Bizim Sokağın Halleri

 

Nalan Teyzeyi hiç sevmiyorum. Hani şu bizim bakkalın karşısında iki katlı ev yok mu, onun alt katında oturan. İkide bir balkona, pencereye çıkıp ortalığı kolaçan eder. Sanki benim başıma karakol bekçisi de asayiş kontrolü yapıyor. Bir düdüğü eksik. O da olsa, tam olacak. Nalan Murtaza! Koca gövdesini balkon demirine dayayıp, elini de koyuyor beline; bir sağa eğiliyor, bir sola. Gözler desen fıldır fıldır. Bir gün küt diye düşse de o balkondan, yüreğim soğusa. Sevimsiz şey. Yalan, vallahi yalan. Bakmayın siz onun öyle bekçi edalarına, hamarat ev kadını numaralarına. Zırt pırt elinde poşetlerle çıkıp kapının önüne çöp bırakmasına filan aldanmayın sakın. Ben onun ciğerini -ah, ciğer!- bilirim. Evde kibrit çöpü kırılsa, bahane edip sokağa çıkıyor. Hasta hasta, resmen hasta. Allah kocasına yardım etsin. Şimdi karı-koca arasına girmek ayıptır ama görünen köy de kılavuz istemez, yani. Takmış kafayı. Yahu anam bacım, senin işin gücün yok mu? Senin kocan, senin çocukların, senin yemek derdin yok mu? Yahu evin içinde bir dünyan yok mu da senin gözün böyle devamlı sokakta? Otur kerevetine yelek ör, dantel ör; ne bileyim yap bir şeyler işte. Tövbe tövbeee!

 

Ah, o, bu sokağa taşınmadan her şey ne kadar güzeldi. Güzelmiş daha doğrusu. Kendileri yok şimdi Allahları var, sokağımızın sakinleri iyidir, vicdanlıdır. Görüp gözetirler birbirlerini. Kimsenin öyle polislikte, bekçilikte gözü yoktur. Ama bu öyle mi, kâbus gibi çöktü resmen sokağa. Aah ah! Ne kadar dua ettimse de olmadı işte; şuraya doğru düzgün, merhametli, halden anlayan biri gelsin diye. Bunlardan birkaç gün önce eve bakmaya gelen birileri vardı, onlar olaydı daha iyi olurdu sanki. Ne bileyim, insan sonuçta; bir görmeye anlaşılmaz da öyle gibi gelmişti bana. Gerçi siz daha iyi bilirsiniz, bunların çok görmeye de anlaşılamayanları var. (Sizin de işiniz zor, Allah yardımcınız olsun.) Ben o zaman Bakkal İrfan’ın kapısının önünde güneşleniyordum. Bakkal İrfan iyidir. Merhametlidir. Güneşime ilişmez, uykumu dağıtmaz. Ah, güneş ve uykuyu bir arada çok severim ben. Hele bir de karnım toksa! İşte orada öylece güneşlenirken yanımdan geçiyordu da eğilip başımı okşadıydı şöyle bir. Ah, azıcık merhamet kime iyi gelmez ki? Ondan böyle bir düşünceye kapıldım. Beni tanımaz etmez. Belki birine benzetmiştir, bilmiyorum. Bu insanlar gerçekten çok tuhaf. Sırf sevdikleri birine benzediği için sevdikleri, sevmedikleri birine benzediği için gıcık aldıkları insanlar var. Neyse. Merhametli birileri olmasa niye başımı okşasın ki, niye bana gülsün ki? O kadar saf olma bebeğim; her başını okşayanı merhametli sanma, diyebilirsiniz. Biz ne baş okşayanlar gördük, sonra o başları kopardılar, diyebilirsiniz. Peki! Ama bu Nalan karısı (yok, teyze meyze demeyeceğim bir daha, az önce yine sinirlendirdi beni) daha ilk günden belli etti kendini. O saat anladım hayatımın kâbusa döneceğini. Ama nereye gidebilirim ki? Hem Nalanların olmadığı bir sokak var mıdır ki? İşte bir yandan kaderimi düşünürken, bir yandan da ev sahiplerine söyleniyordum. Paradan başka bir şey düşünmez bunlar. Parayı veren düdüğü çalıyor. Pardon pardon, parayı veren evi tutuyor. Kimdir, nedir, nasıldır; bakan eden yok. Ver parayı, tut evi! Onlar ersin muradına, sen kıvran ortalıkta. Gözün kulağın Nalan karısında olsun. Hayır anlamıyorum, gerçekten anlamıyorum. Ya sen koskoca kadınsın, çoluk çocuk sahibi sin, benden ne istiyorsun ki? Ben neyim yahu? Niye böyle peşime düşüyorsun sabah akşam? Niye her gördüğün yerde…

