Çıkmaz Sokaklarda Görülen Kekre Rüyalar

 

Servis koridorunda işçilerin yana düşmüş başlarına bakarak arka koltuklara doğru ilerledim. Çevre yolunda sıralanmış sokak lambalarının sisli ışıkları, işçilerin yüzlerini kısa aralıklarla aydınlatıyordu. Müezzinlerin mahmur sesiyle derinlerden gelen sabah ezanı, şehri uyanmaya davet ediyordu.

 

Tan yeri ağarırken, lacivert göğe fabrika bacalarından siyah dumanlar yükseliyor; işçiler vardiya değişimi yapıyordu. Gözlerinden uyku akan yorgun işçiler, yeni gelenlere zoraki bir kolay gelsin diyor ya da onu da demeden kendini boş bir koltuğa atıyordu. Kısa süre sonra da başları cama yaslanıyor; uyuyakalıyordu.

 

 

Yeni gelenler ısınmış makinalar arasında toz ve gürültüye alışmaya çalışarak, ellerini bir dişliye kaptırmamak için uykunun ağırlığından kurtulmaya çalışıyorlardı. Vardiya çavuşu, sağa sola birkaç talimat verip, karton yatağına kıvrılmanın kestirme yollarını arıyordu. Dişliler nefes almadan dönüyordu. Hepimiz aynı hareketleri yıllardır yapmanın verdiği alışkanlıkla otomatik makineler gibi çalışıyorduk.

 

Her iplik rulosu bittiğinde, ânında yenisini takıyor; on iki paydosunu iple çekiyordum. Ne makinelerin gürültüsü ne de ciğerlerimi yırtan öksürük heyecanımı bastırmaya yetmiyordu. Uzun süredir bugünün hayalini kuruyorduk. Her ayrıntıyı konuşmuş, her şeyi ayarlamıştık. Artık evde işler bambaşka olacak, dünyayı daha renkli görecektik.

 

Enişteyle sözleştiğimiz yerde buluştuk. Hızlı adımlarla bayiye gittik. Her ay dişimizden tırnağımızdan arttırıp bir yıldır biriktirdiğimiz bin beş yüz altmış lirayı peşinata verdik. Bayi sahibi Bünyamin Bey, göbeğinin üstünden yukarı uzanan pantolon askılarını çekip bırakıyor, espriler yapıyor; bana “Raşit Bey” diye hitap ediyordu. Ne hoş adam, diye düşündüm. Bünyamin Bey’in dediğine göre, kendileri bölge bayisiymiş, daha uygun fiyata bulmamız mümkün değilmiş. “Eniştenizin kefil olmasıyla birlikte, ihtiyacınız olan alışveriş kredisini yarım saate kalmaz çıkartırız.” dedi. İşler iyiye gidiyor; yüzümüz gülüyordu. Bünyamin Bey, hesap makinesinin tuşlarına hızlıca basarak, “6.999 eksi 1.560 eşittir 5.439” dedi. “Faizi ile birlikte yedi bin iki yüz altmış sekiz lira total ödemeniz olacak, bunu da yirmi dört ay vadede rahat rahat ödersiniz.” Nüfus kütüğümdeki bütün bilgileri bilgisayar ekranına girip bir tomar kâğıdı da imzalattıktan sonra, deri kaplama döner koltuğuna rahatça yerleşti. Bizler, ikram edilen sade sodalarımızı bitirene kadar kredi onaylandı. Bünyamin Bey, “Televizyonu servis getirir, kurar” dedi, ama o kadar para verdim, televizyonu almadan gider miyim ben?  “165 EKRAN DÂHİLİ UYDU ALICILI SMART 4K ULTRA HD LED TV”yi alarak gülen yüzlerle bayiden çıktık.

 

Maşallah bizim enişte İngiliz anahtarı gibi her kapıyı açıyordu. İki kolumla zoraki sardığım televizyon kutusundan önümü görmeye çalışarak dolmuş durağına yürüdüm. Saadet’in yüreği ağzında beni beklediğini biliyordum.

 

Dolmuştan indikten sonra, sıvasız briket duvarlı sokağın yamalı asfaltı üzerinde, daha bir dik yürüyordum. Lastik teker yuvarlayarak oynayan çıplak ayaklı çocukların arasından geçerken, hâlime bin kere şükrettim. Kolay değil, bu zamanda böyle bir televizyonu alabilmek. Allah, olmayanlara da versin. Komşu kadınlar pencerelerden beni izliyorlardı. Onları hiç görmemiş gibi yaparak televizyon kutusunu yere koyup belimi ovuşturdum. Eh böyle anların tadını çıkarmak lazımdı biraz da. İkindi ezanının sesiyle toparlandım, “Aziz Allah, şefaat Ya Resulullah” çekerek yola devam ettim.

