Bin Bir Başlı Şüpheler
Bilememiştin. İnsanın şüpheyle sınanmayacağını. Hayatın da insanın da denene denene keşfedilmeyeceğini. Denerken hayatının başıbozuk bir ırmağa dönüşeceğini, en yakınındakinin de onunla sürüklenip gideceğini ve avuçlarında kırık dökük şüphelerinle kalakalacağını. Avuçlarına bak. Çizgilerinde yıllarca yuvalanan, nefes alan, orayı eşeleye eşeleye aşındıran bin bir başlı şüphelerden arda kalan o paslı boşluklara bak. Çok zaman önce, baharın kışı içinde gizlediği sabahlardan birinde bir kapıdan dışarıya sessizce süzülen topuklara, ardına bakmak için bir kez bile çevrilmeyen başa, nasırlı bir sağ eli aşağı çeken köhne bavula ve göz kapaklarında çırpınan çaresiz kuşlara bak. O an kalbine serpilen tohumlara, o tohumlardan fışkıran vehimlere, zihnine üşüşen vesveselere, suyunu bulandıran tereddütlere, kanına sızan endişelere bak. Onları döküp saçtığın, mancınıkla fırlattığın, ok yapıp sapladığın, kurşun yapıp sıktığın o savaş meydanına bak. Pusuları ve hücumları birlikte göğüsleyecekken karşı cepheye uğurladığın o yüzün yenilgilerle delik deşik olmuş hâline bak. Tutup kendi ellerinle onun kemiklerinden, derisinden, sesinden, ellerinden, çehresinden nasıl bir düşman yonttuğuna bak. Sonra gör. Onsuzluğu gör. Nedametini. Ödediğin bedelleri. Genzine dolan ateşin kalbine savurduğu külleri. Gör. Simsiyah bir yol var artık içinde. Gördün mü? İşittin mi? Yürüyebildin mi? Keşke önceden bilseydin bunları. Keşke çatışmaların ilk kıvılcımları kalbine sıçrayabilecek bir yol bulsaydı, bir acıyla kıvransaydın ve o acı, sana kalbinin ve Esin’in varlığını anımsatacak kadar sızlatsaydı orayı. Sonra o kıvılcımların arasından Esin’in ellerini görseydin, midesini bir taşla ezip duran, onu geceleri uyutmayan, sağ şakağını zonklatan, sağ bacağını ağrıtan, sağ kolunu uyuşturan, sağ gözünü seğiren, sağ kulağını sağır eden o kederi ve nedeni görseydin. Alevlerin içindeyken bile inadına bastıran o kışı, o kışın onun saçlarında durmadan çoğalttığı, çoğaltıp uçuşturduğu kar tozlarını, gözlerinin kenarlarına sessizce yağan o kırağıları görebilseydin. Görebilseydin ve onu çatışmaların ortasından, alevlerin arasından hışımla çekip alabilseydin. Onu zeytin dallarıyla gölgelenmiş bir bahçeye bıraksaydın usulca. Geçmiş; bin başlı ejderhanın ağzına sakız etmeseydi kendini, sonra o sakız bir alev topuna dönüşüp evin etrafını sarmasaydı; şimdiyi, geleceği, seni ve Esin’in kızıl saçlarını tutuşturma cüretine erişmeseydi. O, seni zeytin bahçelerinde beklerken sen de usulca bir nasihatin dizlerinin dibine çökseydin. Gururunu, korkunu, korkaklığını ehlileştirip dingin bir ırmağa dönüşebilseydin, alevlerin üstüne dökülebilseydin, söndürebilseydin onları, o nasihatleri serinkanlılıkla dinleyebilmenin yollarını bulabilseydin. Şüpheler; içinde kımıldamaya başlayınca elinle başlarını sertçe yere doğru bastırıp “Yeter artık sıra bende!” deseydin, “buradayım, bütün savaşlardan arınmaya hazır ve nazırım, dinliyorum, yalvarırım anlatın, ne olur, üstünde bir sürü parmak izi olan bir ruh savaşmadan nasıl hayatta kalır, kendi nefesini kendi ruhuna üfleyip o izleri yok etmeyi nasıl başarır, yeni bir ülkeyi nasıl kurar, yeni bir şehre nasıl alışır, yeni bir eve nasıl taşınır; ardında bırakacağı, yanında taşıyacağı, çöpe atacağı, ihtiyacı olana sunacağı eşyaları adamakıllı nasıl ayırır, bavulunu düşürmeden nasıl taşır, yatağının sağ tarafındaki sessizliğe nasıl katlanır, o sessizlik yatağın yanındaki uçuruma yuvarlanmasın diye gece kaç kez uykusundan sıçrayarak uyanır?..” Deseydin. Derken gözlerine ılık bir buğu yürüseydi, başını ellerinin arasına alıp uzun uzun düşünseydin. Yeni bir eve taşınmaya karar verdiğin o ilk