Hilmi Uçan ile Mutlu Faniler’den Anlatılarda İstemek Kipliği ’ne Yazınsal Eleştiri ve Göstergebilim Bağlamında Bir Söyleşi

 

- Söyleşiye ilk kitabınızdan değil son kitabınızdan, Mutlu Faniler’den başlamak istiyorum. Mutlu Faniler üzerine konuşmaya başlamadan önce kitabın ismi hakkında bir soru sormak istiyorum. Bu isim, tezat gibi görünmeyen ama mutlu olmakla fani olmak arasına ince bir çekişmeyi de araya sıkıştırıveren bir sezgiyi taşıyor. Kitabın içeriği de bu ismi destekler nitelikte. Peki sizin bu ismi neden tercih ettiğinize, kitabı ne ölçüde, hangi yönlerden tanımladığına dair neler söylersiniz?

 

-İnsan mutlu olmak ister, bir iç huzurunu yakalamak ister. “İnsan nasıl mutlu olur?” sorusu temel bir sorudur diye düşünüyorum. İkinci sözcüğe, fani sözcüğüne gelince, fani olduğunu, öleceğini bilen, ölümlü olduğunu düşünen tek canlı insandır. Ölüm de yeryüzünün en büyük hakikatidir. Bundan kaçış yok. ‘Nasıl bir insan istiyorum?’ ‘İnsan için dünyanın anlamı nedir?’ sorularına sağlıklı bir cevap verilebilirse mutluluk konusunda da doğru bir sonuca ulaşabiliriz belki. Fani/ölmek/mutluluk… Bunları düşününce insanın ağzının tadı kaçabilir. Bilmemiz gerekiyor ki öleceğiz, bütün varlığımızı bırakarak toprağa döneceğiz, hesabımızı kendimiz vereceğiz. Fani olduğunu bilip hesap duygusu ile yaşayan insan mutlu olabilir ancak. Dünyayı yanlış anlamlandıran, sahip olarak, daha çok tüketerek mutlu olduğunu/olabileceğini düşünen insanlar da olabilir. Çağdaş insan böyle bir insandır; çok tüketerek mutlu olacağını düşünür. Müslüman’ın ise bir değil iki dünyası vardır. İki dünyada da mutluluğu arar. Ahiret bilinciyle yaşamak, çalışmak gerekir diye düşünüyorum. Hangi yolu seçmek gerekir? Kitap, yazınsal metinlerin içinden örneklerle mutlu insanı arıyor. Kitaptaki örneklerin neredeyse tamamı istemek kipliğinin esiri olan mutsuz insanlar, olumsuz örnekler. İnsan sürekli ister. Batı’nın, Batılı ahlakçıların yanıldığı nokta şu olsa gerek: Batı dünyası insanın her zaman mantıklı bir varlık olduğunu sanıyor. Yine Batı’nın içinden biri, J.J.Rousseau, insanın sadece duyarlı, tutkulu bir varlık olduğunu, eylem için sadece tutkularını dinlediğini söyler. İnsanın kendine, başkalarına, doğaya… zarar verecek tutkularını dizginlemesi gerekir. Akıl nedir? Akıl, tutkuların, hırsların insana yaptıracağı aptallıkları engelleyebilirse buna akıl denilebilir. ‘Kötülük, iyilik, güzellik, çirkinlik, cimrilik, cömertlik… insani özelliklerdir. İnsanın yaratılışında var olan sivriliklerin, çirkinliklerin, yanlışlıkların törpülenmesi, giderilmesi, ıslah edilmesi gerekir. Terbiye de bu anlama gelen bir sözcüktür. Fani olan insan, kendini, dünyayı, insanı, varoluşu doğru anlamlandırabilirse ancak o zaman bir iç bütünlüğünü, mutluluğu yakalayabilir. İnsanımız, aydınımız önce ikincil sorunları/soruları değil ana soruyu/sorunu tartışmalı. Ceket yanlış düğmelendiği zaman çarpıklık son düğmeye kadar gider.

 

- Kitabın alt başlığı da “Anlatılarda İstemek Kipliği”. Birçok eser, yazar ve düşünüre değiniyor ve bu alt başlığın sorusunu irdeliyorsunuz. Bir açıdan baktığımızda evrensel bir incelemeyle karşı karşıyayız. Verdiğiniz anlatı örneklerinden bir sonuç çıkaracak olursak istemek kipliğinin anlatılardaki işlevi hakkında en kapsamlı yargı ne olurdu? Bu kavram için insanın fanilik durumundan kaynaklanan genel bir talep etme hâli diyebilir miyiz? Öyle ki bu hâl; anlatılara, fikirlere, düşünce akımlarına, sanata, dile yansıyan bir genel insanlık hâli gibi geliyor bana.

 

- Evet, genel bir insanlık hâlidir bu diyebiliriz. İnsanın yaratılışındaki özellikler çok değişmiyor. İnsanın hem meleklere özgü bir yanı hem de şeytansı bir yanı var. İnsan, iyiyi de kötüyü de isteyebilir. Bir yargı cümlesi kurmamız gerekiyorsa bu cümle şöyle bir cümle olabilir: Çağımızda, insanlığı istemek kipliği, her şeyi elde etmek, her şeye sahip olmak, her hazzı tatma hırsı yönetiyor. İstemek kipliği, insanı harekete geçiren, yönlendiren ana kipliktir. İnsan istemek kipliğinin esiri olmamalı. Neyi neden istediğini bilmeli insan. İsteklerini sınırlandırmasını, şükretmeyi, teşekkürü ve reddetmeyi de bilmeli. İnsan reddettikleriyle de erdemli bir insandır. Haramlar bizim uygarlığımızın retleridir.