 

Dedim ya, daha ilk günden kendini belli etti diye. Laf aramızda ben de az değilim hani. Ah, bu hayat neler öğretmiyor ki! Biraz da özellikle yapmıştım o numarayı. Bakalım huyu suyu nasıl, dikkati, sevgisi nasıl, bir ölçmek istemiştim. Bunu yapmak zorundaydım. Bunca tecrübe -çok sızlayan, acı çeken, kıvranan gördüm ben bunların yüzünden-, atlattığım bunca badire -fark ettiniz herhalde ayağımdaki aksamayı- bana, insanlara karşı dikkatli, hem de çok dikkatli olmam gerektiğini öğretmişti. Kaç kez hayal kırıklığına uğradım, hatırlamıyorum. Her defasında, bu kez öyle olmayacak, olmayabilir yani, bak iyi birine benziyor, şimdi hakkında peşin hüküm verirsen ayıp olur, utanırsın sonra, hem belki bir yardımın dokunur, öyle deme, ben neyim ki deme, yerine göre bir avuç küle bile muhtaç olunan bu hayatta her şey olabilir, hem bak sokağımıza gelmiş, mahallemizde yaşıyor… diyerek başlattığım ilişkilerin büyük bir çoğunluğu hüsranla noktalandı. Öyle, her insan bir acı bırakarak ayrıldı hikâyemden. Keşke aksayan yalnızca ayağım olsa. Her tarafım yara bere içinde inanın. Neyse benim hikâyem uzundur. Ne diyordum? Hah. Hele bazıları var ki aman Allah’ım, düşman başına! Nerede, ne zaman, ne yapacağını bilemezsin. Resmen strateji eğitimi almışlar. Yeni yeni taktikler geliştirmişler kendilerince. Sen kapıdan beklersin, pencereden çıkar; balkonda sanırsın, mutfaktan çıkar. Öyle, bir tuhaf olur bazıları. Ah, çok dertliyim, çok!

 

Kamyonet, eşyaları evin önüne indirip sokaktan ayrılmıştı. Onlar da karı-koca, iki de çocuk, eşyaları taşıyorlardı içeri. Hava kararmak üzereydi. Belki de şairin; ‘Akşam, yine akşam, yine akşam’ dediği saatlerdi, bilmiyorum. Özellikle biraz geciktirmiştim. Karışıklığa gelmesin de tam olarak anlayabileyim diye. Yarım anlamak da tehlikelidir bilirsiniz; biraz o sizin yarım doktora, yarım hocaya benzer. Anlamam gerek çünkü nihayetinde sokağımıza yeni taşınmış biri ve herkes gibi beni de ilgilendiriyor. Hem de çok ilgilendiriyor!

 

Ama şimdi siz burada birinin aleyhine konuştuğum için beni kınayabilir, ondan da öte yanlış anlayabilirsiniz. Kınamanıza bir şey demem -artık önemsemiyorum insanların yargılarını, inancımı yitirdim onlara karşı- ama yanlış anlamanızı istemem. Yanlış anlayıp da o Nalankarısıgillerin tarafını tutmanıza gönlüm razı olmaz. Çünkü yanlış taraf tutmak bence yanlış bir şey. Ukalalık ettiğimi sanmayın lütfen -ben kimim de ukalalık edeceğim değil mi?- ama yanlış taraf tutmak daima kötüleri sevindirir. Oysa bu hayatta iyileri üzmemek, incitmemek gerekir. Çünkü bilirsiniz, onlar çok hassastırlar. Çabuk alınırlar. Hep içlerine atarlar. Çekip giderler ansızın. Küsüp giderler. İyilerin incitildiği bir dünya zaten bat dünya bat bir berbat dünyadır. Onun için belki şöyle söylersem beni daha iyi anlayabilirsiniz. Dedim ya bu Nalan karısını hiç sevmiyorum, ona hiç güvenmiyorum diye. Hah işte, bunu nasıl böyle açıklıkla söylüyorsam, aynı şekilde mesela Ayşe Teyzeyi de o kadar çok seviyorum. Tabii siz Ayşe Teyzeyi tanımıyorsunuz. Bir gün yolunuz bizim sokağa düşerse, tanıştırırım sizi onunla. Ah, ne iyi yürekli biridir o. Benim meleğimdir. Hatta Ahmet Abi alınmasın ama Fahriye Abladan bile iyidir. Allah uzun ömürler versin. Sokağımızın ilk sakinlerindendir Ayşe Teyze. Şu ilerideki köşe başında oturur. Bunca zamandır tanırım, bırakın bir kötülük görmeyi, sert bir bakışına bile rastlamadım. Onu ne zaman sokakta görsem, ne zaman elinde çöp poşeti ile kapının önünde belirse, beni bir sevinç kaplar. Bir koşu gidip kapasım gelir, elindeki çöpü. O nedenle dört gözle takip ederim giriş çıkışını. 

