Caddenin İki Yakası

 

Olan Tufan’a oldu. Hiç suçu günahı yok hâlbuki. Kimilerine kalsa sorun edilecek bir şey değil. Kafa yorduğun şeye bak, derler. İşin gücün yok galiba. Amaan sen de... Onlara göre öyle de öyle değil işte. İşin iç yüzünü bilmiyorlar çünkü. Gerçi bilseler de sonuç değişmeyebilir. Hayat onlara güzel… Nasıl çıkacaksam işin içinden? Sürekli aynı kaldırımı kullanamam. İki kaldırım yetmezken üstelik. Hadi öyle yaptım diyelim, sorun çözülmüyor ki. Tufan’la hemen her gün karşılaşmanın verdiği sıkıntı bir yana, oradan her geçişimde o beni görecek. Keşke görmese ama görecek. Beni her gördüğünde…

 

Hangisi daha önceydi acaba? Sanki Tufan gibi geliyor. Yaşça biraz büyük olduğuna göre. Belki de aynı zamanlardadır. Ama önce babaları tabii. Tufan’ın babası Almancıydı. Yazları izne gelirken getirdiği eşyaları çocuk arabasına doldurur satardı mahalle arasında. Tufan yoktu o zaman ortalıkta. Olsaydı hatırlardım. Arabanın bir ucundan tutardı herhâlde. Annesi yapardı o işi. Karı koca dolaşırlardı sokak sokak, Alaman döküntülerini satmak için.

 

Yalçın’ın babası öyle değildi. Garibanın biriydi. Küçük bir köşker dükkânı vardı. Kendinden başka bir kişi ancak sığardı içeri. Ufak tefek işler için onun yanına giderdim. Sigarası hep yanıyor olurdu, tezgâhın bir kenarında. Gözleri de avurtları da biraz içine çöküktü. Sıkça burnunu çekerdi. O da yalnızdı önceleri. Sonra işte bu Yalçın gelip gitmeye başladı yanına. Babasına yardım ediyordu. Boya işleri filan. Karateye gidiyordu o zaman. Siyah kuşağa kadar çıkmıştı. Herkesi döver bu çocuk, diye düşünürdüm içimden. Sonra yavaş yavaş yenilemeye başladı hayat kendini. Yılanın derisini atması gibi attı bazı şeyleri. Çocuk arabası da tezgâhın bir ucunda yanan sigara da kayboldu ortalıktan. Hep öyle yapıyor zaten. Eski fotoğrafları bir bir duvardan indirip yenilerini astı. Sokak değişti, dükkânlar değişti, esnaf değişti…

 

İnsan bazen çelişkilerinin içinden çıkamıyor. Kendinden, doğrularından kuşkulanıyor. Normalde günlük olarak kullandığım yollarda samimi olduğum birilerinin olmasını istemem. Buna özellikle dikkat ederim. Rahatsız olurum gelip geçerken. Onlara kalsa bu da saçma bir şey ama bence öyle değil. Duygusuz biri olarak yaşamak gibi bir lüksüm olmadı hiç. Unutkanlık, görmezlik, duymazlık… Onu takip, bunu takip… Keyifsizliğim bozulur, dalgınlığım zedelenir. Fakat işte bu ikisi bir istisna olarak kaldı böyle. Üstelik de karşılıklı. Caddenin bir tarafından geçerken ona, diğer tarafından geçerken ötekine selam verir, hâl hatır sorarım. Kimi zaman ayaküstü iki çift laf ettiğimiz de olur. Özellikle Yalçın çok ister bunu. Israr eder oturmam için. Küçük tabureye uzanır hemen. Çay söyler, sigara ikram eder. Bir şeyler sorduğu, akıl danıştığı da olur bu arada. İyi çocuk ama konuşma ihtiyacı biraz fazla. Boş adam lazım ona. Bende o yürek yok. Konuşuyor dediğim de gevezelik değil, sıkıntılar filan. Ufacık dükkân, buranın her tarafı gelir olsa ne olacak!

 

Babası öldükten sonra tezgâhın başına Tufan geçti. Yok yok, çocuk arabası filan değil. Rahmetli, kazandığı o paralarla dükkân yaptırmıştı tam köşkerin karşısına. Daha doğrusu altı dükkân, üstü ev. Kurulu tezgâh. Bildiğimiz terzilik değil tabii, ufak tefek tadilat işleri filan. Yalçın’ın babası hayatta ama çok yaşlandı o da. Epeydir uğramıyor dükkâna. Az bir hayat mücadelesi vermediler, babaoğul. Baksana, neredeyse kırk yıldır aynı dükkân. Bir ara bir Murat 124 aldılar ama çok geçmeden geri sattılar. Ben de en az onlar kadar sevinmiştim ama olmadı maalesef. İşte böyle, her iki dükkân da el değiştirdi göz göre göre.

