Enformatif Denetim Çağında Edebiyatta Başlangıç Kavramına Yaklaşmak

 

Günümüzde neoliberalizmin hâkimiyetindeki dünyada enformasyonun aldığı yeni şekiller iktidar teknikleri ve sosyal politika ile doğrudan ilgili görünmektedir. Felsefeci Byung-Chul Han, Psikopolitika isimli eserinde (Çev. H. Barışcan, Metis Yay. İstanbul: 2019) enformatif denetim toplumunda bilginin üretimi, kontrolü, dağılımı vb. bakımından güncel olan gelişmeleri sosyopolitik analize tabi tutar. Vatandaşın tüketici hâline geldiğini, tüketmenin haricinde hürriyetinin bulunmadığını, toplumu şekillendirmekte aktif bir rol oynama arzusunun kalmadığını iddia eder. Han’a göre insan hayatı bütünüyle dijital ağa yansır ve Big Data toplumunda psikopolitik anlamda sömürüye açık bir ego oluşur. Han’ın bu tespitleri esas itibariyle Batı toplumundaki sosyal çürüme ve çözülmeye ilişkindir. Yazının başındaki bu uzun girişe, edebiyat teorisinde bir konuyu işlerken, içinde yaşadığımız ekonomik ve sosyopolitik süreci dikkate almanın muhakkak gerekli olduğunu düşündüğümüz için yer verdik.

 

Başlanacak husus ne olursa olsun insanın bir işe başlaması zordur. Edebiyat sahasında bir romana, şiire vb başlamak yazarlar için hemen her vakit güçlükler ihtiva eder. Hele yukarıda ana hatları resmedilen, enformasyonun bolluğu içinde dijital denetimin mutlaklaştığı bir Big Data ortamında, yapay zekâ uygulamalarının yazmak da dâhil, hayatın her sahasında gittikçe aktif hâle geldiği günümüzde bir yazıya başlamak daha büyük zorluklar ihtiva eder demek mümkündür. Başlangıç, edebiyat teorisyenlerini, psikoloji, sosyoloji, antropoloji vb disiplinlerin mensuplarını uğraştıran, disiplinler arası araştırmaları mecburî kılan önemli bir kavramdır. Büyük şairlerde başlangıcın önemi, değeri ve zorluğu üzerine net ifade ve tespitleri bulmak mümkündür. Meselâ Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları-I ’de (Diriliş Yay. İstanbul: 1982). Paul Valéry’nin “ilk mısra Tanrı vergisi, sonrası çalışma” deyişinin önemini vurgular. Bir eser vermenin bir diriliş işlemi olduğuna, bunun dinle ilişkisinin önemine, sanata kaynaklık eden din ve dini bozmayan sanat disiplininin İslâm medeniyetinin temel ilkelerinden biri olduğuna, bir esere başlamanın bu bağlamda ele alınması gerektiğine dikkat çeker. Her akademisyen bu kavrama hiç şüphe yok ki, kendi branşının sınırları dâhilinde bakar. Aynı zamanda çocuk doktoru ve psikiyatristi olan yazar Donald D. Winnicott, elli senelik klinik tecrübesini özetlediği son eserinde (İnsan Doğası, Çev. P. Koç, Pinhan Yay. İstanbul: 2017) insan tabiatının zihin-beden ikiliği meselesine indirgenemeyeceğini ifade eder. İnsan tabiatı, psikosomatik (ruh-beden) işleyişin kıyısında zihnin filizlenmesinin refakat ettiği, karşılıklı ilişki içindeki psişe ve soma meselesi olarak ele alınmalıdır. Winnicott, insanın beden ve ruh gelişmesi bakımından insan tabiatının temelinde içkin bir yalnızlığın devamlılık arz ettiğini tespit eder. Başlangıçta her insanın kendi dünyasını inşa etmeden önce basit bir oluş hâlinin ve oluşun zamanla devamlılığının farkında olduğunu ifade eder. Bu tespitlerin önemi bizce başlangıç kavramının oluş ve devamlılık kavramları ile irtibatını vurgulamaya dayanır.

 

Başlamak konusunda Edward Said’in edebiyat teorisi alanına esas katkısını teşkil eden Başlangıçlar- Niyet ve Yöntem isimli kitabı (Çev. F. B. Aydar, Metis Yay. İstanbul: 2009) tartışmaya açık kıymetli bir eserdir. Said, kitabın maksadını edebî esere başlangıç konusunda aklî ve işe yarar bir başlangıç planı teşkil etmek olarak belirler. Yazarın teorisini inşa ediş gayesi, köken kavramına zıt olarak başlangıç kavramını öne çıkartmak ve bir esere başlamada neyin belirleyici olduğu hususunda köken kavramının İlahî yanından uzak durmaktır. Başlangıcı seküler, insan mahsulü ve devamlı analize tabi bir şey olarak gören yazar, köken kavramının İlahî ve mitik olduğunu, bu sebeple bir eserin başlangıcını açıklamayacağını iddia eder. Baştan söyleyelim: bize göre, yazar hatalı bir çıkış noktasından yola koyulur. Diyalektik düşünmeyi bir kenara bırakır; köken ve başlangıç kavramlarını düşmanlaştırarak ve İlahî Hakikate cepheden karşı çıkarak edebî eserin oluşumunun analizinde kısır bir tavır alır.