 

İstemek kipliğinin içeriği hayatın anlamını da belirleyecektir. Neyi neden istiyorum? Bu soruyu da yanıtlamak gerekir. İnsan önce kendi eylemlerini sorgulayabilmeli, önce kendi içini görmeli, gözetlemeli. İstediklerinin ne kadar değeri olduğunu kalbiyle araştırmalı. Yoksa mutluymuş gibi yaşar, ama mutlu olamaz. Mutlu Faniler’de baştan sona bu kipliğin kölesi olan anlatı kişileri var. Hayatı nasıl anlamlandırıyorsak, bakış açımız nasılsa ona göre bir insan, ona göre bir sanat, ona göre bir mimari, ona göre bir müzik olacaktır. Fani olduğunu, öleceğini bilerek mutlu olmanın yolu bulunmalıdır. ‘Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber’ der şair. Yunus Emre, “Ölür ise ten ölür/Canlar ölesi değil” der. İnsan da ölür, hesap verir.

 

‘İnsan hırslı olmak zorundadır’ kuralı, Batı uygarlığının yaşam felsefesidir. Hırslı insan her nesneye sahip olmak ister. Başka bir deyişle Batılı insan evreni fethetmeye, evrene egemen olmaya çalışır. Bizim uygarlığımız ise evrenle kaynaşmaya, onunla uyum içinde yaşamaya çalışır. Asli ihtiyaçlar adında bir kavram yoktur Batı uygarlığında. Bu kavram bizim uygarlığımızda, sadece İslam uygarlığında vardır. Bu kavram Müslüman’ı sınırlandırır, hırsını yatıştırır. İnsanın emel, ecelin ise insan peşinde olduğunu sürekli hatırlatır. Sözgelimi ekmek, kitap, binek, ev, bir zanaatkârın iş tezgâhı… asli ihtiyaçlardandır. Asli ihtiyaçlarını elde eden Müslüman bir insanın elinde fazladan bir birikim varsa, o bunda yoksulların hakkı olduğunu bilir ve ona göre yaşar, paylaşır, bundan bir haz alır, fanidir ama mutludur.

 

Edebiyat, insanın genlerinde var olan bu kipliği, istemek kipliğini, bu damarı gözler, izler, gündelik dilin dışında beliğ, nezih bir dille bunu gözler önüne serer. İnsan ister. Balzac’ın Grandet Baba’sı 83 yaşında, ölüm döşeğinde papazın elindeki istavrozdaki altının ışıldadığını görünce onu almak için can havliyle saldırır ve ölür. İnsanda böyle bir damar vardır. Balzac’ın ‘baba’ları, bütün tefecileri hep böyledir, dünya hırsıyla doludur. Ölürken, ‘gidiyorum evlat, altınlarımı bırakıp gidiyorum, onlara sahip çık’ der Tefeci Gobseck. İnsanlardaki para tutkusu, sahip olmak kipliği Balzac’ın ve birçok sanatçının en önemli izleklerindendir. Çağdaş Gobseckler, çağdaş Grandet Babalar bugün de vardır. İnsanda hırsın neden olduğu birçok iç yaralar vardır. Birçok sanatçı, istemek kipliğinin insanı çirkinleştirdiğini görerek anlatılarını kurgular. Bu damar, anlatıların en önemli kaynağıdır. Sözgelimi Balzac, Dostoyevski ne anlatır? Hırslarıyla, hasetleri ile, cimrilikleri, kıskançlıklarıyla insanı anlatır.

 

- Düş Kırıklıkları başlıklı Üçüncü Bölümde A. Huxley’in Cesur Yeni Dünya isimli romanından bahsediyorsunuz. Bu romanda insanlar, her zaman aynı insanla değil de farklı insanlarla ilişki içindedir ve aile, anne-baba gibi kavramlar mevcut değildir diyorsunuz. Peki bu gibi romanlarda insanın, toplumun, devletin isteklerinde zaman içinde değişiklikler olduğunu söyleyebilir miyiz?

 

- Uygarlık bağlamında, üretim/tüketim bağlamında ya da dünyanın anlamlandırılması bağlamında elbette söyleyebiliriz. İslam uygarlığında dünya bir gölgeliğe benzetilir. İnsan bir süre, kısa bir süre bir ağacın gölgesinde oturur ve dünyadan ayrılır, hesap verir. Emellerini, isteklerini buna göre belirler. Bu insan çalışır, çok çalışır, ama uzun emeller peşinde değildir. Kimi uygarlıklar için ise dünya tektir ve bunlara göre insan, içinde yaşadığı bu dünyada her hazzı tatmalıdır. Batı uygarlığı böyle bir dünya görüşüne sahiptir. Bu uygarlığa göre ‘sınırlandırılan ihtiyaçlar’dan, asli ihtiyaçlardan söz edilemez. Bu uygarlığa göre ihtiyaçlar sınırsızdır. Cesur Yeni Dünya’nın insanları da hedonisttir, meşru veya gayrimeşru her hazzı, her zevki tatmak isterler. Bir haz toplumudur bu toplum.

 

