Bilimsel Devrimden Sonra Gramere ne oldu?

 

XVII. asırda yeni bir bilme biçimi olarak tekno-logosun zuhur edişiyle birlikte dünyayı anlama ve yorumlama biçimlerinin nasıl bir değişim geçirdiğinin tam bir dökümü henüz yapılamadığı gibi muhtemelen bazı alanlara etkisi de gündeme gelmemiştir. Batı düşüncesinin ufkunda beliren bu yeni bilme biçimiyle karşılaşmamız, yüzleşmemiz ve hesaplaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Söz konusu bu karşılaşma, yüzleşme ve hesaplaşma küllî bir tarzda olabileceği gibi, birtakım parçalar ve spesifik sorunlar bağlamında da gerçekleşebilir. Ancak aşk ve nefret ikileminin ötesinde bir varoluş düzleminde gerçekleşmesi, hem mevzubahis konunun selameti hem de bu türden mevzular üzerine kafa yoranların zihin sağlığı için elzemdir. Bu yazıda bilimsel bilginin ortaya çıkışının esasında tarihsel süreçte çoğul bilme tarzları arasında bir devrim olduğu tespitinden hareketle bilimsel devrimden sonra gramere ne olduğu sorusunu gündeme getirmek istiyorum. Elbette bu yazı gündeme aldığı meseleyi bütünüyle halletmeyi vadetmiyor, edemez de, sadece muhayyel bir gelecekte yapılacak çalışmalara ilham olmayı hedefliyor.

 

Çağdaş Fransız filozoflarından Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler adlı zor ama bir o kadar da mühim eserinde tarihsel süreçteki gramer incelemelerini XVI. asır öncesi ve sonrası olmak üzere kabaca ikiye ayırıyor. Söz konusu ayrımın ima ettiği şeyin bilimsel devrim öncesi ve sonrası olduğunu tahmin etmek zorlama olmadığı gibi zor da olmasa gerektir. O’na göre; “Gramer incelemesi XVI. yüzyılda, doğa bilimleri veya deruni disiplinlerinkilerle aynı epistemolojik konuma yaslanmaktadır. Şu farklarla birlikte: tek bir doğa ve birçok dil vardır ve derunilikte, kelimelerin, hecelerin ve harflerin özellikleri, gizli kalan başka bir söyleme göre keşfedilirken, gramerde kendi özelliklerini kendiliklerinden ilan edenler, gündelik kelimeler ve cümlelerdir. Dil, doğanın görülebilir biçimleri ile deruni söylemlerin gizli yakınlıklarının yan yolundadır, ilk şeffaflığını kaybetmiş olan, parçalanmış, kendine rağmen bölünmüş ve bozulmuş bir doğadır; bir sır onda, ama yüzeyde, söylemek istediğinin işaretlerini taşımaktadır. O, hem görülür ifşa hem de kendini yükselen bir açıklık içinde yavaş yavaş ihya eden ifşadır.” (s. 70) Çünkü, “Tanrı dünyaya yazılı kelimeleri yerleştirmiştir.” (s. 74) Ancak XVII. asırda ortaya çıktığı haliyle düşüncenin basit bir temsil olduğu varsayılmaya başlanmış (s. 108) modern gramer ile kutsal dil ve anlam arasındaki bağ kopmuştur.

 

Esasında işaretten temsile derin bir kopuşu simgeleyen bu tarihî an, gramerin büyüden tamamen arındırılma süreci olarak da görülebilir.  Artık ifşa ve işaret değil temsil ve temessül söz konusudur. Dil ve gramer yani filolojide görülen bu yeni durumun biyoloji ve ekonomiye yansımaları da gündeme getirilebilir ama bu şimdilik doğrudan konumuz olmadığı için giremiyoruz. Sadece şu kadarını söylemekle iktifa edelim: Dil ve gramerin temsil ve işaretler çözümlemesi ile zenginlik çözümlemesi arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. Mesela Fransız hekim ve fizyokrat Fransçois Quesnay (16941774), Encyclopedie’ye “Aşikârlık” maddesini yazmıştır; Condillac ve Destutt, onlara göre siyasal ve aynı zamanda ahlâki değere sahip olan ticaret ve ekonomi teorisini kendi bilgi ve dil teorilerinin çizgisine sokmuşlardır; Turgot’nun (1727-1781) Encyclopedie’nin “Etimoloji” maddesini yazdığı ve parayla kelimeler arasındaki ilk sistematik paralelliği kurduğu bilinmektedir; Adam Smith büyük iktisat eserinin dışında, dillerin kökeni konusunda da bir deneme yazmıştır. Doğal tasnifler ile dil sınıflandırmaları arasında da bir güzergâh vardır: Fransız botanikçi Michel Adanson (1727-1806) yalnızca, botanik alanında aynı anda hem yapay hem de tutarlı bir adlandırma sistemi yaratmayı arzulamamıştır; onun isteği, dilin fonetik verilerinin işlevinde, yazının bütünü itibariyle yeniden düzenlenmesi olmuştur (bunu kısmen de uygulamıştır); yine Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau’nun (1712-1778) son eserleri arasında botanik incelemeleri ve bir de, dillerin kökeni üzerine bir deneme vardır. (s. 125-126) Burada zikredilen kişilerin bilimsel devrimin ilk düşünür ve bilim insanları olduğu da fark edilebilir.  

