Batı Medeniyetinin Kültür Krizi Üzerine

 

Batı medeniyetinin kültür krizi içinde olduğu bilinir. Bu bilgi, Batı’da yapılan çok sayıda inceleme ve araştırma metninin, akademik çalışmanın konusudur. Kültürün endüstri hâline geldiği, dijitalleşmenin hayatın her aşamasında varlığını gösterdiği toplumlarda beşerî tecrübenin kaybı ve insanın yapıp ettiği her şeyin maneviyatla ilişkisinin zayıflaması esas meseleler hâline gelir. Kültür krizi çerçevesinde, maneviyatla ilişkisini kurarak kültürün yeniden yorumlanması ihtiyacından bahsetmeye çalışacağım bu kısa denemede, kültür krizi konusunda yazılanların özetlenmiş bir dökümüne yer vermek bile mümkün değildir. Batı medeniyetindeki kültür krizi, hiç şüphesiz ekonomik, sosyal, tarihî, politik boyutları içerir. Bu sahalardan bağımsız olarak ele alınamaz. Çok sayıda disiplinin verilerinden faydalanmayı gerektirir. Okuduğunuz yazıda kültürün yeniden yorumlanması ihtiyacı Batı’dan birkaç önemli yazarın değerlendirmeleri çerçevesinde ele alınacak ve Türkiye gibi “Batılılaştırılmış” bir toplumun bu krizin neresinde durduğu üzerinde düşünülecektir.

 

Kültür kavramının tarifi ve “tin”-kültür ilişkisi denince neyin kast edildiği konusunu felsefeci Doğan Özlem’in Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi isimli eserinden takip edelim. (Remzi Kitabevi, İstanbul:1986) “Geist” Almanca’da ruh (tin) anlamına gelir ancak felsefede geniş bir anlam sahasını içine alır. Özlem, tin (geist) kavramının Alman idealist felsefesinin spekülatif tarih ve kültür anlayışında kaynağını bulduğunu ve pozitivistlerin kavrama şüphe ile yaklaştığını vurgular. Manevî bilim ayrımını yerleştiren W. Dilthey’den sonra Rothacker, Weber ve Cassirer gibi düşünürlerin elinde bu kavramın kültür kelimesiyle anlatılan içeriğe kavuştuğunu söyler. Rothacker, “tin” veya kültürü, -bu iki kelime birbirinin yerine kullanılır- “bir insan topluluğunun tarihî olarak oluşan ve dönüşebilen hayat stili” olarak tarif eder. Cassirer ise kültür kavramını ancak sosyalleşme hâlinde ortaya çıkan ve tarih içinde devamlı değişme gösteren bir işaret ve semboller toplamı olarak görür. (Ayrıca bkz: Ernst Cassirer, Kültür Bilimlerinin Mantığı Üzerine, Hece Yay. İkinci baskı: 2017)

 

Özlem, “pozitivist” ve “tarihselci” felsefî yaklaşımların tin (kültür) kavramına yaklaşma farklılıklarını misallerle izah eder. “Tarihselcilik” için esas hedefin soyut bir kültür kavramı inşa etmekten çok, her tarihî süreç içinde insan ve toplumların ördükleri hayat örgülerini, kendi teklikleri içinde bireyleştirici bir tutumla ele almak olduğunu belirtir. Kültür hayatına pozitivist bakışın karşısında duran tarihe dayalı yaklaşımla insanın, tarihî olmayanı yani tabiatı bilmek için kendi tarihîliğini suni bir indirgemeye tabi tuttuğunu, algıyı ve algı hakkındaki bilgiyi kendi tarihîliğinden ayırt etmeye gayret ettiğini tespit eder. Tarihe dayalı yaklaşımın pozitivizmi dışlayan değil, içine alan bir bilgi tutumuna sahip olduğunu özellikle vurgular.

