasal” yani aslında nesnel, diğeri ve “daha da önemlisi öznel” olmak üzere iki boyutu olduğundan bahseder. Yasal özgürlüğün sınırlarını aştığımızda birçok yaptırımlara hedef olur, ceza görürüz, der. Öznel özgürlüğe vicdan özgürlüğü de diyebileceğimizi, onu kullanabilme irademizin bizi, nesnel özgürlüğümüzü daha etkin alanda, daha doğru yerde kullanmaya ittiğini söyler. Ve şu soruyu sorar: “Peki vicdan özgürlüğümüzü özgürce kullanabiliyor muyuz?” Ona göre “vicdan özgürlüğünün kullanımındaki “en önemli engel ben, ego ya da nefistir. İnancımızda şeytan diye nitelenen nefsi, iradenin denetimine alamayan bireyler, toplumsallığın geliştirdiği tüm değerleri incitirler.” Okumuş Hoca, görüldüğü gibi yasaların aşılmasıyla ortaya çıkan ceza yaptırımından bahsetmekle, bu yolla özgürlükten doğan sorumluluğa işaret etmektedir. Yani özgür olduğumuz için sorumluyuz da... Daha aşağıda, öznel ya da vicdan özgürlüğünün irade gücüyle kullanılmasından bahsederken, başta nefis olmak üzere onu engelleyen güçleri sayar, ardından bu engelleri aşmak için de “kendimizi sorgulamamız” çabasını öne çıkarır. Bilindiği gibi, kendisini sorgulamak, hesaba çekmek, sorumluluk bilincine sahip olan kimselerin meziyetidir. Bunların tamamını ise, nihayet bir cümlede özetler: “Kendimize yapılmasını istemediğimiz ne varsa, bunları başkaları için de geçerli saydığımız ölçüde özgürüz demektir.” Şüphesiz bu da bir irade gücüyle tezahür eder. O sebepten Okumuş Hoca konuyu şöyle bağlar: Dış dünyamız kadar iç dünyamızı da tanıma hakkını kullandığımız ve bunun gereklerini insan ilişkilerine yansıtma iradesine sahip olduğumuz nispette, özgür insan oluruz.

 

Demin, özgürlük-sorumluluk ikilemini noktalarken, bu ikincisinin aynı zamda “ahlâkî özgürlük” demek olduğunu da söylemiştik. Okumuş Hoca, görüldüğü gibi bu denemesinde özü itibariyle hayli felsefî derinlikli, filozofça bir metin ortaya koymuş bulunmakta. “Kitapların Tadı” başlıklı metninde denemelere olan ilgisinden bahsederken, “denemeler yaşamın iddiasız felsefesidir” cümlesini boşuna sarf etmemiş demek oluyor. “İddiasız” olmak, “derinliksiz” olmak değildir şüphesiz.

 

Mustafa Kök

 

Yitiksöz Sayı-4

 

Deneme yazmak, hele de onda başarılı olmak her babayiğidin kârı değildir. En başta dile hâkim olmak, ondan sonra da ya bizatihi felsefe bilmek ya da felsefî bir alt yapıya, ondan da öte felsefî düşünme yeteneğine sahip olmak gerektir. Bütün bu açılardan bakınca, Mustafa Okumuş başarılı bir denemecimizdir. Allah onun “ufku”nu hep açık, kalemin kavî kılsın ve sağlıklı ömürler versin efendim!