 

Süregelen bir alışkanlık da vardır kuşkusuz ama az önceki söylediğimle çelişen bir durum var burada. Hem yolumun üstü sakin olsun istiyorum hem de alış veriş tercihimi cadde boyundaki esnaftan yana kullanıyorum. Bakkalı, fırını, manavı, hırdavatçısı… Mesela -kendisi bilmez tabii- uzun süre direndim o bakkalın yanına açılan markete gitmemek için. Mutlaka savaşılacak bir şeyler bulmak gibi bir huyum var. Bakkal, markete göre daha masum duruyor. Daha sıcak, daha yerli. Belki bakkal somut, market soyut bir şey olduğundandır. Meydan filan kalmayınca ortalıkta, böyle kıytırık işlerle o duygumu tatmin ediyorum galiba. Belki de her ihtimale karşı diri tutmaya çalışıyorumdur bir şeyleri. En azından içimdeki savaşı kaybetmemek için… Hâlbuki bana ne elin bakkalından, marketinden. Her şeyde böyle bu. Hemen taraf oluveriyorum. Ne yapıp edip bir neden buluyorum kendime. Yok kaşı, yok gözü… Tarafsızlık denizine düşsem kesin orada da bulurum bir şeyler. Ama bazen çok saçma işler açıyor başıma. İçinden çıkamadığım işler hem de. Geçen hafta hararetle desteklediğim takımı değil, rakip takımı destekliyorum mesela bu hafta. Ne olduysa, bir haftada ne değiştiyse? Oturup ağız tadıyla bir maç izleyemiyorum o nedenle. Yahu sana ne, kim kazanırsa kazansın, diyemiyorum. Fakat bakkal beni çok büyük hayal kırıklığına uğrattı. İnsan, sıcak dediği, yerli dediği yerden hayal kırıklığına uğrayınca daha kötü oluyor. Bir sen eksiktin, dedim içimden. Şu hayatta beni hayal kırıklığına uğratmayan bir sen kalmıştın! O oldu. Yok, yine ara sıra gidiyorum da heyecanım yok. Taraf değilim artık. Buz gibi girip buz gibi çıkıyorum. Zaten insan böyle böyle soğuyor ya hayattan…

 

Akşamüzeriydi. Bir iki ihtiyaç için gelmiştim. Kardeşlerin her biri dükkânın bir tarafında müşteri bekliyordu. Haber saati olunca gözler ister istemez köşedeki televizyondaydı. Ben de gayriihtiyari başımı ekrana çevirdim. Az sonra şok bir zam haberi geldi. Spiker, bir yandan haberi okurken bir yandan da son dakika gelişmesi olarak alt yazı geçiyordu. Çaya yüzde altmış beş zam! Spikerin ağzından zam haberi çıkar çıkmaz dükkânın içine çöken sessizlik bozuldu. Cumali, gözü dönmüş gibi raftaki çayları göstererek, yarın sabah hepsinin fiyatını değiştireceğim, dedi. Sonra da bana dönüp: Ne yapayım abi, başka çarem yok. Şimdi ben alamam ki sattığım fiyata, dedi. Ama öyle normal bir tepki, normal bir ses tonunda söylemiyordu. Gözleri, saldıracak birini arıyordu sanki. Sabah olsa da şu etiketleri bir değiştirsem! İyi de Cumali, sen o fiyattan almadın ki çayları, diyecek oldum ama sustum sonra. O günden sonra, hepinizin canı cehenneme, ne hâliniz varsa görün, dedim! Soyutunuz da batsın, somutunuz da. Neymiş, bakkalımıza sahip çıkmalıymışız. Bakkal biterse insanlık bitermiş. Sanki insanlık kalmış da!

 

Hangisi daha iyi, diye sorulsa cevap vermekte zorlanırım. İkisi de birbirinden iyi. İkisi de dürüst. İkisi de efendi, saygılı. Ayakkabı tamiratı ve ufak tefek terzi işleri caddenin iki yakasına emanet. Güvenle bırakırım eşyaları. En kısa zamanda, en iyi şekilde yaparlar. Öyle tamahkârlıkları filan da yoktur. Ne verirsen, derler çoğu zaman. Ben de elimden geldiğince bu iyiliğin altında kalmamaya, emeklerine haksızlık etmemeye özen gösteririm.

 

Fakat burada bir ayrıntı var. Her türlü ayakkabı tamiri Yalçın’a, her türlü terzi işi de Tufan’a. Öyle değil. Bazen onların boyunu aşan -makineleri, ustalıkları vs. nedeniyle- işler olduğunda gittiğim başka adreslerim var. Yani bir pantolon paçasının kısaltılması için Tufan’a giderdim ama örneğin, bel açma veya daraltma için bir başka yeri tercih ederdim. Ya da ayakkabıda ciddi bir sorun varsa onu da ‘Ayakkabı Hastanesi’ne götürürdüm. Her ikisi de işinin ehli ustalardı. Bunu yaparken, ne Tufan’a ne de Yalçın’a haksızlık ettiğimi düşünmezdim.

