Gözyaşıyla Yeşeren Ekin

 

Kandilimiz söndü, yolumuzun üstüne devasa bir acı tomarı düştü, yoldaşımız zorluk içinde kaldı. Gözümüzde yaş bile tükendi bir ara. Koca bir kahır ve keder dağı gelip göğsümüze, iman tahtamıza çarpmış gibi peş peşe sarsıldık, evet. Sadece ellerimiz ayaklarımız değil dimağımız seğirdi, aklımıza devasa bir çaresizlik kıymığı saplandı, kalbimiz âdeta dipsiz bir kan kuyusu içinde kaldı. Ah! Bir anda devasa bir kabristana dönüştü şehirlerimiz, feryatlar sadece yeri değil göğü de yakıp kavurdu, güzel söz ve eylemlerle şenelttiğimiz beldeler günlerce çırpınıp durdu.

 

Lokma kendi boğazımızdan da geçmiyor diye onu kardeşlerimizle, mazlum ve muhacir duruma düşmüş gariplerle üleşmeyi unutacak mıyız peki? Sol memenin altındaki cevahirin, hüzün mağaralarının birinden çıkıp diğerine girerek kararmasını mı seyredeceğiz hep birlikte? Donan ayakları kim ısıtacak ey mahzun söyle, kavrulan dudağa suyu kim yetiştirecek, açlıktan kıvranan yavruya ekmeği kim taşıyacak? İçimizi bir süreliğine dehşetli bir harabeye çevirse de acının ırmağına kim vuracak topuğunu? Darda kalanın koluna kim girecek? Kim okşayacak, şefkatli bir söz yahut bir dua bekleyen sabîlerin başını?

 

Türlü şubeleriyle maruf imtihanın içinde afet yok mu ey eli böğründe duran mağmûm? Ey saçlarını yolmakla yetinen mustarip, ne zaman tamamen kapanmış ki musibetin defteri? Eksilme yok mu o ucu bucağı belirsiz sınav skalasında? Azalma ya da kaybolma yok mu? Gam ve efkâr ne denli ağır ve sınırsız olsa da sabır ve tahammül cehdi yok mu? Mezarın başında bile, gözyaşlarımız yanaklarımızı yakarken “Biz Allah içiniz ve tekrar O’na döneceğiz.” hükmüyle başımızı yerden kaldırmak yok mu? Yumruklarımızı ısırırken dahi kardeşliği, dayanışmayı, vefayı, isarı, fedakârlığı düşünmek yok mu?

 

Kuru bir acıyı bal eyleme edebiyatı değil bu. Sözün renkli sadağından çektiğimiz okları sağa sola savurarak kendimizi rahatlatma çabası değil. Ateşin düştüğü yeri yakacağını bilerek uzaktan teselli ve temennide bulunma kolaycılığı değil. Sorumluluk bilinci belki biraz. Vicdan ürpertisi. Umut intifadası. Fânilik bilgisi. Bâkî olana matuf bir af ve teslimiyet talebi. Hayatın ve ölümün sahibine boyun büküşle ilgili bir inanç ikazı, kötürümleşmekten ve kendini zehirlemekten uzaklaştıran bir kardeşlik ilmi.

 

Ahireti aklımızda sımsıkı tutmak ve gücümüzün yettiğine nefer olmak, şahsiyetimizin ve ahlakımızın da bir parçası elbette. Her şeyi yutmaya yeltenen büyük bir gözyaşının, yeri göğü tutan bir feryadın, kesintisiz bir ağıtın içinde kıvrılıp kaldığımızda çürürüz çünkü. Simide bile güç yetiremeyen o kızcağızın yanına biz koşacağız önce. Sönen ocağın ateşini biz eşeleyeceğiz. Ekmeğimizi ilkin biz paylaşacağız. Sınır tanımayan bir iyilik birliğiyle, yıkılmış yuvaları ayağa kaldırmak için biz bir araya geleceğiz önce. Kırılan kapıyı onaracak, merhemi bulmaya çalışacak, omuzsuz kalan tabuta yetişecek, kendimiz için istediğimizi kardeşimiz için de dileyeceğiz. Asla ye’se düşmeyeceğiz. Koşturarak, çalışarak, inancın ve inkılabın ekmeğini paylaşarak gideceğiz ölüme bile. Güzel işlerin arısı olan kahramanların yeşerttiği o gürbüz insan ağacının dibinde toplanacağız yine. “Hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” diyen salihlerin şahidliğiyle. Havf ve recâ eşliğinde.

 

Evet, “Ey güzel ve yaralı ülke!” diye sesleneceğiz şimdi. Ey büyük bir ıstırap denizinde kavrulurken bile ümidin ekinini gözyaşı ve alın teriyle yeşerten yiğit adamların, hünerli ve vakarlı kadınların yurdu. Ey mazlumların müşfik bahçesi. Mezara girinceye dek avucumuzdaki kor ateşle çalışmak, yaralarını sararak seni ayaklandırmak, merhametini ve şerefini yükseltmek boynumuzun borcu olsun.

 

Ali Emre

 

Yitiksöz Sayı - 16