an gelseydi gözlerinin önüne. O kararı bir an evvel vermen için birbirine ulanmış onca fısıltıyı duysaydın yeniden. Başta onları yadırgayıp sonra her birine usul usul nasıl alıştığına şaşırsaydın. Hatırladın mı? O sesler zamanla senin de etine, derine, kemiğine işlemiş; sesine sinmiş, kendini sana kabul ettirmek için sıraya geçmişti. Başarmışlardı. Hiç aklında yokken, bir yanın ölesiye korkarken tuhaf bir heyecan ve özlemle çevrelenmiştin. Eşyalarını toplamaya başlamıştın. Bir bavul dolusu şüphe vardı taşınacak, onları bırakmaya kıyamamıştın. Hepsini özenle yıkamış, kurutmuş, ütülemiş, itinayla katlayıp bavulun içine tek tek sıralamıştın. Bazılarındaki inatçı lekelere takılmıştı gözlerin. Ürpermiştin. Yıkandıktan sonra biçimini, rengini değiştiren ürkütücü lekeler orayı terk etmemeye yemin etmişti. Görmezden gelmiştin, görmemek için onları en alta yerleştirip yolculuğun heyecanına zeval getirmelerini engellemiştin. Hazırdın. Yol, bütün heybeti ve ihtişamıyla seni içine çekmişti. Yıllarca sürmüş gibi uzun, yan odaya geçmiş gibi kısa, durmadan koşmuşçasına nefes nefese kaldığın, hep otururmuşçasına rüyalarla karışık uyukladığın tuhaf bir yolculuktan artakalan yorgun ama umutlu bir adama dönüşmüştün. Bütün haritalar tedavülden kalkmış, şehirler yıkılmış, adresler silinmiş, sokak numaraları gitmiş, içinde yalnız senin çizdiğine inandığın bir ülkenin bayrağı dalgalanmaya başlamıştı. Kurduğun şehrin en aydınlık sokağına sapmış, mavi bir kapının önünde beklemeye başlamıştın. Demir tokmağı birkaç kez kıpırdatmıştın. Kapı usulca açılmıştı. Karşında duran kızıl saçlara bakmıştın.
Sersemlemiştin. Onu böyle mi düşlemiştin? Peki, onu hiç beklemiş miydin? Beklemenin nasıl bir his olduğunu hiç düşünmüş müydün? İnsanın birini gerçekten bekleyebilmesi için kendindeki tüm durakları geçmiş olması gerekir, demişti biri. Geçebilmiş miydin? İçinde atıl duran, geçerken uğramadığın, varlığından bile haberdar olmadığın onlarca durak hareketlenmeye başlamıştı. İnenler, binenler, oturanlar, kalkanlar, ayakta dikilenler, doğru otobüse binemeyenler, yanlış otobüsü bekleyenler… Bu yığın kımıldadıkça elindeki bavulu şiddetle sıkmıştın. “Şüpheler” demiştin. “Kim bilir belki şüpheler gibi bu duraklar da bana ait değil…” Bir an yeni bir yüzleşmenin yırtıcı bir aslan gibi sana doğru koştuğunu görmüştün. Yana çekilmiştin. Aslan, ardındaki boşluğa doğru koşmaya devam etmiş, uzaklaşıp gözden kaybolunca ferahlayıp derin bir nefes almıştın. Kızıl saçlar aslanın ardında bıraktığı rüzgârla hafifçe dalgalanmış, yerlerine yerleşmek için yatışmaya başlamışlardı. Bu ağır çekim görüntünün senin içine sirayetinin karşılığı hızlı çekim bir kalp atışı olmuştu. Sabırsızca ve ürkekçe ona doğru atmıştın adımlarını. Hücrelerine bir huzurun yayıldığını duyumsamıştın. O an elindeki bavulu yere bırakıp “İyi ki gelmişim,” demiştin. Gözlerindeki parıltı ayaklanmış, karşındaki gözlere doğru koşmuştu. Onlara ürkekçe sarılmış, sarılmanın karşılıksız kalmadığını görünce bir an fısıldamıştın, “Kimsin sen?” “Esin.” “Esin? Ne güzel isim, Esin, Esin iyi ki gelmişim buraya…” O an büyük bir hale evin başına bir taç gibi yerleşmişti. İlk zamanlar evin etrafını çevreleyen bu ışık bütün odaları gezmiş, bütün duvarlara dokunmuş, bütün eşyaları okşamış, ikinizi de aydınlatmış, yüzlerinize birer tebessüm çizmiş, içinizdeki heveslere sızmış, sevinçlerinizin başını okşamıştı. Lakin zamanla feri azalan bu hale ufak tefek karanlıklar ve karaltılar bulaştırmaya başlamıştı duvarlara. Evin planına hevesler ve gülümsemelerin birbiriyle karşılaşmadığı koridorlar eklenmişti. Zaman. Zamanın hep bir şifacı gibi ortalıkta gezindiğini sanmıştın, insanların da buna