Çakıl Taşı

 

Son zamanlarda doğal taşlara ve bu taşların haletiruhiye üzerindeki etkilerine merakı iyice arttı. Küçük bir el kitabı edindi, her gün farklı bir taşın dünyasında geziniyor. Doğal taşların hikâyesi çok eskilere milattan öncelere kadar gidiyor. Sadece takı ya da para olarak da kullanılmıyor üstelik. Birçok mimari yapıda süs için bulunduğu kadar, yapıları güçlendirmek için de bulunuyor.

 

İnsan ne renkse etrafını ona boyarmış ya, kimin özel bir günü varsa, kime hediye alınacaksa şifa olacağına inandığı bir taşı bulup getiriyor. Kızının boynunda üç tane kolyesi var. Bilekleri doğal taşlarla dolu. O da seviyor böyle şıkır şıkır gezmeyi. Kardeşi ne zaman görse “çocuğu dilek ağacına çevirdin” diye takılıyor. Kızı yaşından ötürü bu taşların diğerlerinden farklı olduğunun bilincinde değil. Sanıyor ki, annesinin yeryüzündeki bütün taşlara merakı var! Ne zaman dışarıya çıksalar mutlaka annesi için taş toplar. İrili ufaklı taşları önüne serip “hadi bunlardan sana da kolye yapalım” der bütün masumiyetiyle. Kendi için bir taş bulamadı henüz. İçinde sızım sızım sızlayan bu yaranın ne yerini ne sebebini keşfedemedi ki, şifasını arasın. Kızının kendisine getirdiği çakıl taşlarından şekli hoşuna gidenleri saklıyor şimdilik. Kız bugün ceplerini daha fazla taşla doldurmuş. Gani gönüllü bir çocuk. Yoldan geçen insanlara “bak bu taşı senin için aldım, sende böyle boynuna takabilirsin” diyor kendi kolyelerini göstererek. Bu dünyadan herkes nasibini alır. Boyunlarına takmazlarsa, bağırlarına bassınlar. Dedesinin çay içtiği esnada, masanın üzerine saçıverdi cebindeki bütün çakıl taşlarını. “İşte bunlar da sana ayırdıklarım” dedi. Dedesi bir avuca ne kadar taş sığarsa, o kadar taşı avuçladı ve gülümsedi. “Ben senin kadarken bizim oradaki sulama kanalının içinde yüzerdik. Bir başından girip diğer başından çıkmaya çalışırdık. Bazen de kim kanaldan daha çok taş çıkarak diye yarışlar yapardık. Bizim mahallede bir çocuk vardı, İsmi Ömer. Onu kimse geçemezdi. Balık gibi yüzerdi ”dedi. Hikâye pek dikkatini çekmedi küçük kızın. Dedesinin avcundaki ve masanın üzerindeki çakıl taşlarını yere saçtı. Yenilerini toplamaya başladı. Annesi “bize gösterdiğin o kanalda mı yüzüyordunuz” diye sordu çocuk masadan adım adım uzaklaşırken.

 

Bizim köyün etrafında diğer köylerin sulama kanallarıyla birleşen daha büyük daha derin kanallar olur. Siz o kanalları hiç görmediniz. Köyün ortasından geçen anayolun sağ kısmında çok dik bir yokuş var. Elma bahçeleriyle çevrili bu yokuş üzerinde hiç hane yok. Yokuşun düzlüğe ulaştığı arazide kurulmuş bütün evler. Bu yüzden köy ikiye ayrılmış gibi. Bizde bu yokuşu çıkar en derin sulama kanalını bulur orada yüzerdik. Kanalın etrafı uzunca kavak ağaçlarıyla kaplıydı. Ağaçların gölgesinde sere serpe uzanır, tertemiz havayı içimize çekerdik. Biz dinlenirken Ömer yine taş çıkarmaya çalışırdı kanaldan. “Bu kadar yeter Ömer, takatsiz kalır da kanalda boğulursun.” derdik, önemsemezdi. Bazen, güneş batmaya yakın gökyüzü kızıla çalınca biz aşağı köyün yolunu tutardık, Ömer yüzmeye devam ederdi. Bir gün sözleştik arkadaşlarla, yanımıza çıkın aldık yine kanalda buluştuk. Ömer hepimizden önce gelmiş yüzmeye bile başlamış. İyice yorulmuş belli yine de kanala doyamıyor. Bize hınzır bir bakış attı “kendine güvenen varsa gelsin, kanalın içinden geçip diğer tarafından çıkalım” dedi. Kimse yanaşmadı. “Hepiniz korkaksınız oğlum” dedi, attı kendini kanalın içine. O kanala dalar dalmaz başladık çıkacağı tarafa doğru koşmaya. Biz vardık, beklemeye başladık. Ha çıktı ha çıkacak dört gözle kanala bakıyoruz. Hiç kıpırtı yok. “Eyvah bu defa kesin boğuldu, ne diyeceğiz anasına babasına” diye tasalanmaya dövünmeye başladık. Kimimiz kanala doğru Ömer diye bağırıyor kimimiz tarlalardan geçen biri var mıdır diye sağa sola koşturuyor derken Ömer bitap bir şekilde çıktı kanalın içinden. Meğer kanalın içindeki kapağa sıkışmış kalmış, paçayı zor sıyırmış. Az daha canından olacaktı. “oğlum Ömer, bu kanalda boğulursan anan baban çok üzülür” yapma bir daha dedim “ben doğduğum zaman anam atın leğenin içine boğulsun demiş hiç de üzülmez” diye cevap verdi. O gün ağzından başka bir cümle de çıkmadı. Akşam eve gittiğim zaman olan biten her şeyi anneme anlattım. Annem “ zavallıcık, bilmiyor ki anası deli” dedi. Hayret içinde kaldım. “Nazar teyze deli mi?” dedim. Annem bana kızdı. “sus bakayım sen, çocuklar böyle şeyler konuşmaz” dedi. Meraktan uyuyamadım tüm gece. Annemle babaannem fısıldaşıp durdukça merakım iyice arttı. Baktım benim yanımda konuşacakları yok, ben de uyuma numarası yaptım. Annem benim uyuduğumu sanınca babaanneme rahat rahat anlattı her şeyi. “Aslında Şadiye teyzeye kızıyorum anne, Nazar’ı o delirtti” dedi. Babaannem “o da ne yapsın yavrum, elinde bir çocukla el kapısında durmak çok zor” dedi başladı uzun uzadıya anlatmaya.

