Bir Uçurtmanın Masalcı Olarak Portresi

 

Bu dünyadan göçüp gidenlerin ardından belki de teselli bulalım diye "İnsan zamanla her şeye alışıyor." diye avutuyoruz birbirimizi. Evet, çoğu zaman alışıyoruz içimizi yakıp geçen acıların bıraktığı izlere. Gittikçe soluklaşan hatıralara dönüşüyor geçmişte yaşananlar. Öyle ama bu herkes için geçerli değil; bazı insanlar daha özel, unutulmasına imkân olmayan şeyler bırakıp gidiyorlar arkalarında. Mevlâna İdris, sevgili dostum, böyle biriydi. Hiç gitmiş gibi olmadı ki, hafızam bu yokluğa alışsın. Hiç yükseltmediği sesiyle konuşup duruyor, fıkralar anlatıyor, şiirler okuyor her zamanki gibi kafamın içinde bir yerde.

 

Böyle oluyor, bazı insanları, kalabalıklardan ayırıyor, onları bir tür korumaya alıyor, yıkılmasına yasal engel konmuş eşsiz mimari yapılar gibi koruyup gözetiyoruz sanki hafızamızda. Mevlâna İdris, muhtemel ki tanıyan herkeste böyle özel bir statüye, bir ayrıcalığa sahip... Kıskanılası kabrini gördüm, toprağına elimi sürdüm, üstündeki taze çiçeklere uzun uzun baktım, biliyorum artık o sonsuz ebediyet ülkesinin bir kahramanı... Ama sanki bir yandan da dolaşıyor Fatih'te, Üsküdar'da, Sultanahmet'te, Eyüp Sultan'da... Mutad olarak ziyaret ettiği mekânlarda kendine özgü izlerini bırakıyor sanki yine.

 

Benim için İstanbul'da Mevlâna İdris'in geçmediği bir sokak, oturup çayını içmediği esaslı bir kıraathane, secdeye gitmediği bir mescid, gölgesinde dinlenmediği bir ağaç, avuçlarını açmadığı bir yağmur, selamlaşmadığı bir martı, güvertesinden denizi seyretmediği bir vapur, gülücüğünü paylaşmadığı bir çocuk yok ki, İstanbul'u nasıl o olmadan düşüneyim, düşleyeyim. İstanbul'da yaşamıyordu Mevlâna, İstanbul'u yaşıyordu. Boydan boya, uçtan uca, kıyı köşe İstanbul'u yaşıyordu. Geçmişiyle, bugünüyle, İstanbul'un zamanla sınırlanamayacak bütün görünür görünmez katmanlarıyla, anlamlarıyla, görünümleriyle... Mevlâna’sız eksik kalırdı benim İstanbul'um. Neyse ki hiç hissettirmiyor yokluğunu.

 

Çocuklar dedim birkaç satır önce... Duralım orada. Mevlâna İdris mektebinde bir dakikacık olsun tedrisat görmeyen bir çocuk kaldı mı acaba bu ülkede? Bana sorarsanız, yoktur, kalmamıştır derim. Her çocuğa dokunan bir sözü, bir hikâyesi, bir masalı, bir şiiri, bir selamı, bir esprisi vardır mutlaka derim. Onlar için yaşadı âdeta, çocuklar için, çocuklarımız için nefes alıp verdi. Nice nesli de büyüttü yazdıklarıyla, yaptıklarıyla. Bir kısmı kocaman ablalar, abiler, hatta amcalar teyzeler oldu onların. Hepsinde yaşıyor Mevlâna, hepsinin içinde var mutlaka, tıpkı kabri gibi çiçeklerle süsledikleri bir Mevlâna İdris köşesi...

 

Benim çocuk edebiyatına adım atışımda da parmağı var, beni arkamdan bu cıvıl cıvıl bahçeye itiveren odur. Bir gün telefon edip, "Bayım çocuklar için kitap serisi hazırlıyoruz, siz de bir tanesini yazıyorsunuz!" demiş, itirazlarımı dinlemeden kapatmıştı. İtiraz edilemezdi, edilmeye çalışılsa da dinlemezdi, bir daha da söylemezdi, dediğini yapardınız ya da yapmazdınız. Oturdum yazdım çaresiz '62'den Tavşan'ı. Daha önce çıkardığı çocuk dergilerinde birkaç öykü yazmışlığım vardı, oradan yürüdüm gittim. Kısa zamanda çıktı kitap, çıktıktan sonra çok sevdim, iyi ki yaptım bu işi dedim. Mevlâna gibi bir ömrü bu işe vakfedecek durumum yoktu ama bir köşesinden çocuk edebiyatına ilişmiş olmak hoşuma gitti, hâlen de gidiyor. Bunun üstüne bir kitap daha yazdım üstelik.

 

Hep İstanbul'dan söz ettim ama malum Kahramanmaraşlıydı Mevlâna, gençliğimizin o meşhur Andırın'ından çıkıp gelmişti İstanbul'a. Bizim nesil iyi bilir, ilk kalem tecrübelerini Andırın Postası'nın içinden doğan İkindi Yazıları'nda edinmiştir birçok arkadaşımız. Ben de onlardan biriyim. Mevlâna'nın ağabeyi rahmetli Nedim Ali'nin o kendine özgü sarı sayfalarından ne isimler, ne şiirler, ne öyküler, ne denemeler geldi geçti. Onu da erkenden kaybettik ama unuttuk mu, onu da unutmadık, muhabbetlerin arasına karıştı durdu hep. Andıkça insanın içini aydınlatan insanlardan biri, Zengin ailesinde onlardan çok var. Allah Salih'e uzun ömürler versin inşallah.

