Edebiyatın İyileştirici Gücü

 

Ahmet Sarı’nın Edebiyatın İyileştirici Gücü, Edebiyat-Terapi Bağlamında Düşünceler kitabı, Brigget Boothe, Reinhart Baumgart ve F. Scott Fitzgerald’dan yazma eylemine dair yapılmış üç alıntıyla başlıyor. “Dixi et salvavi animam meam yani Söyledim ve ruhumu kurtardım.” Sözüyle de son buluyor.

 

Bu başlangıç ve bitiş arasında ise söyleyerek, yazarak ve okuyarak insanın kendisini nasıl sağalttığını, çeşitli örneklerle okura aktarıyor Ahmet Sarı.

 

Doksan iki yazıdan oluşan Edebiyatın İyileştirici Gücü’nde Ahmet Sarı, günümüzde insanların dikkatlerinin çabuk dağılmasını da göz önüne alarak fragmental yazım tarzını benimsemiş. Böylece ele alınan konu, -uzun metinlerin aksine- sindirilmesi ve içselleştirilmesi kolay hale getirilmiş. Yazılar, yetmişinci yazı dışında başlıklar halinde değil de Roma rakamlarıyla verilmiş. Sarı, yalnızca bu yazıda “Serin Çimlerde Yalnayak Yürümenin Ferahlığı” başlığını kullanmayı tercih etmiş. Kitap, edebiyat-terapi literatüründen yansıyan düşünceler veya edebiyat terapiye dair kısmi bir bibliyografik çalışma izlenimi de vermektedir.

 

Sarı, edebiyatın sağaltıcı gücünün örneklerini vermeye Kafka ile başlar. Kafka’nın hastalığının arttığı dönemlerde oyuncak bebeğini kaybeden bir küçük kıza, bu oyuncak bebeğin ağzından yazdığı mektuplar ile hem kendisini hem de küçük kızı teselli edişi anlatılır. Kafka’nın bu yazıları yazarken ki disiplininin önemli metinlerini yazarken olduğundan farklı olmadığını Dora Diamant aktarmaktadır. Böylece Kafka, yazı yoluyla kendisini sağaltırken, küçük kızın da bu yazılarla teselli bulmasının imkânını vermiştir. Sarı bu durumu şöyle ifade etmiş: “Kafka’nın, kız çocuğunun yitirdiği bebeğin ağzından ona yazdığı mektupların kız çocuğunun acısını, elemini, üzüntüsünü kaybettirmesinin yanında Kafka’nın hastalığının bu ölümcül aşamasında kendine de iyi geldiğini söyleyebiliriz.” (s.8-9) Böylelikle kurmaca hem yazanı hem de okuyanı sağaltan bir atmosfer oluşturur.

 

Yazmanın ve okumanın sağaltıcı yönünün ortaya çıkması için elbette insanın kendisiyle baş başa kalması gerektiği de kitapta ifade edilmektedir. “Kendiyle baş başa kalmak, ruhunu dinle/ndir/mek, ancak gürültüsüz ve sakin bir yerde mümkündür.” (s.19) Günlük yaşantımızdaki deneyimlere dayanarak bu ifadeye eklemlenebilecek olan şey “Tanıdık gürültülerden uzakta.” ifadesidir.  İnsan elbette tanıdık olmayan gürültülerin arasında da bir nebze kendisiyle baş başa kalabilir.

 

“Boğulmamaya çalışan birinin durmadan kulaç atması, ellerini kollarını hareket ettirmesi durumu olarak yazmak.” (s.20) Bir taraftan da bu nevrotik ahvalin giderilmesi için gereklidir. Yazmanın iyileştirici gücüne sığınanların diğer taraftan da yazamamak gibi bir problemi de olabilir. Çünkü yazmak ve bununla birlikte sağalmak, feragat gerektiren de bir süreçtir. “Yazmaya oturmuş ve zihnindekini bir türlü kâğıda dökememiş yazarların ya da insanların sıkıntısı yüzlerinden bellidir.” (s.30) Bu süreci yaşamayı göze alamayan da bir taraftan hakiki bir yazar olmakta güçlük çekecektir. Çünkü “Herkes yazıyı bilebilir, ama yazmaya sabrı olmayan, yazıyla uzun bir illiyet içine girmek istemeyen insan sayısı çoktur. Yazarlık biraz sabır işidir. Yalnızlık sevilir. Uzun süre evinizde yazma derdinden gönüllü mahpussunuzdur.” (s.31)

 

Sarı, kitapta birçok yazarın, yazının iyileştirici gücünden nasıl istifade ettiğiyle ilgili örnekler de vermiştir. Kafka, Bernhard, Hölderlin, Robert Walser, Stefan Zweig bunlardan birkaçı. Bununla beraber edebiyat-terapi ilişkisine dair literatürde de nelerin olduğu aktarılmıştır.  Özellikle Mine Özgüzel’in Edebiyat Terapi: Yoksunluktan Varoluşa kitabından önemli alıntılarda ve örneklemelerde bulunulmuş. Bunlar dışında Sarı, Kur’an’ın şifa verici tarafından, edebiyatın terapi yanıyla psikanalizdeki yerinden, felsefe, şiir, sanat, sinema terapilerinden de söz etmiştir. Bibliyoterapinin yalnızca roman terapisinden meydana gelmediği böylece ifade edilmiştir. Ancak tüm bu terapi biçimlerinde verilen örneklerin yoğun olarak Batı edebiyatından verilmesi, gözlerimizin bu coğrafya ve çevresinde hangi örneklerin görüldüğünü merak etmemize de sebebiyet vermiştir.

 

Yazmak her ne kadar iyileştirici ise, okumak da aynı şekilde iyileştiricidir. Yaşamın akıntısında çırpınan insanların kaçış noktalarıdır yazmak ve okumak. “Kurmacanın göğü altında yaşamak apayrı bir yaşantıdır. O yaşantı ancak kitabın arka kapağı kapandığında nihayete erer.” (s.60) Ve hatta kurmacanın göğü kitabın arka kapağı kapandıktan bir süre sonraya kadar da insanın üzerinden gitmeyebilir. Metinlerin etkileyici ve iyileştirici yönü, gerçeklik göğünün de ışıldamasına imkân verebilir. Yalnızca kurmacada değil, felsefî alanda da Antikite’den beri insanı teselli etmeye yönelik yazılar yazıldığı bilinmektedir. “Gündelik hayatta bize acı veren durumlardan, çıkmazlarımızdan, şüpheye düştüğümüz ve içinden çıkamayacağımız dilemmalardan felsefe yoluyla kurtulma imkânı bulabiliriz.” (s.62) Bittabi felsefe bu iyileştirici tarafının zıddı yönünde de işlev görebilir. Yazmak ve okumak, Japonların kırık eşyaları altınla onarma sanatı olan Kintsugi gibidir. Dağılmış hakikati, bilinci ve benliği yeniden toparlamak için sağalmak gerektiğinden, yazmak ve okumak bu sağaltımın sağlanmasında başat rol üstlenmektedir.

Ahmet Sarı, işte bu çalışmasında, sözü edilen sağaltımın örneklerini ve nasıl gerçekleştiğini, kimi zaman kurmacanın içinden kimi zaman da akademik zeminden bizlere aktarmaya çalışır.

 

M. Enes Anlamaz

 

Yitiksöz Sayı-3