Haz toplumunda başkası için yaşamak, özveri, aşk gibi kavramlar komik kavramlardır. Cesur Yeni Dünya’nın insanları da ölmemek, bu dünyadan ayrılmamak, ölümü öldürmek isterler. Bu insanlar lirik değildir, rasyoneldir. İç istekleri neyi gerektiriyorsa onu yapacaklardır. Bu cesur dünyanın insanlarında tamir yoktur, hazlara göre yaşamak, kullanıp atmak vardır. Bu dünyanın insanlarının bireysel, özgün görüşleri, istekleri, seçim hakları da yoktur; otomatik olarak koşullandırıldıkları bir haz dünyasını elde etmeye çalışırlar. Başkalarının önüne koyduklarının içinden bir tercih yapmak zorundadırlar. Dünya, Aydınlanma Çağı ile birlikte determinizmin, günümüzde de teknolojik determinizmin esiridir. İnsan teknolojiyi değil, teknoloji insanı yönetmektedir. Cahit Zarifoğlu’nun Motorlu Kuş’unu anımsayalım. İnsan bilgisayar, makine, motor değildir. Bir kalbi vardır insanın. Gülme ve alkış efektleriyle insanlar güldürülüyor, güleceği, kızacağı, öfkeleneceği zaman dilimleri belirleniyor insanın. Gülmek, ağlamak, sevmek… doğal değilse ne kıymeti olabilir? Öte yandan bu Cesur Yeni Dünya’da üretime katkısı olmayan insanlar değersizdir. Bu toplumun insanları işe gidecek, üretecek, tüketecek, haz alacak, gezecek ve eğlenecektir. Hayat budur onlara göre. Bunların dışında bir amaç, ulvî bir hedefi yoktur bu insanların. Bu cesur yeni dünyanın kurallarına uymayan insan da romandaki bir kişinin adıyla Vahşi’dir. Vahşi ve benzeri insanlar istikrarı bozmaktadırlar. Adam edilmeleri, uygarlaştırılmaları gerekmektedir bu insanların. Batı uygarlığı, kendi dışındaki insanları adam edilecek insanlar olarak görür. Robinson Cruose’un adam etmeye çalıştığı kişinin adı Cuma’dır. Cesur Yeni Dünya, distopik bir atmosferde, istemek kipliğinin esiri bir insanlığın çirkinliğini, çekilmezliğini vurgular. Romanın son bölümü bir varoluş sorgulaması gibidir. “Biz Tanrı’ya aitiz’ şeklinde bir cümle kurulur romanın son bölümünde.

 

- Orwell’in 1984 romanını çözümlerken teknolojik ahlaktan söz ediyorsunuz. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki Orwell’in distopyasının, günümüzde hayat bulduğu noktalar mevcut. Bu noktada bir edebiyat anlatısının gerçek hayattaki olası fonksiyonlarına değinebilir miyiz? Kurgu ne ölçüde kurgudur?

 

-Edebiyat bir kurgudur. Ne var ki edebiyatın kurgu olması, onun gerçekliklerden uzak olduğu anlamına gelmez. Edebiyat, insanın aklına gelebilecek olan bütün gerçeklikleri, gerçeğimsi olan olay ve olguları kendine konu olarak seçebilir. Edebiyatın çok geniş, dünyayı yeniden kurabilecek bir hareket alanı vardır. Böyle bir özgürlük alanı kurumsal olarak belki de sadece edebiyatta, kişisel olarak da rüyalarda vardır. Edebiyat, olan ile olabilecekler arasında okuyucusunu düşündürür ve yeni dünyalara dikkat çeker. Bu işleviyle insanı da dünyayı da değiştirir, dönüştürür.

 

Nitekim sözünü ettiğiniz anlatılar, sizin de söylediğiniz gibi, hiç de hayattan kopuk anlatılar değildir. Cesur Yeni Dünya’daki, 1984 romanındaki, Hayvan Çiftliği’ndeki dünyalar, olması gerekenlerle olmaması gerekenler arasında insanı düşündürdüğü için değerlidirler. G. Orwell totaliter bir tehditten, bir panoptikondan, total bir denetimden, gözetimden söz eder. Bir üstte sözünü ettiğimiz A. Huxley ise insanlığın hazza boğularak denetleneceğinden, mutlak değer denilen bir değerin kalmayacağından söz eder. Her ikisi de kurgudur. Yanlış mıdır? Değildir. Dahası, yıllar önce söylenenlerin gerçekleştiği dönemlere gelindi. G. Orwell dışarıdan dayatılan bir zorbalıktan söz eder. A. Huxley ise üzerlerindeki baskıdan hoşlanan, bir bakıma kendi kendine köleliği kabul eden bir insanlıktan, teknolojinin gücünden ve bundan doğan bir esaretten söz eder. G. Orwell kitapların yasaklanmasını, A. Huxley ise yasaklamaya gerek olmadığını, zira ileride artık okuyan insanın kalmayacağını dilegetirir. Orwell, insanlığın enformasyonsuz bırakılacağından söz ederken A. Huxley hakikatin umursanmayacağından, vurdumduymazlıktan, deyiş yerindeyse hiçbir değer üretemeyen, kararsız, her şey olabilir diyen, tensel hazlarla mutlu olduğunu zanneden bir insandan, insanlıktan söz eder. Özetle söylersek, G. Orwell totaliter bir tutumla insanları acı çektirerek, Huxley ise hazza boğarak denetlemek ister. Her ikisi de kurgudur, ama içinde yaşadığımız çağın gerçeklikleridir. Her iki distopik tavır da insanın genlerinde var olan istemek kipliği ile yakından ilgilidir. Sanatçı, ütopik ya da distopik, bu kipliğin yaptırdıklarını/ yaptırabileceklerini kurgular, ortaya koyar. Bu betimlemelerin de gerçek hayatta elbette bir karşılığı, bir işlevi vardır.

 

- Balzac’ın Paris’le ilgili betimlemeleri, istemek kipliğinin belki de en çarpıcı örneklerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Balzac, Paris’in hırs dolu insanlarını anlatılarında sıkça kullanıyor. Şehrin, semtin, hatta yaşanılan mahallenin dahi insanın arzularına etkisi var mıdır? Mekân hem insanı hem de anlatıyı nasıl etkiler?