 

İşte o nedenle spor ayakkabısını hastaneye götürdüm. Burayı da çok eskiden beri bilirdim. İlginç, baba-oğul olmasa da onların hikâyesi de benzerlik gösteriyordu. İki kişiyle başlıyor, sonra ötekilerde olduğu gibi teke düşüyordu. Gelip geçerken dikkatimi çekerdi, Ayakkabı Hastanesi! Sonra gazeteye filan çıktı. Epeyce meşhur oldu. Kadir, temiz biriydi. İşçiliği de iyiydi. Sonra birini görür olmuştum yanında. Bizim bilader, dedi bir gün. Uzunca bir süre birlikte çalıştılar. Sonra Kadir ayrıldı. Memurluğa geçmiş. Biladeri devam ettirdi işi. İşte Kadir’in biladere gittim. Eline aldı, şöyle bir baktı. Abi, dedi bu benim yapacağım iş değil. Sen bunu falan yerdeki arkadaşa götür. Benim gönderdiğimi söyle. Eyvallah deyip ayrıldım hastaneden. Arada epeyce bir mesafe var. Adres bulma yeteneksizliğim de eklenince, bir hayli dolandım ortalıkta. Güç bela buldum sonunda. Çok da haksızlık etmeyeyim kendime, arada bir yerdeymiş. Beni filanca gönderdi, diyerek uzattım ayakkabıyı. Evirip çevirip baktı şöyle bir. Yaparım, dedi. Ne malzeme kullanacağını -kalkıp gösterdi rafta duran malzemeleri- nasıl yapacağını anlattı. Borcum ne olur usta, dedim. Yüz elli lira, dedi. Şaşırdım. Hiç böyle bir fiyat beklemiyordum. Altı üstü ön tarafta zedelenmiş iki parça kumaşı değiştirecekti. Çok pahalı olduğunu söyledim ve düşünmek için izin isteyerek ayrıldım oradan. Hem kararsızdım hem de bir çözüm bulmam gerekiyordu. Yazık, öyle ufacık bir bahaneyle ayakkabı atılır mıydı? Ama iyi de yüz elli lira da çok fazlaydı. Hani elli filan olsa… Böyle konuşa konuşa giderken aklıma geldi. Onun yapacağı iş değildi ama belki bir fikir verir, yardımcı olabilirdi. Yalçın, dedim hikâye bundan ibaret. Sen hiç kafanı yorma Cengiz Abi, dedi. Ben sana bunu elli, altmış liraya yaptırırım. Tanıdığım yer var. Sen bırak, git! Bir tanesin Yalçın! Çıkarıp elli lira verdim ve ayrıldım.

 

O gün, o ayakkabıyı Yalçın’a bırakıp giderken, bunları yaşayacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Keşke ona hiç götürmemiş olsaydım. Caddenin iki yakasında iki sızı bırakacağıma, çöpe atsaydım da vicdan azabıyla yansaydı içim.

 

Birkaç gün sonra uğradım. Henüz bitmediğini söyledi.

 

Üç beş gün sonra tekrar uğradım. İşlerinin yoğunluğu nedeniyle gidemediğini, ilk fırsatta gidip alacağını söyledi.

 

Rahatsız etmiş olmamak için bu defa arayı biraz uzattıktan sonra gittim. Ben tam dükkânın önüne geldiğimde, Yalçın, dükkânın içinde oturmuş, pantolonunu da dizine kadar çemremiş, başında dikilenlere bir şeyler anlatıyordu. Motor çarpmış! Ama beni görünce, tam senin ayakkabıyı almaya gidecekken motor çarptı, dedi. Neyse Yalçın geçmiş olsun. Ayakkabı önemli değil. Acelesi de yok zaten. Bir ara uğrarım, diyerek ayrıldım.

 

Yok, hâlâ kuşkudan eser yok bende. Olamaz da zaten. Kendimden kuşkulanırım, Yalçın’dan kuşkulanmam. Öyle bir şeyi aklımdan geçirerek haksızlık edemem o masumiyete. O derece güveniyorum.

 

Belki bir hafta, on gün filan geçmişti tekrar gittiğimde. Bu defa çok ümitliydim ama o, yine bir şeyleri bahane ederek gidemediğini, ayakkabının hazır olduğunu, mutlaka yarın Tufan’a bırakacağını ve oradan alabileceğimi söyledi. Ertesi gün gitmedim. Birkaç gün sonra da gitmedim. Ondan sonra hiç gitmedim. Yalçın’a gitmediğim için Tufan’a da gidemez oldum. Hayır, Yalçın iyi çocuk. Temiz çocuk. Yapmaz öyle bir şey. Lanet olsun. Bir şey olmuştur kesin. Ona, bunu yaşatacak bir şey. Her neyse. Hayır, hiç kırılmadım. Sende mi Yalçın, demedim. Yalçın yapmaz öyle bir şey. Ona değil, ona, bunu yaptıran her neyse, ona yazıklar olsun. Ter temiz çocuğun düştüğü duruma bak!

 

Yalçın’ın ne dediği önemli değil de kim bilir Tufan ne diyordur?

 

Yunus Develi

 

Yitiksöz Sayı - 16