 

Böylece tarihe dayalı tutum sayesinde kültür gerçekliğine pozitivist refleksiyonla yönelmenin sakıncaları ortaya konur ve kültürün ne olduğunun yorumlayıcı bir refleksiyona muhtaç olduğu gösterilir. Burada pozitivist tutumun kültür kavramına yaklaşırken ne gibi hatalı tutumlar barındırdığı hususuna girmeyeceğim. Ancak Türkiye’nin zorla Batılılaştırılmasında pozitivizmin esaslı bir rol oynadığını aklımızda tutalım. Yazının sonunda konuya döneceğim. Tarihe dayalı yaklaşımın kültürel çalışmalarda pozitivizmin indirgeyici fonksiyonunu sınırlaması elbette çok önemlidir. Burada tarihe dayalı yaklaşımın gelenek ile kültür arasındaki yapıcı ilişkiyi muhafaza ettiğini hatırlatalım. Bu yaklaşma yaklaşım tarzı ile, -izm’lerin tarih bilgisini teleolojik (hedefe yönelik) olarak topluma dayatan, (mesela Marksizmin aydınlanmacı ve pozitivist bir tutumla toplumu sınıf mücadelesinin ihtilâlle sonuçlanması hedefine kilitleyen) zorbalığından kurtulmanın mümkün olduğunu unutmayalım.

 

Paul Valéry, 1918-1919 yılları arasında kaleme aldığı iki mektubu bulunan Tinsel Kriz (Afa Yay. İstanbul:1996) isimli kısa eserinde emperyalistler arasındaki Birinci Paylaşım Savaşı’nın Avrupa’nın çöküşünü ortaya koyduğunu ve süreci çabuklaştırdığını ifade eder. Ona göre Avrupa bu savaşta bütün düşünen hücreleriyle kendini tanıyamaz hâle gelmiştir. Avrupa toplumlarının üretmekten yorulduğunu, bilgideki muazzam çeşitliliği kötüye kullandığını da yazar. Valéry, böylece Batı’nın manevî krizine bir teşhis koyar. Bilindiği gibi, Batı medeniyeti sonraki büyük savaşta bir ölüm makinesi hâline dönüştürdüğü toplumlarla manevî krizini kuvvetlendirir, iki savaş sonrası nispi barış döneminde ise kapitalist pazarın bir parçası hâline getirdiği kültür hayatını meta seviyesine indirerek içini boşaltır. Yukarıda bahsedilen kültürdeki maneviyat kaybının, kültürün endüstrileşmesinin ne olduğuna kısaca değinelim. Kapitalist üretim ilişkilerinden kurtulmuş olan üretim güçlerinin insanlığı mutlaka hür bir topluma götüreceği yolundaki teleolojik Marksist inancın tamamen bir yanılgı olduğunu haklı olarak söyleyen T. W. Adorno’nun kültür endüstrisi kavramına bir bakalım. J. M. Bernstein Adorno’nun Kültür Endüstrisi- Kültür Yönetimi (İletişim Yay. İstanbul: 2007) isimli eserini Sunuş’ta şöyle yazar:

 

“Eserleri çoğaltmak ve kitlesel olarak tüketilmek üzere üreten kültür endüstrisi, ‘serbest zamanı’, yani sermayenin sultası altında elde kalan özgürlük alanını, boş zamanın dışındaki üretim alanında hüküm süren mübadele ve eşdeğerlik ilkeleriyle uyumlu olarak örgütler; kültürü, herkesin arzularını tatmin etme hakkını gerçekleştirmesi olarak sunarken, gerçekte toplumun negatif bütünleşmesini devam ettirir.”

 

Burada kapitalizmin bütün üretimi piyasa ve kârlılık hedefi için yaptığını, bundan kültür ürünlerinin muaf olmadığını, yine kapitalist ekonomide bir vasıtaya indirgenmiş aklın, insanın vicdanî duruşunu, etik tutumunu ve maneviyatını tamamen ortadan kaldırmaya yönelik bir şekilde geliştirildiğini unutmayalım. Adorno’ya göre, kültür ele aldığı her şeye benzerlik ve bir örneklik bulaştırır. Kültürün üretilme sahalarının her biri kendi içinde ve hep beraber bir söz birliği hâlindedir. Adorno’ya göre: “Kültür artık, bugünün kurtarılmış bir gelecek tasavvuru çerçevesinde kavranmasına dayanan bir kaynak değildir; kültür endüstrisi, bugünün bozulmuş ütopyası uğruna mutluluk vaadinden vazgeçer. Bu, bugünün ironik temsilidir.” (2007:19) Bazı yazarların pek sevdiği, edebiyatın imkânları dâhilinde sisteme muhalif olma, derinlemesine sistem eleştirisi yapma imkânı da bu çerçevede tamamen ortadan kalkar. Zira kültür endüstrisi kavramı esasen, J. M. Bernstein’a göre tikellik ve bireysellik denen şeyin hakikatte öyle olmadığı, sistemin her şeyi kuşatan birliğine karşı bir mukavemet noktası olarak beliren şeyin ânında mevcut kapitalist sistemle bütünleşip bastırıldığı fikri üzerinde geliştirilir.

