Çember
Boş yere sürükledim adımlarımı. İlerleyişim bir çemberin çevresi istikametinde. Varış noktası da aynı başlangıç noktası da.
Nabız atışımda hissediyordum kalbimde büyüyen yangınımı. İçimi tekmeleyen öfkeyle fırlatıp attım dışarıya kendimi. Karanlığın köşe başlarında amaçsızca savrulma arzusu, hücrelerime çarpan kederin tastamam yansıması olmalıydı. Gayem, hatırlanmaz bir iyilik misali cadde sokak silinip kaybolmaktı.
Gibisi fazla. Tamı tamına nereye gittiğini bilmiyordu sahibi olduğum ayaklar. Sarhoş bir sarkaç misali ayarsızca sağa sola devinip duruyordu. Batık gemi kalıntısı, eski çağ harabesiydim. Yaşama tutunduğum çivi sabitlendiği yerden çıkmak üzereydi. Kıskaçla kıstırılmış, toz bulanıktı yalpaladığım yollar.
Adımlarının önünde kilometrelerce uzamıştı patikalar. Yaslandığım duvarlarda beni yürümüştü kapandığım boşluklar. Adres tarifi yoktu, yol tarifi yoktu pusulamda. Dolaştığım hiçbir yerde ayak izim bulunmuyordu. Kapısına sığınabileceğim bir kale, bir şehir hatta bir istasyon bile mevcut değildi tırmandığım yokuşlarda.
Birden babam öldü. Gitti çalılıkların içine yerleşti hayat. Annemi bir iblisle evlenmeye zorlayan geçim kavgası, akarında yalımlar püskürten bir nehrin alazdan suları içine attı periyodumuzu. Zamansız solan kır çiçekleri gibi soldurdu yüzümüzü zalim Hannas'ın bize çerçevelettiği hayat.
Korkumun ortağı, ak saçlı annemdi. Her gün dayak, her gün kavga, hakaret. Çarmıklı bir azap, kazınmıştı künyemize. İnsan değil şeytanın önde gideniydi mübarek. İki kez ölmüşlüğüm var benim felek. Biri babam diğeri babam yerine koyduğum adam. Birinin gidişi, diğerinin gelişi, can göçüğüme sebep.
Şişenin boğum boğum boğulan boğazı gibiydim. Boğuluyordum. Hadi ben neyse de, annemin kırık kalbi duracak diye korkuyordum bu üzgüyle. İşte o vakit beyazlar incinir, maviler parçalanırdı gözümde. Bir an bile tereddüt etmeden kanlı bir katile dönüşürdü çocukluğum. Ufalanırdım.
Evdeki kâbustan koparak düştüm kaldırımların avucuna. Rayını arayan siyah renkli tramvaydım. Taşa takıldı; bileği burkuldu yürüyüşlerimin. Parklarda dolaştım. Sahilde soluklandım. Otobüs durağında konakladım. Mola verdim köşe başında. Babamı andırıyordu gözleri. Süt mısır satan amcayla sohbete koyuldum. Bana kızıyordu amca. On dört yaşındaki kız çocuğunun geç saatlerde ne işi olurmuş sokakta. Şarapnel parçalarından kaçtığımı bilmiyordu ki dayı.
Bakırdan bir ay, kırmızı damarlı bir şimşek vardı semada. Kaskatı esiyordu rüzgâr. İliklerime kadar işlemişti soğuk. Konup kalkan serçelerle doluydu çatılar. Belli belirsiz bir yeri anımsatıyordu bulvardaki ağaç. Suskun köpek yavruları dolaşıyordu etrafımda. Kazan simidi, gevrek simit diye bağırıyordu simitçi çocuk. Kalın perdelerle kapatılmıştı evlerin pencereleri sıkı sıkıya.
Bağırdım, çağırdım. Duyan olmadan seslendim kentimin kalbine. Yağmur yağıyordu. Yağma dedim kırık bir radyo melodisiyle. Alakadar olmadı terennümlerime. Kafası karışık olmalıydı bulutların. Yıldızlardan sızan göçler tasarladım belleğimde. Vuslat önüme duvarlar ördü. Anne izi her mevsimde...
Geçerken bir köprüden, bir adam astım hayalimde. Sonra kahkahalar attım oturup sallandığım direğin dibinde. Hayatın bütün gecikmiş vanalarını açıp boğuluşunu izledim aynı adamın. Sönmüş yangın ertesi, tepindim küllenmiş gövdesinin üzerinde. Habibe zevkten dört köşe. Düşlerim keşke gerçek olabilseydi anne.
Ne çok isterdim geri dönmemeyi. Nereye sığınır, ne yer ne içerdim. Çaresizlik bir insanı bu kadar mı acizleştirirdi? Acımış bir ömür, köpürerek, çarpıp duruyordu bedenime. Annem. Bahtsız bedevi. Meraktan çıldırmış, kömüre dönüşmüştür taş bastırdığı ciğeri. Tutuşmuş bir sahra, buzlu bir kış bahçesidir şimdi içi.
Düşündüm. Sahile vuran dalgalar bile geldiği yere dönüyordu umarsızca. Galiba külfetsiz bir yolu yoktu kaktüse uzakta durmanın. Vazgeçip her şeyden, ıssız bir kuytuyu seçmekte güçtü oldukça. Dönüşüm yine koşarak ayrıldığım cehennem istikametine doğruydu. Sırtımda hüznün yükselttiği kambur, kaderin beni koyduğu yere doğru hızlanmaya başladım.
Boş yere sürükledim adımlarımı. İlerleyişim bir çemberin çevresi istikametinde. Varış noktası da aynı başlangıç noktası da...
Gülçin Yağmur Akbulut
Yitiksöz Sayı-24