 

Çıkmaz sokağın sondan ikinci kapısının üzerindeki teli yavaşça çekerek bahçe kapısından girdim. Televizyonu kapının önüne koyarak, zile basıp, duvarın ardına gizlendim. Saadet, televizyonu görünce ellerini ağzına götürerek çığlığı kopardı. Çocukları da çağırdı. Kutunun üzerindeki fotoğrafları inceliyorlardı. “Ta taa” diyerek ansızın ortaya çıktım ama televizyonun heyecanından beni fark etmediler. Saadet, ellerini televizyonun kutusu üzerinde gezdirirken, gözleriyle komşu pencerelerini tarıyordu.

 

Eski televizyonu tavana kaldırdık. Sehpayı tertemiz sildik. Akşama yakın servis aracı geldi. Bizim mahalleye pek gelmeyen servis aracı komşuların epey ilgisini topladı. Servis görevlisi temiz yüzlü genç, “İyi günler Raşit Bey” diyerek kurulum için izin istedi. Pek alışkın olmadığım bu “Bey” hitabı iyiden iyiye hoşuma gidiyordu. Ayaklarına galoş giyen görevliler gayet nazik bir şekilde kurulumu tamamladılar. Garanti belgesini kaşeleyip “İyi günlerde kullanın Raşit Bey” dediler. Elimi cüzdana atıp, “Borcumuz ne usta?” dedim. “Kurulum ücretsiz efendim” Efendim mi? Vay be!

 

Görevlilerin kapıdan çıkmasıyla, televizyonun karşısında yan yana dizildik. Saadet, şaşkınlıktan dilini yutacaktı. “Esra’ya bak sen! Capcanlı karşımda duruyor,” diyordu. “Sanki ekrandan fırlayıp yanımıza gelecek gibi, eski külüstürden kurtulduk çok şükür.” Çocuklar çizgi film diye mızmızlanıyorlardı. Ama kumanda günün kahramanı olarak Raşit Bey’in hakkıydı. Her zaman izlediğim haber kanalını açarak, astarı delinmiş kanepeme kuruldum. “Bir gün bu kanepeleri de değiştireceğim inşallah, çatır çutur ses geliyor, her yerinden.”

 

Televizyonun fotoğraflarını çektik. Saadet, “Allah olmayana da versin.”, ben, “Yeni oyuncağımız” yazarak insta’da paylaştık. Sağ olsunlar, eş dost arayıp ‘hayır’ladılar. Biz de yarın akşam buyurun, “Kuyruğunu doğrultalım.” dedik.

 

Yirmi dört saat buhar olup uçtu. Birazdan misafirler gelecekti. Saadet, televizyonun olmayan tozlarını almaya başladı. Ben de ceketi kaptığım gibi pastaneye fırladım. Üç kilo bülbülyuvası, ikişer tane de sarısından siyahından kola aldım. “Yaz bunları Yılmaz Abi.” dedim, “Aybaşında hallederiz.”

 

Pastacı Yılmaz, kaşlarını kaldırarak, dudağını uzatıp, “Daha üç ay öncekiler duruyor” diyecek oldu ama “Bugün keyfim kıyak, bozma be Yılmaz Abi” diyerek nefesini kursağına tıkadım. Yılmaz, iki elini yana açarak kafa kıvırmakla yetindi.

 

Enişte, kayınlar, bacanaklar; eltiler, yengeler, görümceler salonu doldurdular. Saadetin, ağzı kavuşmuyordu, keyfine diyecek yoktu. Bacanak, “Elin gâvuru ne makine yapmış be” dedi, “Resmen dünyayı ayağına getiriyor. Bundan bir de ben alsam altından kalkabilir miyim?”

 

Tabi, ben bilirkişi olarak, koltuğumda biraz daha doğruldum. Tespihime bakarak ağır ağır konuştum. “Sen yeter ki almak iste bacanak” dedim, “Adamlar her kolaylığı sağlıyor, servis evine kadar gelip kurulumu bedava yapıyor.” Kredi kolaylığı, ödeme kolaylığı, servis kolaylığı üzerinde epey bir öğüt verdim. Kolalar, tatlılar geldi. Kiralık Aşk, başladı. Şimdi, kalabalıktan çıt çıkmıyor; ekrana bakmaktan çatalı tatlıya geçiremiyorlardı. Koladan bir yudum alan bardağı koyacağı yeri el yordamıyla buluyordu.

 

Dizinin, reklam arasına girmesiyle herkes derin bir uykudan kalkmış gibi birbirinin yüzüne baktı. Eniştenin, “Ulan, ben o adamın yerinde olsam o kıza neler yapmazdım” demesiyle tartışma alevlendi. “Kız sevgilisini aldatmakta o kadar da haksız sayılmazdı çünkü holding sahibi sevgilisi, söz verdiği hâlde eski karısından esmî olarak boşanmamıştı. Holding sahibinin eski karısı da adamın yeni sevgilisinin eski erkek arkadaşıyla boğazda yemek yerken görülmüştü ama. Hayır, ama onlar sadece arkadaştılar. Kız sütten çıkmış ak kaşık mıydı? Adamın şirketindeki mühendisle işi pişirmemiş miydi?”