 

Sanırım Ayşe Teyze hakkında söylediklerim, benim Nalan karısına karşı özel bir düşmanlığımın olmadığı konusunda size bir fikir vermiştir. Hem niye durup dururken birinin hakkında asılsız şeyler söyleyeyim ki? Bunun çok ayıp bir şey olduğunu elbette biliyorum. Kaldı ki sadece Ayşe Teyze de değil, mesela onların bitişiğinde oturan Mehmet Amcalar var. Bak onları da ailece severim. Hepsi de iyi insanlar. Neyse, bu kadar söyledim işte anlayan anlamıştır. Zaten bir niyetin ne olduğunu anlamak için öyle uzun lafa filan da gerek yok. Masumiyetin sesiyle, kelimeleriyle, bakışıyla; iftiranın sesi, kelimeleri ve bakışı hem nasıl benzeyebilir ki birbirine?    

 

İlk gün yaa, daha ilk gün. Sen daha geleli kaç saat oldu da öyle… Tövbe tövbeee!

 

Dediğim gibi, sırf denemek için. Yoksa inanın açlığım filan yoktu, biraz evvel Ayşe Teyzelerde bir güzel doyurmuştum karnımı. Unuttum az önce söylemeyi; Ayşe Teyzenin gönlü boldur, sofrası açıktır. Etlisi de olur, etsizi de ama önemli olan, gönül gönül. Allah ondan bin kere razı olsun. Şu dünyada merhametten yüce bir şey mi var? Şimdi abarttığımı filan sanacaksınız da gerçekten öyle değil. Onu kimler yapar, niye yapar, siz daha iyi bilirsiniz. Hem ben kimim de öyle abartacağım? Ne diyordum? Ha. İçinizden bazıları, e ama kadın yorgun argın, bir de seninle mi uğraşsın? İyi bari çay demleyeydi de çaya çağıraydı seni, gibi şeyler geçirebilir. Yok yok, geçirmesinler. Bilirim ben bu insanları; ilk günde neyse, son günde de aynıdır. Değişmezler. En fazla, değişme numarası yaparlar. Hem siz demiyor musunuz, can çıkmadan huy çıkmaz, diye. Dağ dağa kavuşur, insan değişime kavuşamaz. Hah, bak tam da aklıma geldi.

 

Bu cadaloz Nalan’dan önce bir Fitnat vardı bizim sokakta. Ah, siz bana sorun bu sokağı; kimler geldiii, kimler geçti! Kara Fitnat diye alay ederdim ben onunla. Allah affetsin. İçimden tabii. Kendi kendime. İçim, içimde kalıp gidecek böyle giderse. Neyse. İçim benim, canım benim, seni ben pek çok pek çok severim. Ah radyo! Ne yapayım, kara kuru bir şeydi. Bunun ölen kocası, hoca mıymış neymiş. Birinden duymuştum, hocaların karısı kara, kuru filan olurmuş, diye. Hatta birkaç şey daha dediydi de -yedi miydi neydi- hatırlayamadım şimdi. Neyse. Hani siz de yaşamışsınızdır, birini sevmeyince her şeyi göze batar, her yaptığı rahatsız eder ya, öyle. Yoksa bana ne karalığı, kuruluğu. Onun toprağı oradan, ötekinin toprağı buradan. Rabbim övmüş yaratmış, hâşâ ne haddime. İşte bu kara Fitnat karısının elinden hiç terlik düşmezdi. Sabahtan akşama kadar, vızır vızır terlik uçuşurdu sokakta. Zavallı çocuklar durup dinlenmeden terlik toplardı ortalıktan. Bazan sesleri gelirdi kulağıma. Ya anne yaa! Yeter artık yaa! Acısan ne yapacaksın, sen düşmüşsün kendi canının derdine! Bir de söylenir ha, çocuklar terliği götürünce. İyice kırklıyor ya banyoya geçip. Bana değdi ya, ben pis bir şeyim ya. Sokaklarda yatıp kalkıyorum ya. Ben bir sokak… Allah daha beter etsin seni kara Fitnat. Yakmış yakacağı kadar, hâlâ aklını başına almıyorsun!