 

Yazarın kitapta ele aldığı merkezî figür Giambattista Vico’dur. Vico’nun Yeni Bilim adlı eserinin (Çev. S. Önal, Doğu Batı Yay. İstanbul: 2007) tahlili bağlamında Said, edebiyat eleştirisi disiplininde tahakkümün kritiği, bastırılmış (Batıcı, beyaz adam üzerine kurulu) tarihin yeniden incelenmesi, metin kavramına gösterilen ilgi, karşıt bellek ve arşiv mefhumu, geleneklerin, disiplinlerin ve mesleklerin analizi gibi detaylı bir program içeriği ile kitabını inşa eder. Anlatı ile metinsellik arasında kurulan bağdan yola çıkar; hem bir metnin ne olduğuna dair, hem de kurmaca anlatıların biçim ve temsillerinin, bir neslin yaşama süreçlerini, gelişmesini ve ölümünü taklit etme arzusuna nasıl dayalı olduğuna dair tarihî esaslara oturan bir incelemeyi sunar. Yazar, eleştirinin başlamayı ve yeniden başlamayı devamlı surette tekrar tekrar tecrübe etmeyi sağladığını belirtir. Eleştirinin gücünün, otorite inşası veya ortodoksi üretmekten değil, aksine zorlayıcı olmayan ve komünal amaçlara sahip özbilinçli ve yerleşik bir faaliyeti teşvik etmekten geldiğini iddia eder. Ortodoksi kavramından uzak durması Said’in edebiyat eleştirinde ortodoks dogmatik Marksist çizgiden kendini ayırdığını gösterir ve bu durum yapıcı bir tutuma işaret eder. Başlangıcı sadece bir eylem türü değil, aynı zamanda bir ruh hâli, çalışma şekli, tavır ve bilinç olarak gören Said’e göre sözel bir başlangıç hem inşa edici, hem de eleştirici bir faaliyettir. Kitapta yazarın kullandığı eleştiri terimleri geçişli ve geçişsiz başlangıçlar, otorite, niyet, yöntem, kökenden ayrı olarak başlangıç, metin ve yapıdır. Kitabın her bölümünde başlangıcın bir veçhesine dayalı olan bir iç bütünlüğünü gözetir. Başlangıcı son tahlilde basit lineer bir gerçekleşmeden ziyade geri dönüşlü bir faaliyet olarak görür. Tekrar içermesi zorunlu olan başlangıç ve yeniden başlangıç tarihî orijinlidir; kökenler ise ilahîdir. Said’in kitabı yazma maksadı, önsözden son satırlara kadar daima köken kavramına ve edebî eser inşasında ilahî olana itiraz etmeye dayanır.

 

Yazar, başlangıcın sadece bir yöntem yaratmadığını, niyete sahip olduğu için kendi kendisinin yöntemi olduğunu iddia eder. Başlangıcın farklılık yarattığını, burada bahsettiğinin zaten bilindik olanla dildeki insan çalışmasının verimli yeniliğini birleştirmenin sonucu olan bir farklılık olduğunu ifade eder. Başlangıçlardan türeyen düzeni hiçbir imgenin yeterli şekilde kuşatamayacağını savunur. Edebiyatı özgünlük değil, eksantrik bir tekrar düzeni olarak görür. Bu tekrarda aynılık yoktur. Niyet kavramı burada devreye girer. Yazarın niyeti her şeyi ihtiva eden bir kavram olup başlangıçla yakından ilişkilidir. Said, niyet derken, başlangıçta entelektüel olarak bir şeyi kendine has bir şekilde yapma, -ancak başlama fikrinden izler taşıyan ve her vakit anlam üreten bir dille yapma- iştahını kast eder. Paul de Man’ın, eleştiride bir teorinin en değerli içgörüleri dile getirmesini temin eden şeyin edebiyatın belirli süreçleri karşısındaki körlüğü tezini dikkate alan yazar, niyeti, bu çerçevede körlük ile içgörü arasındaki etkileşim olarak tarif eder.