inanarak hayata katlandıklarına inanmıştın. Onun bazen hastasına yanlış tedavi uygulayan, toy, bilgisiz, öldürücü bir ele dönüştüğünü; insanları yaşadıklarıyla boğup damarlarına yanlışlıklar zerk ettiğini, beceremedikleriyle birbirine düşürdüğünü, kavgalarını izleyip sonra da çekip gittiğini ilk burada anlamıştın. O öldürücü el boğazınıza yapışmıştı. Sırtınızı yaslayacağınız, teselli bulacağınız, akışına teslim olacağınız bir zaman kalmamıştı artık. Sen kapının ağzında duran bavulunu odaya sürüklemiştin. Ara ara o bavulun ağzını açmaya, içindeki şüphelere evire çevire bakmaya, onlarla sık sık konuşmaya başlamıştın. Gözlerini inatçı lekelere iyice yaklaştırdığın bir an ekşi bir sütün, kuru bir kusmuğun, tuzlu birkaç damlanın ağır kokusu çarpmıştı burnuna. İrkilmiştin. Şüpheler seni her gün girdabında döndürmeye devam etmişti. Bir büyü pılını pırtını toplayıp kaçmış; eski haritalar yeniden görünmeye, zihnin korkunç bir şekilde bu şüphelerden beslenmeye, bunları Esin’in üstüne boca etmeye başlamıştı. Bir müddet sonra şüphelerin de seni şüphelendirmişti. Kimi zaman onlara yabancılaşmıştın. Kaynağını nereden aldıkları hakkında korkunç tahminlere kapılmıştın. Belki de bir paranoyak olduğunu sanmış, kendinden utanmıştın. Düşünmüştün. Bunların Esin’in varlığından mı ya da onun yaptıklarından mı zuhur ettiğini; yoksa geçmişinden sürükleyip geldiğin bir yığın endişeden, etrafındakilerin tepene dikilip durmadan anlattıkları, sonları berbat, korkunç, sevimsiz onca hikâyeden mi fışkırdığını bilememiştin. Herkesin aynı yaşanmışlıktan aynı sonuçları çıkaracağı düşüncesinde fikrisabit olanların sana dair bir yaşama cesaretini tek hamlede kurşunlayıp üstüne öbek öbek toprak attıkları zamanlardaki savaşlardan mı kalmıştı bu? Silkelenmiştin. Üstünden parça parça topraklar dökülürken nefes alamamıştın, seni de o zanlarla birlikte gömdüklerini sanmıştın. Esin’i hatırlamıştın. Toprağın altında kalbini çıyanlar kemirirken, yılanlar sevginizin boynuna dolanırken, bir zehir damarlarından hücrelerine yayılırken, böcekler tenini dişlerken, sinekler kokuşmuş benliğinin üzerinde gezinirken, tahtakuruları aranıza gerdiğin duvarı oyarken. Dökülüyorum Esin, demiştin. Onu diri diri gömdüğün toprağı eşelemiştin. Toz toprak içindeki kızıl saçlarına dokunmuştun. Tırnaklarına dolan haksızlıkları, pişmanlıkları, infialleri ve iftiraları görünce susmuştun. Üstünde tütmekten yorulmuş ama gitmeye de hiç niyeti olmayan o savaş dumanını ellerinle kovuşturmuştun. Yenilmiştin. Dışarıdan bakınca iki kişinin ağır yenilgisi gibi görünse de. Esin kazanmıştı. Sen. Yenilmiştin.
Bilememiştin. İnsanın şüpheyle sınanmayacağını. Şüpheyle sınanan bir insanın her gece sana bir düşman gibi sırtını dönüp her sabah sağ yanına yürümüş bir karınca sürüsüyle uyanacağını ve bundan hiç rahatsız olmayacağını. Her gece terli kâbuslarından uyanıp Esin’in sol eline sımsıkı yapışırdın. Yatağın yanındaki uçuruma düşüp seni bırakacağından ölesiye korkarak yapardın bunu. Oysa onun her gün azar azar oraya yuvarlandığını da bilirdin. Şimdi uyan, üstündeki toprağı aç ve bak. Delik deşik edilmiş o bavuldan etrafa saçılmış şüphelere bak. Elin bir boşluğa yapışsın bu kez. Boşluğa bak. Annen olmadan uyandığın sabahlara, babanın utancından sokağa çıkamadığı zamanlara, mahalledeki kadınların sana acıyarak göz süzen bakışlarına bak. O evi gör. O pencereyi. Annenin gülerek yaptığı yemeklerin dumanını, kucağındaki bebeğin agulayışını, yanındaki adamın annene sarılışını gör. Damağındaki zehri yutkun. Uçuruma bak. Esin’e bak. Annene çok benzettiğin Esin’e. Esin’in düştükçe birleşen parçalarına bak. Bak ve şimdi kapa gözlerini.
Esra Kılıç Türedi
Yitiksöz Sayı-24