 

İşte bu kara kuru -ötekileri de hatırlayaydım, iyiydi- Fitnat karısı ilk günden başladığı bu terlik savurma ahlâksızlığını, buradan taşınıncaya kadar, bir gün bile aksatmadan devam ettirdi. Bu sokaktan ne cumalar, ne ramazanlar, ne kandiller gelip geçti ama onun bu huyu bir türlü geçmedi. Manyak karı! Nasipsiz! Yahu bir de görme be, bir de işin gücün olsun da fark etme be! Bir kerecik de bırak şöyle rahat rahat dolaşayım ortalıkta. Kendi sokağımın keyfini çıkarayım. Yok! Defolup gitti de kurtuldum şükür. Ama sanmayın ki kara kuru Fitnat öyle sessiz sakin çekip gitti bizim sokaktan. Yok öyle şey! Yuta yuta yutağım tıkandı. Çeteyi toplayıp -eh biz de kendi çapımızda biliriz bu yeraltı işlerini- güzel bir uğurlama yaptım ona. Ömrü boyunca unutamaz o konseri. Allah’ın işi işte, tam da bir Pazar günüydü ve Pazar konseri niyetine. Affedersiniz ama kendimi Hikmet Şimşek görerek geçmiştim orkestranın başına. Yok yok, o kadar da değil. Ritüellere saygı duymak gerekir. Elbette frak giydim, elbette batonumu -ah, nasıl unuturum ben seni uzun makarnam!- elime aldım. Sonra tıpkı Hikmet Şimşek Amca gibi durdum şöyle bir an ve ardından batonu sallamaya başladım. Do miyav, re miyav, mi miyav… Miiiiyaaaavvvvvv..!

 

Aah ah, boşuna dememişler, gelen gideni aratır diye.

 

İşte kara Fitnat’ın defolup gitmesine sevindiğim günlere rastlar, bu uğursuz Nalan karısının sokağımıza taşınması. Çok düşündüm, gidip Ahmet Amcaya yalvarayım; yahu Ahmet Amca, şu evi kiraya vermesen… Bak ne güzel geçinip gidiyoruz şurada. Ben de şöyle iki gün bir rahat nefes alsam şu hayatta. Elimi arkaya atıp keyfimce dolaşsam sokakta. Ya da ne bileyim; ya Ahmet Amca, n’olursun iyice araştır soruştur da öyle ver gözünü seveyim. Bak bu kara Fitnat, anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdi, gitti de kurtuldum şükür. Aman Ahmet Amca ha, dikkat et n’olursun!

 

Ne diyeyim ki Ahmet Amcaya. Yazık, o da garibanın teki. Zaten zar zor geçiniyor. Ev boş mu kalsın? Diyemedim. Diyemedim de, gözüm gelen geçendeydi. Levhayı astığı ilk günden sancılanmaya başladıydım. Helal süt emmiş biri gelse bari, vicdan merhamet sahibi biri olsa bari…

 

Derken işte bu Nalan karısı çıkıp geldi. Ahmet Amcaya mı kızayım, kaderime mi söyleneyim, duamın kabul edilmemesine mi alınayım, bilemedim. Hey koca Rabbim!

 