 

Kitaptaki problemli tespitlerden biri kökenin reddi fikrinin dolaysız bir sonucu olarak karşımıza çıkar. Başlangıç niyeti olarak romanı incelediği eserin en uzun bölümünde Said İslâmiyeti edebiyat eleştirisi bağlamında mahkûm etmeye girişir. Bu çok talihsiz bir tutumdur. Alternatif bir dünya inşa etme, gerçek dünyayı yazarak değiştirme veya genişletme arzusunu Batı’nın roman geleneğinin altında yatan esas güdülerden biri olarak gören yazar bu arzunun İslâmi dünya görüşüne tamamen zıt olduğunu iddia eder. Arapçada kâfirlik sözünün yenilik yapmak veya başlangıç kelimesi ile eşanlamlı olduğunu savunan Said, İslâmiyette yazma işinin romana, yeniliğe, dünyanın edebiyatta inşa edilmesine imkân veremeyeceğini pervasızca iddia eder. Said’in bu habis yaklaşımı oryantalisttir, beşerî olana saygı duymaz ve İslâm medeniyetine karşı hastalıklı bir tavırdır. Said, başeseri olarak bilinen Şarkiyatçılık’ta da (Metis Yay. İstanbul: 2003) bu türden indirgeyici ve sakatlanmış bir tavrı yer yer ortaya koyar.

 

Said, 1978’de yayınladığı Şarkiyatçılık’ta (Çev. B. Ülner, Metis Yay. İstanbul:2020) M. Foucault’nun hâkim kültürün kendine yarattığı hâkimiyet söylemi bağlamında öteki kültürlere yaklaştığı ve öteki kültürlerin rekabetini böylece denetlemeye çalıştığı tespitinden yola çıkar. Oryantalizmi, oryantalistlerin Doğu’yu sadece bir metin olarak gördükleri, hayalî Doğu’yu metin seviyesinde yeniden inşa ettikleri bir noktadan tarif etmeye çalışır. Batı kültürünün kendini hâkim kültür olarak görmesinin Doğu’ya yaklaşımı nasıl belirlediğini ortaya çıkarır. Said’e göre oryantalizm, Doğu’ya dair uçuk bir Batılı hülyası değil, nesiller boyu önemli maddî yatırımın yapıldığı, inşa edilmiş bir teori ve pratik bütünü olarak karşımıza çıkar. Onun oryantalizmin ne olduğuna dair eleştirici yaklaşımı sömürgecilik boyutunu her seviyede öne çıkarmamakla malûldür. Oryantalizmin siyasî bir konu, Doğu hakkında yazılanlardan oluşmuş sınırları belirsiz bir metinler yığını olmadığını yazar. Ancak oryantalizmi, Doğu dünyasını baskı altında tutmaya yarayan, çirkin bir Batı emperyalizmi tezgâhının mümessili olarak görmemesi, konuya Batı merkezci bir yerden bakmaktan kendini kurtaramadığını gösterir. Oryantalizm meselesi, İngiliz ve Fransızların, Batı’da o dönemde çok güçlü iki sömürgeci devletin ekonomik ve politik çıkarlarının tesisi ve nüfuz alanının genişletilmesi siyasetinin bir parçası olarak ele alınmalıdır. Neyse ki, Said’in oryantalizm ile başka kültürlerin nasıl temsil edildikleri meselesine Arapları savunmaya şartlanmış bir Batı karşıtlığı üzerinden ve Osmanlı Devleti’nin varlığını âdeta inkâr ederek ele almasını eleştiren ve oryantalizmi Said gibi ele almayan yazarlar vardır. Kısaca Said, kültür emperyalizmi kavramı bağlamında Batı’yı eleştirmekle beraber, öteki olana yani oryantalizm konusunda Doğuluya tarihî verilere dayanmadan bütünleştirici ve homojenize kurgu unsuru rolü biçer.

 