 

- Evet, Balzac’ın birçok romanında Paris uzamı vardır. Bu büyük şehre, Paris’e adam olmaya, şair olmaya, para, çok para kazanmaya, şöhreti yakalamaya… gelir insanlar. Balzac’ın anlatılarında Paris bir cangıldır, bir savaş alanıdır. Bu cangıl, zayıf olanı yutar, yok eder. Mekân, dünyaya verilen anlamın biçime dökülmüş şeklidir. Mekânı, insanın içinde yaşadığı uygarlık ve onun zihniyet dünyasını belirler. Bunun sonucu olarak kurulan bu mekân elbette insanın yaşamını etkiler ve ona yön verir. Sözgelimi 14.-15. yüzyıldaki bir mekân bugünkü mekândan çok farklı bir mekândır. Mütevazıdır, yerdendir, yataydır, toprakla iç içedir. Çağdaş mekânlar ise yükseklik yarışındadır. En tepeden, en yüksek yerden dünyaya bakmak ister. Eyfel Kulesi, Özgürlük Anıtı, piramitler… hep yüksektir. Bu yükseklikler, bu mekânlar aklın, tekniğin, teknolojinin, demirin her sorunu çözebileceğine olan bir inancın simgeleridir. Bu mekânlar, bir başka tür tanrılık iddiasındadırlar. İslam uygarlığında ise en yüksek mekân minaredir. Bu uzamda minareyi örten, önünü kesen, kapatan, görünmez kılan bir başka yükseklik yoktur. Minare Allah’ın gücünün, kudretinin, biricik oluşunun ilan edildiği mekândır.

 

Mekân/insan ilişkisini bizim uygarlığımızda açıklığa kavuşturan güzel bir özdeyiş var: Şerefü’l mekân bil mekîn. Bir mekânın şerefini, o mekânda ikamet edenler belirler. Mekke ve Medine’nin, Kudüs’ün, İstanbul’un şerefini bu mekânlarda yaşamış olanlar, yaşayanlar şekillendirir, belirler, şereflendirir. Evlerimiz, sokaklarımız, şehirlerimiz hatta camilerimiz nasıl bir zihniyetin, nasıl bir düşünce dünyasının biçimidir? Bu mekânlar, tek sözcükle söylersek tereddüdün farklı görünümleri, farklı biçimleridir. Hiçbir özgünlüğü olmayan, bir düşünceyi değil birçok düşünceyi taklit etmeye çalışan hilkat garibesi mekânlar/uzamlar söz konusudur. Mekân, insanın var olduğu, varoluş sırrının açığa vurulduğu yerdir. Bu anlamda, mekânlar insanı elbette etkiler, onun arzularını yönlendirir

 

Uygarlık bir bütündür. Her düşünce, her uygarlık kendi mekânını kurar. Bizim mekânımız neresidir ve nasıldır? Ev, konak, köşk, yalı, kasır, apartman, rezidans… birbirlerinden farklıdırlar ve hepsinin farklı ‘akıl’ları vardır bu mekânların. Bu mekânlar, elbette içinde yaşayan insanları da yönlendirir, şekillendirir. Paris gibi büyük bir mekânda insan, tutunmak için her yolu dener. Tutunamazsa Balzac’ın İki Şair’indeki Lucien gibi yaya olarak taşraya dönmek zorunda kalabilir. Bir mekân, bir uzam, aynı zamanda bir yaşamı dayatır insana. Bizdeki müteahhitler de reklamlarını yaparken, biz burada daire satmıyoruz, iddiamız yaşam satmak derler. Her uygarlık, her mekân ve uzam ayrı bir yaşam biçimini dayatır.

 

- Gelelim Perec’in Şeyler’ine. Bu romanda da Jérôme ile Sylvie eşyaya sahip olma arzusu üzerine kurgulanmış iki tipleme gibidirler. Siz, bu iki karakterin çağdaş insanın figürleri olduğunu söylüyorsunuz. Kararsızlık bunların en belirgin özellikleri. Eşya hırsının kararsızlığı, mutsuzluğu da getirdiğini söylemek mümkün mü? Bu açıdan baktığımızda, Perec için, değişen dünyanın nabzını iyi tutan bir yazar diyebilir miyiz?

 

- Çağdaş insanın iki kutsal fiili vardır: Sahip olmak ve tüketmek. G. Perec’in Şeyler’indeki roman kişileri olan Jérôme ve Sylvie de isterler, sahip olmak, tüketmek isterler, bu amaçla gurbete, Tunus’a giderler. Kavuştukça, elde ettikçe daha çok tüketmek isterler. İşin en önemli noktası da bu insanlar tüketim için hırslandırılırlar, bir yarış içine, rekabete sokulurlar. Bu bir kısır döngüdür, bir tür kararsızlıktır elbette. Bu kısır döngüye giren insan gürültüsüz, sessiz, gösterişten uzak, dingin bir yaşama razı olamaz, kendini göstermek ister, insanlar tarafından takdir edilmek, övülmek ister. Jérôme ve Sylvie de böyledir.

 

Ansiklopedi yazarı Diderot’nun Sabahlığı’nı anımsayalım. Diderot, eline geçen para ile bir sabahlık satın alır. Ama bu sabahlık, evindeki eşyası ile uyumlu değildir. Sahip olduğu birçok eşyayı, bu sabahlıkla uyumlu hâle getirmek için değiştirir. Sonunda şöyle bir söz söyler: Eski sabahlığımın mutlak efendisiydim, yenisinin kölesi oldum. Gösteriş, gerçek olanı tersine çevirir, her şeyi bağlamından, amaçlarından koparır, zıvanasından çıkarır, sahte ihtiyaçlar üretir. Sonuçta da insanı nefsinin, iç isteklerinin esiri hâline getirir. Göstermek bizim uygarlığımızda kınanacak bir edimdir. Reklamlar, tüketimi ve gösterişi tetikler. Jérôme ile Sylvie de bu reklamlara maruzdurlar. İstememeleri neredeyse imkânsızdır. Onlar da isterler. Sahip oldukça daha çok isterler. G. Perec bu küçücük romanında iki çağdaş insanın yaşamını istemek kipliği ve kariyer hesapları bağlamında okuyucusuna sunar. Biri 24, diğeri 22 yaşında olan bu iki gencin daha iyi yaşamaktan, tensel isteklerini karşılamaktan, daha çok eşyaya sahip olmaktan başka bir arzuları yoktur. Perec’in söyleyişiyle onların bu istekleri onları tüketmektedir.

