Gelenekselci Ekol ve Entelektüel Şair Sezai Karakoç

 

Rene Guenon’un Doğu ve Batı adlı eserini okurken keskin bir Doğu-Batı ayrımıyla başlayıp kutsal sözün önemiyle yumuşayan ve evrensel bir bütünlüğe ulaşan yazarın parçalanmışlıktan bütünlüğe varışının manevi lezzetini duydum.

 

Doğu ve Batı, felsefede, inançta, hayata bakışta ve bütün bunların tezahürü olan sanatta birbirinden epeyce farklıdır. Rudyard Kipling’in deyişiyle: “Doğu, Doğu’dur; Batı da Batı’dır. İkisi asla bir araya gelmez…” Doğu ve Batı’nın farkı, bu bakış açısıyla özetlenmiş gibidir. Bu farkı, madde ve manaya bakışın en estetik tezahürü olan şiirlerde daha net görürüz. Çünkü şair, benimsediği veya reddettiği toplumunun ve kültürünün bir parçasıdır. O toplumun koşullarının arayış içindeki huzursuz sesidir şair. Şairleri şair yapan bazı dinamikler vardır. Bunlar, şairlerin şahsi nitelikleri ve coğrafyaları kadar yaşadıkları çağı kavrayan ortak ruhtur aynı zamanda. Çağın ruhu, insanın benliğini kavradığında sarsılan insan, o ruhun kendisine uygun olanıyla iç ahengini yeniden kurarak çağa uyumlanır. Çağın ruhu ile uyuşamadığında ise onu bir çelik kafes gibi görür; içinde sıkışmış ruhunu oradan ayırmanın derdine düşer. Şair, normal insanlardan farklı olarak zamanları, birey ve toplumları kapsayan entelektüelliğiyle çağa yönelir. Çağın ruhunun ahtapot gibi sıkan kollarından ve nurunu yitirmiş suni aydınlığından kurtulmak için çabalar. Karanlıktan gerçek aydınlığa doğru, düşünüş biçimini ve hayal gücünü geliştirir, sezgilerinin yardımıyla kendini yeniden inşa eder, sesi olduğu toplumu da inşa etmeye çabalar. Aydınlığın niteliğini ve kaynağını ayırt edebilmesi için elbette doğal ve sonsuz olanı ruhen tanıması gerekir. Yoksa rastladığı her aydınlık karşısında yanılması kaçınılmazdır. Her çağın bir ruhu vardır ve o ruh birdenbire oluşmamıştır. Geçmiş zamanın onu hazırlamada payı vardır. Şu andaki mevcut görünümü vardır ve muhakkak değişip dönüşerek geleceğe taşınacaktır. Bu nedenle çağın ruhu tek başına yoktan var olmuş bir gerçeklik değildir. Evrensel, yerel ve bireysel bütünlüğün dengesi, onu içeren geçmişin, şimdinin ve geleceğin dengeli bütünlüğüne bağlıdır. Bu dengeli bütünlük, medeniyeti kuran geleneği oluşturur.

 

Denge kurulmadığı, adalet şaştığı takdirde çöküş, çürüme, yabancılaşma, kısırlaşma, zayıflık ve nihayet yokluk kaçınılmaz olacaktır. Geçmişten devralınan ruh, can çekişen hasta bir ruh da olabilir; canlı fakat ilgiyi cezbetmeyen bir kılıkta da olabilir. Önemli olan, şimdiki zamanın onu adilce tanıyıp gerekli yenilikleri eklemesi; yaralı, eski, kırık dökük kısmını sıyırıp temizlemesi ve iyileştirebilmesidir. Geleceğe şimdiki zamandan taşınacak ruh, bir cesedin de olabilir; hayranlık uyandıracak canlı, güçlü bir güzellik de olabilir. Şairlerin, geçmiş zaman şairlerinin kurduğu kültürle ve onun ruhundan ruhuna verdikleriyle yetiştikleri bilinen bir gerçektir. Bunun yanında yeninin filizlenmesine yol açan etkenler de vardır. Çağın değişen ruhudur bu. İnsanlık tarihinin kırılma noktaları çağın ruhunu dönüştürür. O ruh çılgın ya da donuk, asi ya da durgun olabilir. Onun makul bir dengeye kavuşması, geçmiş zamanın kültürüyle kurulan ruhunu yok sayması veya öldürmesiyle değil, kendi ruhunda ona da yer vermesiyle mümkündür. Çünkü zamanlar arasında kadim bilinç denilen Tanrı kaynaklı evrensel bir bağ vardır. Silsile hâlinde değişmeden kalan bir öz olarak gelecek zamana taşınır. Metafizik kelimesi, bu bağı karşılayan kavram olarak kullanılmaktadır.