Said’in iki temel eserinde Başlangıçlar’da ve Oryantalizm’de karşımıza çıkan din ve özellikle İslâmiyet karşıtı tutumun analizi -ki yazarın Oryantalizm’de içkin Arapmerkezci tutumu onun İslâm’ın değerini fark ettiğini göstermezyazarın edebiyat teorisine yaklaşımını bütünüyle eleştirmek bakımından önemlidir. Necdet Subaşı, oryantalist sistemin sosyolojisini incelediği kıymetli bir makalede (Bilgi ve Hikmet Dergisi, Bahar 1994) aynı orijinden gelmelerine rağmen üç büyük din içinde özellikle Hıristiyanlığın, dinin rekabet gücünü geliştirme bağlamında, siyasî elitlerin sömürgeci hedeflerine destek olmayı oryantalizm sayesinde teyit ettiğini vurgular. Aynı makalede modern dönemde Hıristiyanlığın kendi dönüşümünü yeniden üreterek sağlayamamasının faturasını, “piyasayı kaybederek” ödemeye mahkûm olduğuna dikkat çeken Subaşı, bu durumda ortaya çıkan maliyetin giderilmesi için, yeni ideallerin öncü kuvvet olmasının ve Cemil Meriç’in deyişiyle “sömürgeciliğin keşif kolu” olarak oryantalizmin sahne almasının önemine işaret eder. Oryantalist söylemin önemli bir açılım yaparken yeni ideolojik tutumların İslâm karşıtı felsefelerine de çok şeyler borçlu olduğunu vurgular. Yazar, oryantalistlerin ve bu konuda yazanların İslâm’dan sadece tarihî bir hareket ve kültürel bir gelişme olarak bahsetmelerine ve İslâm’ın adının kaynaklandığı Allah’a teslimiyet boyutunun dinamik yönüne işaret edilmemesine özellikle dikkat çeker. Buna göre, Müslüman için İslâm’ın hayatın her sahasında Allah’a teslimiyeti ihtiva eden bir din olduğunu dikkate almayan oryantalistler Müslüman geleneğindeki aşkın hakikati göremezler.

 

Subaşı, oryantalist bakışta mündemiç, mozayik toplum teorisinin, yani İslâmi toplumun, bütünleşmiş bir toplumsal birlik şeklini almadan, birbirinden kopuk ve kendini geçindiren “toplumsal gruplar” mozayiğinden oluştuğu fikrinin yanlışlığına değinir. Bu teori, İslâm’ın toplumsal yapısını, dinî azınlıklar, toplumsal gruplar ve cemiyetler mozayiği ve yamalığı olarak kavrar. Bu teori, oryantal despotizm teorisinin yardımcısıdır. Yine Subaşı’na göre, ne oryantalist söylemin, ne de inanç sistemlerini sınıf çıkarlarına indirgeyen Marksizm’in Batı merkezli yaklaşım tarzları, İslâmî toplumun derin içyapısını izah etmede yeterli olamaz. Zira Batı ile İslâm toplumu arasındaki temel farklılıklar, dinî inanış, siyasî kurum, zihnî kalıpta görülür. Eğer Subaşı’nın çizdiği çerçeveden bakarsak, Said, başlangıç kavramını roman türü bağlamında incelemeye başlarken İslâm medeniyetinde edebiyatın yerini inkâr ederek Batı merkezli ve oryantalist bir tutum takınır ve bunun için bütün analizi hasar görür.

 

Said, eylem ve eylemin başlangıcını ele alırken yine köken kavramına döner. Dil, köken, başlangıç arasındaki ilişkileri inceler. Eylemin başlangıcını düşündüğümüzde başlangıcı dil yoluyla telaffuz etmemizin gerektiğini söyler. Dilin başlangıca göstermelik bir taviz verdiğini, düşünce ve dil kategorilerinin özdeş olduğunu ve kökenin eylem başlangıçlarının içinden çıktığı bir durum olduğunu iddia eder. Kökenin başlangıca izin veren bir durum olduğunu da ekler. Bu tespitlerin devamında yazar, köken kavramını mahkûm etmek için kökenin “kendi içine dönük, sessiz bir sıfır noktası” olduğunu, hâlbuki başlangıcın düzen ve yazı dünyasını kurduğunu ifade eder. Said’in esas gayesi özellikle Vico’nun eserinin açtığı yoldan hareketle, İlahî Hakikat’ten ayrışmış bir anlam düzeninin inşasını başlangıç kavramı ile ilişkilendirmektir. Kitabın nihaî tezi, başlangıcın bilinçli şekilde niyet ürünü, üretken, ayrıca kayıp duygusu da barındıran ve köken kavramına zıt şekilde dindışı vasfı devamlılık arz eden bir faaliyet olduğu yolundadır.

 

Byung-Chul Han, dijitalleşme ve demokrasinin krizini tartıştığı Enfokrasi’de (Çev. M. Özdemir, Ketebe Yay. İstanbul:2022) dijitalleşmenin yol açtığı aşırı enformasyonun insanın sosyal hayatını boğduğuna, modern enformasyon kapitalizminin yeni idare şeklinin “enfokrasi” olduğuna dikkat çeker. Edebiyat teorisinde başlangıç kavramına yaklaşırken “enfokrasi”- nin verdiği sosyal hasarı unutmamak gereklidir. Yine edebiyat teorisinin temel meselelerine eğilirken, İslâm medeniyetinin etik-estetik birikimini, köken ve İlahî Hakikat kavramlarının kurucu niteliklerini göz önüne alarak yola koyulmak zorunlu görünmektedir.

 

Ali Galip Yener

 

Yitiksöz Sayı-22