 

Kültürün endüstrileşmediği, kapitalizmin dünyadaki üretim sahalarının her birine henüz nüfuz edemediği dönemlerde, “eski dünyada” veya bir diğer deyişle prekapitalist toplumda ise Süleyman Seyfi Öğün’e göre “dirençli metafizikler ve aşkın değerler” karşımıza çıkar. Öğün, “Sanatlar Üzerinden Bir Tuhafiye Tarih Hikâyesi” isimli kıymetli ve arşivlik yazıda (Bkz: haksözhaber.net, 20.01.2011) eski dünyada kültürün, sıradan ve seçkin insanlar arasındaki muhtemel gerilimleri yumuşatan bir iklimde varlığını sürdürdüğünü ifade eder. Bu dönemde, seçkinleşmenin dinamikleri bilgi ve hünerler zanaat dünyasının içinde organize olur ve geleneğe ilâve edilir. Yenilikler veya bireyci tutumlar, meydan okuma veya inkâr etme tavrı üzerinde değil, geleneğin içinde tezahür eder ve manifestolara ihtiyaç duyulmaz. Kapitalist burjuva entelektüellerinin eski dünyanın sanatı şekillendirdiği hâllerin özgürlük kaybına yol açtığı şeklindeki fikrine itiraz eden Öğün, metafiziklerin, ilhamı sınırlandırmak bir yana derin bir şekilde beslediğine işaret eder:

 

“Meselâ bütün zamanların en büyük bestekârlarından birisi olan J. S. Bach’ın, müziğini Tanrı ile ilişkilendirdiğini ve ‘Tanrı bu dünyayı uyum içinde yarattı. O halde O’nun kulu olan Bach da müziğini aynı esasa göre şekillendirecekti.’ dediğini biliyoruz. Dolayısıyla, Bach’ın müziği metafizik ile sınırlandırıldı; eğer öyle olmasaydı Bach daha özgür kalır, kim bilir hangi güzelliklere imza atardı? Demek çok tuhaf bir düşünce olurdu. İlham kaynaklarının metafizikten temellendirilmesinin bir kısırlık değil; tam tersine büyük bir zenginlik olduğunu söyleyebiliriz.”

 

Peki, esas mesele nerededir? Prekapitalist dönemden çıkışta burjuvazinin getirdiği yeniliklerin sanatın gelişmesine hiç katkısı olmamış mıdır? Öğün, aynı yazıda esas meselenin “kurumsallaşmış” din ve onunla sıkı bir alışverişi olan “kurumsallaşmış” siyaset ile “sanat” arasında olduğunu tespit etmekte haklıdır. Dinin kurumsallaşmasının getirdiği kısıtlılıklarla sanatın yorumları arasında doğan meseleleri tarihî bir davanın konusu hâline getirmesi itibarıyla burjuvazinin konuya müdahalesini yerinde bulur. Ancak bu itirazın da bir noktadan sonra problemli olduğunu kaydeder. Kurumsallaşmış dinin temsilcisi olarak Kilise’ye karşı çıkışın kendi içinde aşırılaştırıldığını ve burjuva estetin toptancı bir şekilde metafizik kaynak ve geleneklerle bağ kurmayı reddetmesine dönüştüğünü söyler. Öğün’e göre, bu dönüşümün izlerini sanatın yabancılaşmasında esaslı bir öneme sahip olan süreçlerde takip edebiliriz.