 

Mutlak gerçeklik anlamıyla geleneğin bir ifadesi sayılan metafizik kavramının modern çağda yok sayılması, insanın, fizik kurallarını aşan her hakikate kendisini kapatmasına neden olmuştur. Ölçülebilen somutluklarla yetinmek esas sayılmış, maddenin ötesi, yani diğer bir deyişle insanın manevi yanı dediğimiz ruhu ve onun arayışları, buluş ve sezişleri yok sayılmıştır. Zihinsel ufku daraltan modern materyalist düşünüşleri temel alarak kurulan toplumlarda, insan, üst değerlerden yoksun bırakılmıştır. Metafizik, dünyadaki bütün dinlerin aynı özü işaret ettikleri değişmez hakikatin ifadesidir. Başlangıçta insana verilen vahye dayalı gerçekliktir ve tektir. Bu gerçeklik; toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya, zamandan zamana ve insandan insana birtakım ikincil bilgiler ve ilkelerle karışmıştır. Evrensel olan öz, Tanrı merkezlidir ve tek bir hakikattir, yaratılmamış hikmet olarak da bilinir. İnsan ancak saf olan metafizik ilkelerin bilgisine ulaştığında hakikati kavrayabilir. Her dinde hakikatin bir ve aynı olduğunu görebilir. Bu da ancak entelektüel bir sezişle mümkün olmaktadır. Tek hakikat, üst ilkeler getirdiği için bilgiyi ve eylemi sıradanla karşılaştırma imkânı sunar, yeniliklere uyum konusunda da güçlü bir rehber misyonunu üstlenir. Modern çağda metafizik; büyü, sihir, eski çağ kâhinliği olarak değersizleştirilmiş ve hayatın realitesinden uzaklaştırılmıştır. Oysa metafizikten yoksunluk, üst değerleri yok saydığı için eş değerdeki bireylerden sadır olan kişisel yorumların çokluğuna neden olmuştur. Yorum çokluğu ise bölünmüşlük doğurur; evrensel, yerel veya bireysel kapsayıcılık değeri taşımaz. Çağa geçici bir eklemlenme olarak tutunsa da kısa sürede etkisini yitirir, unutulup gider.

 

Çağın ruhu dediğimiz kimi yenilikler, Tanzimat’tan bu yana siyasi, tarihî ve toplumsal olaylarla zaman zaman şiirimizi etkilemiş, yüzeysel ya da derin değişikliklerle günümüze kadar etkisini sürdürmüştür. Şiirimizde deneyimler, arayışlar, manifestolar olmuşsa da her deneme ve teklif şiirimizi gelenekten biraz daha koparmış geçmişle doğru bir bağ kurulamamıştır. Abdülhak Hamit Tarhan, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı ve Necip Fazıl Kısakürek, geleneği dikkate almışlarsa da bir ekol oluşturamamış, bireysel teklifleri ve entelektüel planda Batı tarzındaki şiirleriyle geleneği tek başlarına sürdürmüşlerdir. Bu nedenle şiirimiz ana eksenine oturmamış, şiirde sözü sıradanlaştıran Garipçiler’den sonra yine Batı ölçeğinde yeniden serbest şiiri denemeye sıra gelmiştir. Türk şiirinde yeniliklerle ortaya çıkan İkinci Yeni’nin oluşumunda, ülke haricinde ve dahilinde birçok neden olduğu var sayılabilir. Gerek İkinci Dünya Savaşı’nın uzak etkileri gerekse ülkede yaşanan çok partili hayata geçiş, yeni yönetimin uygulamaları gibi siyasi olaylar, İkinci Yeni hareketinin oluşumunun sosyal zeminini hazırlamıştır. 1950’lere gelindiğinde Garip hareketinin sıradan insanı ve günlük konuşma biçimini öncelediği şiir anlayışı tükenmeye yüz tutmuş, şiirimizde yeni arayışlar başlamıştır. Şiir Sanatı, Yenilik, İstanbul, Yeditepe gibi dergilerde, Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Edip Cansever ve İlhan Berk gibi şairlerin şiirleri yayınlanmakta olup bu şiirler İkinci Yeni’nin ilk kıpırdanışları sayılmaktadır. Birbirinden habersiz olarak yazan bu şairler, ortak bir manifestoyla ortaya çıkmamışlardır. Nedeni bilinmeyen ortak bir bakışı ve ruhu yansıtmaktadırlar. Bu şiirler, sosyal olaylardan, toplum gerçekliğinden kopuk olmakla eleştirilse de bütünüyle sosyal olaylar ve toplum gerçekliğinden kopuk değildir. Yüzeyden derine yönelmeleri, görünmeyeni dışlaştırmaya çalışmaları, yoğun imgeleri, dilin mantıksal kurallarını bozmaları ve kolay anlaşılamamalarıyla dikkat çekmektedirler.