 

“Ama onlar zengin” dedi, bizim küçük oğlan. Annesinin, “Çocuk aklınla büyüklerin işlerine burnunu sokma!” diye kükremesiyle köşesine sindi çocuk. Reklamların bitmesiyle sükûnet yeniden sağlandı. “Zengin adam o kıza bir oyun oynayacaktı ama ne yapacaktı?” bazıları tespihini hızlı hızlı şakırdatıyor; bazıları da tırnak etlerini kemirerek ekrana kilitleniyordu.

 

Gece yarısına yakın misafirler dağıldı. Saadet’le kimin ne yorum yaptığını, televizyona nasıl baktığını tek tek değerlendirdik. Hepsinin hayran kaldığından hiç şüphemiz yoktu.

 

Sonraki birkaç ay evdeki tek ilgi odağı televizyon oldu. Fakat bu ilgi çok uzun sürmedi. Artık iyice sıradanlaşmıştı. Bir gün Pastacı Yılmaz, kapıyı çaldı. “Aylardır yüzünü göremiyoruz be Raşit, yaşıyor musun sen?” dedi. Bunun ne demek olduğu çok açıktı. Saadet, el işi yaparak biriktirdiği paraları avucuma sıkıştırdı. Yılmaz Usta’yı şimdilik göndermiştik.

 

Artık ben işe gitmek dışında evden çıkmıyordum. Saadet, sürekli el işi yapıyordu, çocuklar ağzına konan sineklerden bihaber çizgi film izliyorlardı. Tüm ümidimizi bağladığımız her aybaşında, ümitler gelecek aybaşına erteleniyordu. Gelecek aybaşları bir türlü gelmiyordu.

 

Saadet, telefonda eltisiyle dertleşirken, “Raşit, huy değiştirdi.” diyordu. “Eski güler yüzlü adam gitti; yerine somurtkan bir herif geldi oturdu.” Ağzımı bıçak açmıyormuş. Çocukları bile doğru düzgün sevmiyormuşum. Ne olmuş bana? Yoksa hayatımda başka biri mi varmış? Fabrikadan falan! Arada duyuluyormuş böyle şeyler.

 

Başım ellerimin arasında düşünürken, eskicinin sesini duyunca, aklıma bizim külüstür geldi. Kucakladığım gibi sokağa fırladım. “Ne eder bu usta?” dedim. Dalga geçer gibi güldü herif. “Bunu kim ne yapsın be abi,” dedi, “Yine de bir ellilik vereyim sana.” Elliliği cebime attım. Yok, bu böyle olmayacaktı. Televizyonun garanti belgesini alıp, son bir umutla, Bünyamin Bey’in bayisine gittim. Kendimi tanıttım, belgeyi gösterdim, “Kaça alırsın bunu abi?” dedim. Adam, “Sizi tanıyamadım, bizim ikinci elle işimiz olmaz!” dedi. Enişteden bahsedecek oldum ama adam yüzünü çevirip diğer müşterilere yöneldi. Kendimi hızlıca dışarı attım. Ağlamamak için alt dudağımı ısırıyordum. Beynimde yeni bir şimşek çaktı: İkinci el dükkânları. Kaldırımları hızla arşınlayarak ilk dükkâna daldım.

 

“En fazla altı ay kullandık; yepyeni, garanti belgesi, ULTRA HD, 4K, 165 EKRAN.”

 

Adam, “Sana helalinden bin lira” deyince, dondum kaldım. İskemleye çöktüm. Bu para kredi borcumun çeyreğini bile kapatamazdı. Diğer dükkân: Sekiz yüz lira. Diğeri: Sekiz yüz elli. Diğeri: Yedi yüz elli. Her dükkân sahibine aynı hikâyeyi anlatıp benzer yüzleri görmekten yoruldum. Teker teker kapanan kepenklerle birlikte, umut ışıkları bir bir sönüyordu.

 

Telefon çaldı. Saadet arıyordu. Açmadım. Dumanlı gözlerle, caddede yaralı bir yılan gibi akan akşam trafiğine baktım. Kırmızı fren lambaları gözlerimi kamaştırıyor; korna sesleri kulaklarımda uğulduyordu. Kaldırımda yürüyen herkesin çok acelesi var gibiydi. Kimi omzuma sürtünerek hızla beni geçiyor; kimi karşımdan geliyor, göz göze gelmemeye çalışarak gözden kayboluyordu. Âdeta şehir, oğul vermeye hazırlanan arı kovanı gibi inliyordu.

 

Sıvasız briket duvarlı çıkmaz sokağımızın yamalı asfaltı üzerinde, ayaklarımı sürüyerek yürüyordum. Eve gitmek istemiyordum; gidecek başka yerim de yoktu. Her pencereden bir baş beni izliyor gibi geliyordu. Çıplak ayaklı çocuklar lastik teker yuvarlıyorlardı. Akşam ezanı acele bir sesle okunuyordu.

 

Fatih Aydoğan 

 

Yitiksöz Sayı-5