 

Derviş ve sofu, sadece ahireti düşünen insanlara verilen bir ad olmasa gerek. Dünya dervişleri de vardır. Bu dervişlerin hazdan başka bir düşüncesi yoktur. Bu düşüncedeki insan için yaşamak, eşyaya sahip olmak demektir; var olmak, haz almak demektir. Eşya hırsı insanı sağlıklı düşünmekten alıkoyan bir hastalıktır. Jérôme ve Sylvie de bir tür dünya dervişidir. Perec bu romanıyla kendi çağının insanının nabzını tutmuştur diyebiliriz.

 

- Tereddüt ve Tefekkür, Görmek Göstermek, Mutlu Faniler kitapları için daha çok düşünce ürünleri diyebiliriz. Yazınsal Eleştiri ve Göstergebilim; Dilbilim, Göstergebilim ve Edebiyat Eğitimi; Edebiyat Bilimi; Bir Demet Öykü ise eleştiri alanını ilgilendiren kitaplar. Bir kavram, bir tür olarak eleştiri ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?

 

- 1990’lı yıllara, hatta 2000’li yılların başlarına kadar bizde eleştiri yaşamöyküsüne dayalı, çoğu zaman ideolojik eleştirilerdir. Övülmek istenilen bir sanatçı övülür, yerilmek istenen bir sanatçı da önyargılarla yerilir. Ne var ki eleştiri bu değildir. Tenkit sözcüğünün sözlük anlamı gagalamaktır. Minkad da gaga demektir. Critique/ Eleştiri sözcüğünün karşılığı ise bir ürünün hem estetik hem eksik yanını ortaya koymaktır, metni yazınsal kılan öğeyi bulmaktır. Bu yapılırken de metinden hareket etmek esastır. Başka bir deyişle eleştiri, olabildiğince, metinde söyleneni yeni bir biçimde, bir üst dille yeniden yazmaktır.

 

İkinci olarak, eleştirmen’in inceleme nesnesi bir başkasının söylemidir. Bir başkası ise, eleştirmenden ayrı bir evrendir. Bu evreni anlamak için dikkatli olmak, dili dikkate almak, dilden hareket etmek, gaipten konuşmamak gerekecektir. Gıybet, gaip, kayıp… gibi sözcükler var bizim dilimizde de. Gaip; üçüncü kişidir, iletişimde hazır olmayan şahıstır. Gıybet de kişinin yokluğunda bir başkası hakkında söz söylemektir. Sanatçı istediğini yazar, ama eleştiri yapanın, bir başkasının söylemini gözleyen kişinin canının istediği gibi yazma ve konuşma yetkisi yoktur. Sağlıklı bir eleştiri dilden hareket eder, dedikodudan uzak durur. Metinde var olan anlamları ortaya çıkarmaya çalışır. Metin içinde beğendiğini veya beğenmediğini de söyleyebilir, ama kanıtlarını gösterir. Bir sanatçı kendi yaşamadıklarını da yazabilir. Yaşamöyküsünden hareketle yapılacak bir eleştiri, yazınsal ürünü açıklamakta eksik kalacaktır ya da fazladan söz söyleyecektir.

 

Diğer yandan eleştiri bir kurama/yönteme dayanmalıdır. Kendi görüş ve öznel yargılarını metinde arayan izlenimci eleştirinin Fransa’daki örneği olan A. France, ‘Shakespeare’i, Pascal’ı, Racine’i anlamak bahanesiyle kendimden söz edeceğim’ der. Bizde, aynı tutumun, izlenimci eleştirinin bir başka örneği olan Nurullah Ataç çevirilerinde, eleştirilerinde kişisel önyargılarıyla cümleler kurar. MEB’in 1991 yılında bastığı Stendhal’in Kırmızı ve Siyah adlı romanının çevirisinde ‘burada papaz yerine hafız demek daha doğru olurdu, ama cesaret edemedim’ der. Papaz ile hafızı, cami ile kiliseyi, papaz okulu ile medreseyi birbirine karıştırır. Papaz okulunu (séminaire), medrese olarak çevirir. Amaç bağcıyı dövmekse, çeviride de eleştiride de elbette birçok kişisel, ideolojik görüşler metne yerleştirilebilir. Eleştiri, çeviri, her ikisi de bir okuma biçimidir ve soğukkanlı bir okuyucu olmayı gerektirir. Eleştiride, çeviride, hatta kitap tanıtım yazılarında, daha çok kendimizi anlatma derdine düşmeden, bir başkasının ne söylediğini anlamak esastır.

 

- Bazı sanatçıların yaşarken yok sayılmasını, daha sonra gündeme taşınmasını da sağlıklı bir eleştirinin yokluğuna mı bağlamak gerekiyor?

 

- Bunun bir değil, birçok nedeni olabilir. Ama ilk başta yine sağlıklı bir eleştirinin yokluğundan söz edilebilir. İkinci neden olarak, sanat ürününün yayın dünyasında sadece bir meta, para getiren bir mal olarak görülmesi olduğu söylenebilir. Cahit Zarifoğlu ilk şiir kitabı olan İşaret Çocukları’nı borçla bastırır. M. Proust, Balzac, Stendhal… ve birçok yazar kitaplarını bastıramazlar uzun bir süre. Kimi sanatçılar bilerek, kasıtlı olarak, kimileri yeterince anlaşılmadığı için yokluğa mahkûm edilmişlerdir.

 

- Sizin bir de Osmanlıca özgün nüshasından Latin harflerine aktardığınız A. Mithat Efendi’nin yazdığı Sevdâ-yı Sa’y ü Amel adlı bir çalışmanız var. Kitabın adı ilginç. İş ve Çalışma Aşkı gibi bir karşılığı var. Çalışmaya, işe duyulan bir sevda. Çalışmak, bir aşk mıdır, bir sevda mıdır?