Dediğim gibi, fazla açlığım yoktu, sadece sokağımızın yeni sakinine bir hoş geldin ziyareti yapacak ve dolayısıyla sizin o meşhur jargonunuzla bir yoklama çekecektim. O kamyonet bozuntusunun patır kütür sesler çıkararak, egzozundan kesik kesik dumanlar savurup gitmesinden sonraydı. Biraz bekledim. O kadar da gök görmedik değilimdir. Usul adap bilirim az çok. İşleri biraz daha vardı ama ben havayı da fazla karartmak istemediğimden içeriye doğru hafif bir dalış yaptım. Ah, o yeni bir ev görmenin heyecanı! Malum, bu taşınıpdurangiller kısmı, işten güçten, kafa dağınıklığından pek akıl edemez bazı şeyleri. Yani benim sevdiğim zamanlardandır laf aramızda. İşte tam mutfağa dalmış, bizim sektöre ait bölümlere keyifle yaklaşıyordum ki -kokular da fena değildi doğrusu-  bu sarı çıyan nereden gördü, ne zaman gördü, ne zaman aldı o oklavayı eline de gözü dönmüş gibi savurdu üzerime, anlayamadım. Ahh! Ama hata bende. Tedbirsiz davrandım. Hani onlar eşyalara dalmıştır, yorgundur filan diye düşünmüştüm. Hâlbuki manifestomu her sabah ve öğlen ve akşam ve yatmadan evvel üç kere tekrarlayıp dururdum kendi kendime: Su uyur insan uyumaz, su uyur insan uyumaz! Meğer kadın tam bir canavarmış. Babasının katilini görmüş gibi fırlattı oklavayı. Çok ani oldu ve tabii savuşturamadım ve dolayısıyla böğrüme ok gibi saplandı. Pis karı. Nasıl da sert atmış. Kesin talimli bu. Kim bilir ne canlar yakmıştır! Yahu insan önce bir korkutmalık yapar, hişt pist der, sonra bakarsın azgın bir şeyse, tamam. Oklava mı fırlatırsın, pencereye taş dizip onları mı atarsın, ne yaparsan yap. Böğrümü tuta tuta, mutfağın penceresinden çıkıp, doğru Ayşe Teyzenin kapısının önüne geldim. Oraya öylece kıvrılıp baktım o mendebura uzaktan.

 

İşte o gün bu gündür sevmem ben bu Nalan karısını. Ne zaman onu sokakta, balkonda görsem, yüzünü şeytan görsün der, öte dönerim. O balkona çıkmalar, ikide bir pencereden sokağı dikizlemeler, hep beni takip etmek için. Sanki ben ölüyorum onun çöplerini karıştırmaya. Gördüğü anda basıyor yaygarayı. Pist, pist, pist! Ay bu yine geldi, Allah’ın cezası pist pist… Ne var Nalan karısı, ne var! Yahu biz can taşımıyor muyuz, bizde nefis yok mu? Ne var yani hişt pist demesen de gelip şu çöpleri bir güzel karıştırsam. Farklı mutfakların tadına baksam, ben de biraz dengeli beslensem. Kötü mü olur yani? Televizyonun karşısına geçip, saatlerce o uzman bozuntularının dengeli beslenme saçmalıklarını dinlemesini biliyorsunuz ama. Bize gelince, hişt pist! Böyle zalimce, böyle bencilce davranmasan da ben de bir güzel yanaşıp, bakalım Nalan Teyzecim bugün neler pişirmiş, ah sevgili kocacığına ne sürprizler hazırlamış bakalım diyerek, o poşetlere şöyle bir dalsam, önce burnumu, ardından dilimi uzatıp şapır şupur tatsam, sonra da valla helal olsun Nalan Teyzeme, nefis yemekler yapıyor diyerek seni övsem, orda burda hayırla yâd etsem..! Hem, sen iyi olmazsan, ben iyi olmazsam, bu iyi hikâyeler nereden gelecek Nalan Teyze! Yok, zerre kadar vicdan yok bu Nalan karısında. Ama ben de ne yapıyorum, o ikide bir balkonu yıkıyor ya -ha bu Nalan karısı var ya, tam bir balkon yıkama hastası, günde en az iki posta yıkar o balkonu- hah işte o, o meşhur mavi hortumunu çıkarıp balkonu bir iyice yıkadıktan sonra, çaktırmadan gidip bir güzel geziniyorum balkonda. Valla temiz balkon gibisi yok. Hele bir de hava güneşliyse. Yatıyorum, gerneşiyorum, ayıptır söylemesi çişimi yapıyorum. Sonra da tam karşıdaki bahçeye gizlenip, filmi seyrediyorum. Bu Nalan karısı çıkıyor… balkonu o halde görüyor… cıyaklamaya başlıyor... Vay gözün kör olsun seniiin… yine berbat etmiş ortalığııı… daha yeni yıkamıştııım… o ayakların kırılsın e miii… ay bileğim kırıldı benim süpürge sallamaktan… pist, pist pist… eh, ben seni bir yakalarsam…

 

Kim bilir, belki bir gün aklını başına toplar da oturup anlaşırız. Sen çöp poşetlerine karışmayacaksın, ben de balkona…

 

Yunus Develi 

 

Yitiksöz Sayı-4