 

O çok sevdiği Kahramanmaraş'ı yıkıp tarumar eden depremi görmedi Mevlâna. Muhtemel ki çok sevdiği mekânlarının bazıları yıkıldı depremde. Hepsini bilemeyiz o mekânların ama geçen sene bir vesileyle depremin yaralarını sarmaya çalışan bu şehre yaptığım ziyarette bazılarını görme fırsatım oldu. Sadettin Acar ile vefatından bir süre önce gezmişlerdi Mevlâna'nın mekânlarını. Kıraathaneler, çay ocakları, bunun gibi şeyler. Sadettin beni de dolaştırdı aynı yerlerde sağ olsun, izini sürdük beraber izlerinin. Mehmet Önder de vardı. Muhtemel ki daha önce onun da selamlaştığı insanlarla selamlaştık, belki onun içtiği bardaklardan çaylarımızı içtik, onun soluduğu havayı soluduk, hatıralardan dem vurduk. Güzeldi. Orada Mevlâna'nın bir şehir insanı olduğunu fark ettim, sadece İstanbul'u değil, bulunduğu, bulunmaktan hoşnut olduğu her şehri seviyor, bir kıyısına oturup sessizce o şehrin bir parçası oluyordu. Bir çınar ağacı gibi, ince ince akan bir sokak çeşmesi gibi, davetkâr bir bedestenin taş kapısı gibi...

 

Bayramlarda İnegöl'de buluşurduk eskiden, arar "Bayım İshak Paşa'dayım, bir çay içelim" derdi. İki adım zaten bizim baba evine, koşar giderdim. İshak Paşa Külliyesi'nin yanı başındaki çay bahçesi... Üstümüzde çınar ve atkestanesi ağaçları, masada taze çaylar, üstten hafifçe yırtılarak açılmış bir kesekâğıdı çekirdek... Nereye gitse elinde değilse, çantasında çekirdeği olurdu hep. O kesekâğıdı ne zaman açılır, o çekirdekler ne ara avuçlara intikal eder, ne kadar çabuk paylaşılır, akıl ermezdi. Biz bu olan bitenin farkına varıncaya kadar çıt çıt sesleri muhabbetlere karışmış olurdu çoktan.

 

Nereden alırdı bilmem ama kendine özgü, zevk eseri kıyafetleri vardı. Başkasında göremezdiniz pek. Ciddiyetini yitirmemiş spor pantolon ve gömlekler, onları tamamlayan fiyakalı yelekler, bazen yakada ince bir fular... Hiç tek tipçi değildi, neyin moda olduğuna da aldırmazdı, zevkini kendinden alır, sıradanlığa düşmez, inceliğine uygun yakışıklı giyinirdi.

 

Yemek işlerini bilirdi, Süleymaniye'deki kuru fasulye günlerini bütün dostları bilir, ben de bir denk geldiğimde katılmıştım. İstanbul'un yolunu düşürmeye değer neredeyse bütün lezzet mekânlarını Mevlâna gösterdi bana. Her zaman yedekte bir planı olurdu. Yemeği başka yerde, tatlıyı başka yerde yediğimiz. Çay içmek için Boğaz'ın öte yakasına gittiğimiz çok olmuştur. Sonra Atpazarı'nda bizzat girdi bu işlere... Menüyü oluştururken, malzemeleri Anadolu'nun dört bir köşesinden tedarik ederken, müşterisine kendine özgü bir tuvalle sunarken ne kadar titizlendiğinin, sonradan bütün muhitin çehresini değiştiren bu küçük dükkâna nasıl damgasını vurduğunun canlı şahidiyim.

 

Özgündü çünkü, hayata bakışı, yürüyüşü, yaşayışı, çıkıp çıkıp bir yerlere gidişi, olmadık yerlerde bir anda karşınıza çıkışı, hiç yükseltmediği sesi, sıkıntılarını dışarıya sızdırmadan kendi içinde demleyişi... Şuna benzerdi, şunu andırırdı demek mümkün değil, Mevlâna İdris'ti, kendine özgüydü, biricikti.

 

Birkaç kez beraber okul davetlerine katılmıştık, İstanbul'da, Ankara'da, Konya'da... Bir salon dolusu çocuk, öğretmenler çıt çıkarmadan onun söyleyeceklerini beklerdi. O konuşmasına hemen başlamazdı ama... Önce çocuklardan bir dakika boyunca avazları çıktığı kadar bağırmalarını isterdi. Okul çocuk sesleriyle çınlardı. O salondaki çocuklardan biri olmayı isterdim, içimde kalmış bütün haykırışları bir okulun konferans salonuna yankı olarak bırakmak... Keşke çocukken benim de bir Mevlâna İdris'im olsaydı diye geçirmişimdir böyle zamanlarda içimden.

 

Mevlâna bir yazardı, bir şairdi, çocuk edebiyatının çok önemli bir ismi, bir siması, aslında duayeniydi. Bütün bunlar kamyon kamyon lafı kaldıracak işler, koca bir külliyat bıraktı ardında, kitaplar, dergiler, afişler, desenler, tasarım harikaları ve kendini kendinden doğurup duran tatlı hayaller... Hepsinin çok konuşulması, tezlere, araştırmalara, oturumlara konu olması lazım. Ama ben bunları yapamam, bunları yapmam için onunla arama bir mesafe koyabilmeli, ona dışarıdan bakabilmeliyim. Bunu istemem, yapmaya gönlüm razı olmaz. Mevlâna benim dostumdu, sevgili arkadaşımdı, gençliğimizi, orta yaşlarımızı ve sonrasını birlikte yürüdük, öylece kalsın, hatıralarımda yaşasın isterim. Güzel insandı, güzelliğinin herkesin farkında olduğu bir insandı. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

 

Gökhan Özcan 

 

Yitiksöz Sayı-23