 

Şadiye, Hasanla evlenip bizim köye gelin geldiği zaman Nazar üç yaşındaydı. Şadiye’nin aklı çıkardı Nazar yüzünden bu kapıdan da kovulurum diye. Nazar’dan sonra üç kızı bir oğlu oldu. O çocuklara asla eziyet etmedi. Evde kendi yetemediği tüm işleri Nazar’a yaptırırdı. Halı dokumaya, tütün yolmaya Nazar’ı yollardı. O vakitler çarşıda pazarda Nazar’la karşılaştığımız zaman çocuğun üstünden burnumuza hafif hafif tütün kokusu çalardı. Çocuk bize yanaştıkça koku keskinleşirdi. Kardeşlerine de az bakmadı. Analarından çok ablalarının hakları vardır o çocuklar üzerinde. Nazar kendisi çocukluğunu yaşayamadı onlara bakmaktan. Oyun vakti çocukların önünde arkasında dolaşıp onları kollardı. Yemek vakti onların karnını doyurmadan ağzına bir lokma koymazdı. Yine de yaranamadı işte.

 

Dört kızdan sonra bir oğulları olunca Şadiye ve Hasan için pek kıymetli oldu. O çocuk da uyuz gibi bir çocuktu. Bilirdi anasının babasının kendine düşkünlüğünü, olmadık işler eder milletin canına malına halel getirirdi. Bir gün bu oğlanın canı süt istemiş. Şadiye, Nazar’a “kardeşine süt kaynat” demiş. Nazar gidip keçiden sütü sağmış, tencereye doldurmuş. Süt ağır ağır kaynarken Nazarcığın içi geçivermiş. Sütün de kaynaya kaynaya dibi tutmuş. Oğlan “içmem ben bu sütü yanık kokuyor” diye söylenince, Şadiye kapmış kaynar süt tenceresini Nazar’ı yakmakla tehdit etmiş. Yakmamış ama yakarım demiş. O akşam Nazar’ın feryatları tüm köyü inletti. Zavallıcık korkuyla “Anam beni yakacak” diye bağırdı durdu. Meğerse kızın aklı yerinden oynamış korkudan. İlkin köylüye demek istemediler. Nazar nazara geldi diye hoca hoca dolaştırdılar ama bir çare bulamadılar. O vakitten sonra gözleri eskisi gibi bakmadı Nazar’ın. İçinde karanlık bir şeyler dolaştı durdu sanki. On beş yaşına gelince, Hasan istemedi evinde daha fazla yaşamasını. Everelim dedi. Birini bulup verdiler. Yaşı küçük olduğundan babasının imzası gerekti. Nazar nikâh vakti öğrendi Hasanın öz babası olmadığını. Yol zaten meşakkatli bari yoldaş yormasın değil mi. Öyle de olmadı. Kocası, kaynanası eziyet etti durdu. Bu kız merhamet görmedi ki merhamet etsin. Ne çocukluğunu bildi, ne gelinliğini bildi. Ona kıymet veren olmayınca o da kimseye kıymet vermedi. Hep bir kız bir oğlan çocuğum olsun isterim derdi. Oğlanın arkasına kız bekledi. Ömer doğuverince, atın leğene boğulsun ben kız istiyordum dedi. Allah hepimize selamet versin. Armudun altına armut düşüyor işte. Allah vere de Nazar’ın çocuklar kendisi gibi olmasın.

 

Babaannem çayını yudumlamaya başladı. Perde hafif esen rüzgârla nazlı nazlı sallanıyordu. Dışardan gelen cırcır böceklerinin sesini dinlerken içim geçivermiş. Birden bir çığlıkla irkildim. İlk önce sesin kimin olduğunu anlayamadım. Kulak kabartıp dikkat kesilince Ömer’in olduğunu fark ettim. “Çöz beni ana!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Yataktan fırladım, yalın ayak dışarı koştum. Annem, babaannem başka köylülerde sesin geldiği yere doğru hızlı adımlarla koşuyordu. Sese iyice yaklaşınca bir de ne görelim! Nazar teyze Ömer’i evlerinin önündeki elektrik direğine bağlamış. Ömer’in abisi karşısına geçmiş gülüyor, bacısı dibine çökmüş ağlıyor.

 

Babaannem çözecek oldu, Nazar teyze “Sakın ha! Sigara içerken yakaladım arsızı, sabaha kadar burada bağlı kalacak, aklı başına gelecek.” Hepimiz çaresiz evlerimize döndük. Biz eve varıp avlunun tahta kapısını örterken Ömer hâlâ daha bağırıyordu.

 

“Ben senin gibi olmayacağım Ana!”

 

Küçük kız masaya kocaman bir taş koydu. Sonra eliyle diğer masaları gösterdi. Bütün masaların üzerinde irili ufaklı taşlar vardı.

 

“Anne bak, herkese taş hediye ettim, aynı senin gibi!”

 

Tuğçe Öcal 

 

Yitiksöz Sayı - 13