 

Gramerin büyüden arındırılması ve dilin işaret ve ifşa olmaktan çıkıp temsil ve temessül ilişkisine indirgenmesi gerçekte ne anlama gelmektedir?

 

Bu sorunun muhtemel bir cevabı için gramer kavramının etimolojisine dahası soykütüğüne bakmamız gerekebilir. Barry Sanders, Kahkahanın Zaferi adlı eserinde gramer kavramının etimolojik analizini yaparken gramer ve büyü arasındaki ilişkiye özellikle dikkat çekiyor: “Gramer etimolojik olarak grammar’dan gelir büyü demektir. Grammar (dilbilgisi) ve glamour (çekicilik, büyüleyicilik) “büyü” anlamına gelen ortak Latince bir kökten gelmektedir, ama bu iki sözcük farklı kollara ayrılmış ve ayrı cinsiyet yönlerinde gelişme göstermiştir. Grammar, doğru yapılı tümceler kurma yoluyla büyü yapmak demektir; glamour ise işveli bir bakışla büyü yapmaktır. Biri yazınsal niteliklidir, öteki fiziksel; birinin derin, ötekinin tahrik edici olduğu düşünülür. Biri bir zekâ göstergesi olarak teşvik edilir, öteki genellikle zekânın yetersiz bir ikamesi olarak değerlendirildiğinden ancak gerektiğinde teşvik edilir.” (39-40) Owen Barfield, Görünüşleri Kurtarmak Putperestlik Üzerine Bir Çalışma’da bilimsel devrimden bu yana gramer kelimesinin anlamının nasıl polarize olduğunu düşünmemizi istiyor. Bir tarafta ‘yalnızca’ kelimelerin çalışılması anlamını taşırken, diğer tarafta glamour kelimesinden yarı büyülü gramarya kelimesine dönüştü. Bunun en büyük etkisi ise alegorinin gözden düşüşünde görüldü. 

 

Anlaşılan o ki bilimsel devrimden sonra gramer yapısal bir dönüşüm geçirmiş ve bu durum dile her anlamda yansımış görünüyor. İşaret ve ifşa yerine temsil ve temessül ilişkisi kurmak dili Kartezyen bir yaklaşımla özne-nesne ayırımına tabii tutmak demektir. Bu durumda bizim gramer tarafından büyülenmemiz yerine grameri amaçlarımız için bir araç haline getirmemiz gibi bir sonuç çıkıyor ortaya.

 

Bugünün dünyasında her kesimden insanın dili bizzat kendisinin özgür ya da keyfî bir şekilde kullandığı bir araç olarak gördüğü ortamda Alman filozof Martin Heidegger’in “dil varlığın evidir” sözünü anlamanın imkânı kalmıyor.

 

Heidegger, dili, varlığın evi olarak yeniden kurarken Aristoteles’ten bu yana grameri, mantıkta sabitleyen, mevcut olanların ontolojisine dayanan mantığı karşısına aldığının farkındadır tespitini ise Zeynep Kot Tan’ın Heidegger Sarkacı isimli esere borçluyuz. Bizim dili konuşmaktan çok, dilin bizi dillendirdiği bir varlık tarzıyla meseleye yaklaşmak Kartezyen felsefeye, haliyle bilimsel devrim sonrası oluşan ve alışılan dil anlayışına tamamen aykırı bir durum olduğu kadar ayırıcı bir durumdur da. Peki, bizim dili konuşmamızla, dilin bizi dillendirmesi arasındaki ayırımı nasıl yorumlamalıyız. Dili konuştuğunu iddia edenler onu sadece bir araç olarak görürler. Dün söyledikleri ile bugün söyledikleri arasındaki çelişkileri basit dilsel farklılıklara indirgeyebilirler. Dillerini yukarıdan bir müdahale ile rahatlıkla değiştirebilirler, çünkü onlara göre dil, düşüncelerin basit bir aracından başka bir şey değildir. Dille dünyayı inşa etmek yerine inşa ettikleri dünyayı dille meşrulaştırırlar. Bilim dilinin ayrı din dilinin ayrı olduğunu iddia edip aralarındaki farktan zihinsel konfor üreterek entelektüel laiklik icat edebilirler.

 

Kamusu namus olarak görmek yerine namuslarını şartlara uygun kamuslara tercüme edebilirler. Jacques Ellul’un Sözün Düşüşü’nde ifade ettiği gibi kelam, mütekellimden kopmuş, anonimleşmiştir. Zira kelamın anonimleşmesi ile birlikte mütekellim de anonimleşmiştir. Bilimsel devrim kelamın, gramerin ve dilin itibarı yerine gözlem, deney ve sayıların tahakkümünü getirmiştir.

 

Tahakküm, düşünmeyi mütehakkim karşısında düşüşü doğurur. Belki de bunun içindir ki korona günlerinde sayıların, istatistiklerin, anonim kitleye hitap eden anonim uzmanların bilimsel görüşlerinin, politik aktörlerin stratejilerinin bir anlamı var ama ontolojik kaygının, biyolojiye indirgenmiş hayatın, mesafeye indirgenmiş sosyalliğin ne grameri ne dili ne de mütekellimi var. Wittgenstein ne demişti? Üzerinde konuşulamayan hakkında susulmalı. İyi ama, ya, ne hakkında sustuğumuzu bile bilmiyorsak! 

 

Mehmet Ulukütük

 

Yitiksöz Sayı-3