 

İşte kültürün yeniden yorumlanması ihtiyacı bu zeminde ortaya çıkar. Bu ihtiyacı Batı’da hisseden en önemli teorisyenlerden biri olan George Steiner’e kulak verelim. Steiner, 1971’de yayımladığı Mavi Sakalın Şatosu’nda, (İş Bankası Kültür Yay. İstanbul: 2009) T. S. Eliot’ın onuruna verdiği konferanslarda kültürü yeniden tanımlama yönünde bir entelektüel girişimde bulunur. Burjuva “yüksek kültürü”nü, Batı’nın sanatlardaki kültürel zirvesini eleştirici bir okumaya tabi tutar. Her yüksek medeniyetin kendini imha etmeye götürecek, patlamaya hazır gerilimleri geliştireceğini, buna mecbur olduğunu varsaymanın rasyonel bir fikir olup olmadığını kendine sorar. İki büyük savaşı ve savaş sonrasının nispi sakin ortamını kültürü yeniden tarif etme yolunda analiz eder. Kültürel hümanizmin siyasî canavarlık karşısındaki mutlak aczini tespit ederken, hümanist Batı kültürünün içinde otoriter yönetimin ve merhametsizliğin açıkça arzu edilir olduğunu iddia eder. Politik canavarlık, savaşlar ve terörü göz önüne almayan bir kültür teorisinin içinin boş olacağını ifade eder. Böylece kültürü yeniden tanımlama gayretiyle kat ettiği entelektüel yol esasen Batı medeniyetinin manevî krizinin duvarına gelip dayanır. Steiner’ın, çözüm ararken hangi argümanlara yaslandığı konusunda bir ipucu sunalım. O, Eliot’ın sahici medeniyetin dinî bir vasfının olması gerekliliği üzerinde ısrarla durmasını önemser. Eliot’ın her bir terimin doğru bağlamda ele alınması hâlinde kültür ve dinin aynı şeyin farklı yönleri olarak görülmesi gerektiği şeklindeki tespitini onaylar. Bu kayda değer tespit ve onay, hakikatte dinin temsil ettiği her şeyin kültürün yeniden yorumlanmasında nasıl hayatî bir rol oynayabileceğine işaret etmesi bakımından çok önemlidir.

 

Yazının sonunda detayına girmeden medeniyet meselesine yeniden değinmek istiyorum. Önce pozitivizm ile ilgili bir tespite yer vereyim. Doğan Özlem yazıda bahsettiğim incelemede pozitivist yöntemin bilim kavramının içeriğini, bilme olayını tabiat ilmi ile ilişkili bir uğraşıdan türetilmiş kavramlara göre şekillendirdiğini ve böylece hangi entelektüel gayretlerin bilim ismine layık olacağına karar verdiğini belirtir. Böyle bir yaklaşımın totaliter bir tarafı vardır. Pozitivizmin bakış açısı her şeyi kontrol altına almaya ve toplumların kültür hayatını bilimsel yöntemin uygulanması ismi altında baskılamaya imkân tanır. Özlem, tam Batılılaşmamış, “az gelişmiş” ülkelerin kendi tarihlerini, maneviyatlarını, kültürlerini anlama gayretlerinin önünde, bu ülkelerde yaygın olan “total kültür sistemi” inşasının engelleyici bir işlevi olduğunu söylerken çok haklıdır. Özlem Batı medeniyetinin değer anlayışından baktığı için bu tespiti mahcup bir ifade ile ve Türkiye’ye hiç değinmeden dile getirir. Kısaca söylemek gerekirse, Batı medeniyetinin paradigması çerçevesinde pozitivist akla dayalı olarak Batı’nın total kültür sisteminin dayatıldığı, zorla Batılılaştırılmış Türkiye’de toplumun maneviyatının ve kültürünün cebirle yeniden inşası söz konusu olmuştur. Nuri Pakdil’in Batı Notları’ndaki (Edebiyat Dergisi Yayınları, Ankara: 2010) kıymetli tespitini aktarayım: “Cumhuriyet yönetimi, ‘Batılılaşma’yı amaç edinmişti. Ne var ki, bu yöneliş, ulusumuzun uygarlık değerleriyle çelişiyordu. Bundan olacak, ulusal bileşime de varılamadı.” Pakdil’in ve Özlem’in tespitlerini birleştirdiğimizde, Türkiye’de kültürü yeniden yorumlarken, Batı medeniyetinin kültürel ölçülerini manevî gelişmenin mecburî şartı olmaktan çıkartmanın gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Son olarak Cemil Meriç’in Kırk Ambar’da (İletişim Yay. İstanbul:2022) yer alan bir sözünü hatırlatalım: “İnsan mukaddesi olandır.” Kültürün yeniden yorumlanmasında bu sözü akılda tutmak şarttır diyebiliriz.

 

Ali Galip Yener

 

Yitiksöz Sayı-24