 

- Çalışma, kişinin niyetine göre anlam kazanır. Günümüzde de ilerlemek/gerilemek/ çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak, çok çalışmak… gibi hedefleri çağrıştırıyor bu başlık. Hep söylenir: Osmanlı çalışmadığı için, tembel olduğu için yıkıldı. Osmanlı, niçin, hangi amaçla çalışacağını unuttuğu için yıkıldı demek daha doğru olsa gerek. Ahmet Mithat Efendi de çalışmayı sevda kavramıyla açıklıyor ve çok çalışmayı öneriyor. J. Calvin de A. Smith de çok çalışmayı önerir. Ne var ki çalışmak tek başına sevdalanılacak bir iş değildir. A. Rimbaud ‘yeniden keşfedilmelidir aşk’ der. Ahmet Mithat Efendi çok yönlü, birçok konuda yazan bir yazar. Bu kitap da o günlerin iktisat algısı açısından ilginç bir kitap. Başka bir deyişle bugünlerin iktisat algısının ana duvarları o günlerde örülmüş diyebiliriz.

 

- A. Malraux’dan yaptığınız bir kitap çevirisi var: Batı’nın İğvası. Bir de C. Plisnier’den çevirdiğiniz Bir Romancının Notları adlı kitap çeviriniz. A. Malraux ve Batı’nın İğvası ile ilgili neler söylersiniz? İğva ne demek?

 

- Batı’nın İğvası adlı çeviri kitabın özgün adı La Tentation de L’Occident. İğva, Arapça bir sözcük ve Tentation’un karşılığı olarak kullanıldı çeviride. İğva sözcüğünün sözlüklerde azgınlık, azdırma, sapıttırma, yoldan çıkarma, çocuğun sütten karnının bozulması… gibi anlamları var. Türkçede de kullanıyoruz bu sözcüğü. Şeytanın da bir iğvası, insanı yoldan çıkarması, baştan çıkarması, sapıttırması vardır. Batı’nın, kendi dışındaki uygarlıkları ve ülkeleri yoldan çıkaran bir yükselişi olmuştur. Batı’nın ihtiyaçlar sınırsızdır sloganıyla bütün insanlığı büyülemesi, yoldan çıkarması, dünya lezzetlerini tek amaç olarak göstermesi söz konusu.

 

A. Malraux, romancılığının yanında bir Uzak-Doğu uzmanıdır. Bu kitabında bir Çinli ile bir Fransız’ı mektuplar aracılığıyla kendi uygarlıkları hakkında konuşturur, iki uygarlığı karşılaştırır, bu uygarlıkların farklı yanlarına dikkat çeker. C. Plisnier ise önce Marksist sonra sıkı bir Hristiyan’dır. Plisnier’nin düşüncelerini şekillendiren iki önemli isim Marks ve İsa’dır. Bir Romancının Notları’nda, bu çerçevede sanat, roman ve romanın sorunları, varoluş, yazı edimi gibi notlardan oluşuyor. A. Malraux’da Doğu’ya dışarıdan bir bakış; C. Plisnier’de ise bir dönüşümün izleri dikkat çeken özelliklerdir.

 

-Sizin dilbilim, yazınsal eleştiri ve göstergebilim, edebiyat eğitimi üzerine de sıkı çalışmalarınız vardır. Söz konusu alanlara yönelik çalışmalarınızda yeni bir bakış açısı teklif ediyorsunuz. Uygarlık yaklaşımı içerisinden bakacak olursak yazınsal eleştiri ve göstergebilim ile edebiyat eğitimi üzerine neler söylersiniz?

 

- Bizde edebiyat eğitimi, isimler ve bu isimlerin yaşamöyküleri üzerinden yapılıyor daha çok. Ders kitaplarına giren bir iki sayfalık örnek metin sınıflarda öğrencilere okutulup ne anladıkları sorgulanıyor. Bu kadar kısa metin konulması elbette bir zorunluluktan kaynaklanıyor. Halbuki o küçük metinler, öğrenciyi ana metne götürmek için konulan metinlerdir. Öğrenci ana metinle karşı karşıya getirilmelidir. Söz gelimi Sezai Karakoç için sadece ‘büyük şair’, ‘büyük düşünür’, Ergani’de doğdu, İstanbul’da vefat etti demek yetmez. Onun şiirlerinden, yazılarından örnekleri öğrenci kendisi okumalı, okuyanlarla tartışmalı. Bütün düşünür ve yazarlar için geçerli bu. Sadece zamanlamaya dikkat edilmeli. A. H. Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden söz ediliyorsa, bu roman önce öğretim elemanı tarafından okunmalı, sonra sınıfa götürülmeli. Bu noktada öncelikli olarak öğretim elemanına görev düşüyor. Öğretim elemanı kendisi kaynak metni okumuş olmalı, örnekler verebilmeli. Kaynak metinden dikkat çekici örnekler vererek öğrencinin dikkatini çekebilmeli, okuma isteğini, motivasyonunu artırabilmeli. Okumazsa, öğrenciyi ana metne yönlendirmekte zorlanacaktır, satıhta kalınacaktır. Elbette bu zor bir durum. Şunu da kabul etmek gerekir: Bir öğretim elemanın, sınıftaki her öğrenciyi aynı düzeye çekmesi mümkün değildir. Öğretim elemanının da böyle bir görevi yoktur. Ne var ki öğrencilerin arasından yetenekli olanlarla, okumaya, düşünmeye istekli olan öğrencilerle özel olarak ilgilenilebilir. Bu da ayrı bir sabır işi olsa gerek. ‘Eğitim ve öğretim’de- ‘talim ve terbiye’de- sadece söylemek yetmez. Sonuç alınmak istendiğinde bir insana/ öğrenciye en az üç kez ‘iyilik yapmak’ gerekir. Üç sayısını bir sembol olarak söyledim. Bir öğrenci, hatta bir çocuk bir şiiri ezberleyebilir. Duyarlık kazanmış/kazandırılmış bir öğrenci ise, ezberlediği şiirdeki duygu ve düşünceyi hissedebilir. Edebiyat eğitiminin temel amacı da böyle bir estetik hazzın, estetik tutumun kazandırılmasıdır. Adres, isim, akım öğretmek, ezberletmek yerine, o adrese o şair ve yazara gitmek, onu görmek, onun düşüncelerini değerlendirmek, insanı anlamlı bir hayata hazırlamak, başka bir deyişle, az önce söylediğimiz anlamlarıyla terbiye etmek, insanın sivriliklerini, yanlışlarını, doğrularını gösterebilmek, ona mutlu olabileceği bir hayat algısı sunabilmek daha önemli olsa gerektir. Bizde öğretim var, eğitim yok diyebiliriz. Yazarların doğum ölüm tarihleri, dağların yükseklikleri, nehirlerin uzunluklarını, denizlerin derinliklerini… ezberletebiliriz. Öğrenci bu bilgilerle bir koleji veya bir üniversiteyi de kazanabilir. Ama aslolan iç derinliktir, bilmek değil, hissetmektir, keşfetmektir.