 

İkinci Yeni şiirine, şiirin sadece kendine yönelmesi, biçimde ve içerikte saf olan şiirin aranması çabası da denilebilir. Arayışların ana eksenini ise Batı’ya uyarlanmak olarak algılamışlar, Baudelaire’i temel model olarak almışlardır. Kendi kökensel bağlamından kopuk, Batı’ya tam eklemlenememiş, bunalımlı bir dönem şiiri olarak da görülmektedir. Bireyin çağıyla uyumsuzluğunu, toplumdan kopukluğunu, yalnızlığını, nesneleri, insanları ve görünümleri gerçeküstücüleri de aşan bir soyutlama ile anlatmışlardır. Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Edip Cansever, Ece Ayhan, Ülkü Tamer, İlhan Berk ve Turgut Uyar’ın şiirleri ile getirdikleri yenilikler sonucu İkinci Yeni, Türk şiirinde büyük bir kırılma noktası oluşturmuştur. İkinci Yeni şairleri geleneği reddedip geçmişle bağlarını koparmışlardır. Geleneği biçimsellikte devam ettiren Turgut Uyar’sa muhtevada geleneği sürdürmemiştir. Uyar’ın biçimsel bir bağ kurarak geleneğin içinden seslenen şiirler yazdığı söylenebilir. Geleneği şiirinin biçimi kadar özüne de yansıtması bakımından Sezai Karakoç, hayata bakışı, şiir poetikası ve din anlayışındaki duruşuyla İkinci Yeni’nin diğer şairlerinden farklı bir konumda yer alır. Hayatını İslam’ın temel ilkeleri üzerine kuran Karakoç, İslam’ı kalbî bir mesele olarak değil, bir yaşam biçimi olarak da yeniden diriltme çabasındadır. İnsanın kendisiyle, toplumla ve eşyayla ilişkisinin vahyî temeller üzerinde yeniden inşa edilebileceğini düşündüğü için şiirlerini, öykülerini, tiyatro, deneme ve makalelerini bu odak etrafında yazmıştır. Sezai Karakoç’un İkinci Yeni şiiri içindeki varlığıyla şiirimiz, yeniden İslam medeniyetinin yüzyıllara yayılan büyük birikiminden, estetik zevkinden ve metafiziğin sağladığı sınırsız genişlikten istifade etmiştir. Çünkü o, bir medeniyetin saflaşmış hâli olan şiirimizin manevi boyutunu mısralarında ve satırlarında ilmek ilmek işlemiştir. İbnü’l- Arabî, Gazalî, İmam Rabbanî, Hallacı Mansur, Mevlâna gibi üstatların duyuş ve düşünüşlerinden eserlerine yansıyan usareler, ana bütüne eklenen bir devamlılığın halkasıdır. İkinci Yeni’nin diğer şairleri gibi yalnızdır Karakoç, toplumla ve çağıyla uyumsuzdur, sanatta ve düşüncede dünya ölçeğindeki değişimlerden, yeniliklerden haberdardır. Oluşumun diğer şairlerinden farklı olarak tutunacak bir dalı, umudu vardır; çağdaş medeniyet tasavvuru olarak düşünceleriyle ve hayatıyla görünür kıldığı “Yeniden Diriliş” umudu... Bu umudun bir süreği olarak ilk şiirlerinden son şiirlerine kadar bilhassa muhtevada geleneğe bağlı kalmış, geleneğin özünü bilinir, anlaşılır, sezilir kılmıştır. İkinci Yeni’nin diğer şairleri tarafından ısrarla yok sayılan birçok metafizik unsur, Karakoç şiiriyle yeniden gündeme gelmiştir. Pozitivist düşünüş ve yaşam biçiminin yok saydıklarının yok olmadığını, kurulacak bağlarla hakikatin varlığının yeniden bilineceğini göstermiştir.

 

Karakoç’un gelenekle kurduğu bağ, geçmişten devralınan her şeyin muhafazası anlamındaki bir gelenek, görenek, örf, âdet, töre, değildir. Her çağın kendi realitesi içinde insanın, toplumun ve sanatın yeniden inşa edilme sürecinde, dinin, vahye dayalı temel ilkelerinin esas alındığı bir gelenektir. Şiirlerindeki Tanrı ve kutsal olanın bilgisi, lâdini bir metafiziğin serpiştirildiği eğretilikte durmaz. Bilakis insanı ve kâinatı kuşatan ana merkez hâlinde, atan bir kalp gibi canlı olarak yer alır. Kutsal alan, semboller aracılığıyla işaret edilir, hakikat arayışındaki okurun sezgisine sunulur. Bu yönüyle Sezai Karakoç, Rene Guenon öncülüğünde ortaya çıkan Gelenekselci Ekol’un Türk şiirindeki en başarılı çağdaş şairlerinden birisidir denebilir. Sesi, imgeleri, çağrışımları, söyleyişi farklıdır fakat kullandığı sembollerle evrensel hakikati dile getirerek parçalılıktan bütünlüğe ulaşır. Sezai Karakoç, şiirlerinde anlamını derinleştirerek kullandığı sembollerle geçmişten devraldığı geleneği, yalnız günün ruhunda canlı tutmakla kalmaz, geleceğin ruhunun da tohumlarını atar. Böylelikle şiirimizin ve onu kuran özün, geçmişten geleceğe doğru entelektüel devamlılığını sağlayan önemli bir halkası olur.

 

Zeynep Sati Yalçın

 

Yitiksöz Sayı-23