 

İkinci bir sıkıntı da bizim eğitim sitemimizde pedagoji ve ideoloji iç içedir. Deyiş yerindeyse bazı ön kabuller dayatılır. Bu bağlamda, Pedagoji ve İdeoloji Bağlamında Edebiyat Eğitimi adlı bir yazı yazmıştım. Bu yazıyı önemsiyorum. Öncelikli olarak uygarlık bağlamında bakmak, eskilerin takdim/tehir dedikleri ilkeye dikkat etmek gerekir. Bir de kitaba konulan metnin yazarının ‘büyük’ olduğunu söyleyerek işe başlandığında okul ile aile, hayat ile okul çelişmeye/çatışmaya başlıyor. Şimdilerde, çocuklar çok para getiren bir mesleğe sahip olsunlar diye ‘koç’lar tutuluyor. Bu bakış açısı bize ait değil. Biz ‘faydasız ilimden Allah’a sığınırım’ diyen bir uygarlığın mensubuyuz. İnsan yaşamak için para da kazanmalı, ama ilk amaç ‘para’ olmamalı. ‘İnsan nasıl mutlu olur?’ ‘Mutlu olmak için nasıl bir insan yetiştirmeliyiz?’… ve benzeri sorular daha önemli olsa gerektir diye düşünüyorum.

 

Batı’da, sanayi toplumunun eğitim anlayışında faydacı, hazza yönelik bir amaç güdülmüştür. Batılı ülkeler, üretimdeki işçi açıklarını kapatmak için okul açmışlardır. İşçi açıklarını karşılayamadıkları zaman da Doğu ülkelerinden işçi transferi yapmışlardır. Bunun yanında okul, siyasal ve toplumsal bir proje olarak düşünülmüştür. Amaçları da insanı, ulusu, insanlığı modernliğe sokmak, elementer bilgileri ezberletip yeterli bir el işçiliğinden yararlanmaktır. Bu zihniyet, ilerleme, kalkınma, kiliseye başkaldırma düşüncesiyle dopdoludur. Batı’da bu anlayışa, okullaşmaya itiraz edip karşı çıkanlar -Illich gibi- bile olmuştur. Ne garip! ‘Batı kiliseyi, Tanrı’yı toplumdan kovdu, kalkındı’ diye bizim de aynı yolu mu izlememiz gerekiyordu? Onların tahrif edilmiş bir dini vardır, reddetmekte haklıdırlar… Bizim de aynı eğitim sistemini, aynı iktisat anlayışını, aynı hukuku mu edinmemiz, uygulamamız gerekiyordu? Bugün de Batı’da şu bölümler açıldı deyip aynı bölümleri açıyoruz, üç beş yıl sonra da kapatıyoruz. Her uygarlığın, her ülkenin, her ulusun kendine özgü bir dünya görüşü, hayat algısı olduğunu unutmamak, buna göre eğitim ve öğretimi belirlemek gerekiyor.

 

İster edebiyat ister diğer alanlar söz konusu olsun, eğitimle ilgili sorunlar tek boyutlu değildir. Eğitimin amaçlarının, içeriğinin ne olması gerektiği üzerinde düşünmemiz gerekiyor. İş krizi, aile krizi, değerler krizi, para krizi… gibi birçok sorunu birincil amaç olarak ön sıraya koyan toplumsal bir atmosfer içindeyiz. Hani Yunus ‘ilim kendin bilmektir’ diyordu. ‘Biz kimiz? Bu dünya bizim için ne ifade ediyor? Önce kime karşı sorumluyuz?.. Bu sorular çevresinde düşünüp bütün kurumlarımızı, eğitim sistemimizi sağlam temeller üzerine oturtmamız, tartışmamız gerekir diye düşünüyorum.

 

-Bir uygarlık krizi ile başlıyor modernleşme ve çözülme. Başlangıçta krizin şiddeti hissedilmese de giderek belirsizlik ve karmaşa baskın hâline dönüşüyor. Sürüp gelen her türden yaşayış ve düşünce taarruza uğruyor. Saldırılar karşısında tutunma mecalini kaybeden aydınlar da özgün hikâyelerini unutarak öykünmeye başlıyor. Gücünü, şiddetini arttıran yeni değerlerden yana kullanıyor seçimini. Böylesine bir ortamda yürüyen Tevfik Fikret ve izleyicileri de söz konusu uygarlık krizinin ardından gelen süreçte bütünüyle tercihlerini Batılılaşmaktan yana belirginleştiriyorlar. Batı Şiiri ve Tevfik Fikret adlı çalışmanızda bahsedilen dönemin önemli kişisi Tevfik Fikret üzerine çeviriyorsunuz dikkatleri. Bu dönem ve dönemin aydınlarındaki düşünsel tereddüt ve zihnî karmaşa üzerine neler söylersiniz?

 

- Evet, çözülme, modernleşme süreciyle başladı. Sanayi devrimi sonrasında, Avrupa’ya yenilince korkunç bir panik yaşadık, aşağılık duygusuna kapıldık. A. Mithat Efendi’yi izleyerek söylersek, 70-80 bin Osmanlı, 7-8 bin Moskof askerine Tuna boylarında yenilince Batı’nın bize bakışı, bizim de kendimize bakışımız değişti diyebiliriz. Bir panik havası oluştu. Bu panik havası bizi kör bir taklide yönlendirdi. Gülünç durumlar yaşadık. Devlet adamları Osmanlı sarayından, saray ise Yeniçeri ocağından, Yeniçeri ocağı da devlet erkânından emin olamadı. Bu tereddüt durumu, tam bir dramdı. Bu aşağılık duygusundan sonra yaptığımız her eylem, kurduğumuz her kurum bir savunma psikolojisiyle yapıldı. Batı’da olanlar gündeme getirilince ‘o zaten bizde var’ denildi. Saraybosna’da soykırım yapan biz değildik, Koca Afrika kıtasını sömüren de Fransa idi. Ne var ki kendimizi suçlu gördük hep, kendimizden utandık, kendi eğitim kurumlarımıza Batılılardan daha Batıcı, onlardan daha keskin eleştiriler yönelttik. Siyasal, ekonomik yapıyı Batı’dan bire bir kopyalamaya giriştik. Yemek yiyişimizden oturup kalkmamıza, kılık kıyafetimizden, bugünkü mimarimize, sanat ve edebiyatımızdan müziğimize kadar, öykündüğümüz insanları kendimize güldürmemeliyiz. Taklide değil, asla itibar edilir. A. Malraux, bir Malabar atasözünü aktarır: “Uzun süre maymunlara bakan kimse, onun gölgesine bakar hâle gelir.” Gölge sanaldır, asıl değildir.

 

Sözünü ettiğiniz dönemleri düşündüğümüzde, ‘bu durum, deplasmanda maç yapmak anlamına geliyordu, saha bizim sahamız değildi’ de diyebiliriz. Yahya Kemal’in deyişiyle o dönemin aydınının kıblesi Paris’tir. Tevfik Fikret, Servet-i Fünun’un önemli bir ismi. Batı Şiiri ve Tevfik Fikret adlı kitapta, Tevfik Fikret’in şiirlerini, kimlerden etkilendiğini, düşünce dünyasını, tereddütlerini, kabullerini incelemeye çalıştım. Fikret oğlunu ‘nur’, ‘ziya’ getirsin diye İskoçya’ya gönderdi. Üzüldü, Haluk’un Vedaı’nı yazdı. Ama oğlunu bir daha göremediği için, oğlu kendisiyle görüşmeyi reddettiği için daha çok üzüldü. Haluk, Amerika’da küçük bir kilisenin başpapazı olarak öldü. Namık Kemal’in torunu Selma Hanım ‘peçe’ye, ‘kırmızı fes’e isyan’ ederek Amerika’ya kaçtı. O da ailesinden kaçtı, ailesiyle görüşmek istemedi. O da üzüldü. Ölünce küllerini okyanusa savurdular. Selma Hanım’ın evinde şekeri kalmamıştır. Komşusundan şeker almak ister. Aynı evde kaldığı Hristiyan arkadaşları ona gülerler. “Burada komşudan şeker istenmez” derler. Selma Hanım da şöyle der: “Anladım, burada insanlar değil, evler komşuymuş.” Bizim uygarlığımızda duvarlar, evler değil, insanlar komşudur. Selma Hanım bu iki uygarlık arasındaki farkı anlar, ama geç anlar. Bu ayrımı zamanında görmek, hissetmek gerekir. Batı’nın bugün de bizim varlığımızı kabul etmek gibi bir düşüncesi yok. Bu da doğaldır. Her uygarlığın farklı normları, normalleri, anormalleri, farklı bir dünya algısı vardır. Önce bunun ayrımına varılmalı sanırım. Tereddütten tefekkür doğmuyor. Tereddüt içinde insanlar yetiştiriyoruz desem abartmış mı olurum? Ayağını yere sağlam basan, tereddütten uzak insan düşünebilir, tefekkür edebilir. Bu insan, bir hikmet araştırması yapabilir. Bilgi ile bilgeliğin ne olduğunu bilebilir, bu iki kavramı birbirinden ayırmamaya çalışır. Her bilgili insan, bilge değildir. Alim ile arif, ilim ile irfan birbirinden ayrılabilen kavramlar değildir. Kendimizden utanmadan eksiklerimizi, eksikliklerimizi/fazlalıklarımızı, erdemlerimizi görebilmeliyiz. Sorunuzda belirttiğiniz ‘özgün hikâyelerin’ unutulduğunu değil, küllendiğini düşünüyorum.

 

Üretim/tüketim kıskacındaki dünya da biz de bir bunalımı yaşıyoruz diyebilirim. Söylediklerimizin bugün konuşulduğunu, ne var ki bu uygarlık bunalımının henüz tam olarak kavranamadığını düşünüyorum. Uygarlıkların yıkılması da yeniden dirilmesi de kısa süreler içinde olmuyor, uzun yıllar içinde yıkılıyor, yine uzun bir zaman sürecinde yeniden kuruluyor uygarlıklar. Aslolan, doğru olanı, doğal olanı görmek, sürdürmeye çalışmak, sürdürebilmektir.

 

Sorularımıza vakit ayırıp samimi cevaplar verdiğiniz için teşekkür ederim.

 

-Yitiksöz ailesine ve size düşüncelerimi açıklama fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim.

 

Konuşan: Ayşegül Özdoğan

 

Yitiksöz Sayı - 9