İçimizdeki Fay Kırıkları

 

Öyle ya da böyle yıkıcı bir depremin er ya da geç bizi bulacağını artık söylemeyen kalmamıştı. Yerdeki sıra dışı kıpırdamalardan epeydir haberdardık. Sadece bilim insanları değil artık astrologlar da bu kehanete ortak olma konusunda neredeyse ağız birliği etmiş gibiydiler. Son birkaç yıl içinde pek çok deprem yaşamış olmamıza rağmen açıkça bir farkındalığa sahip olduğumuz söylenemezdi. Öyle ki yakından hissettiğimiz pek çok sarsıntıyı neredeyse kanıksayacak şekilde unutarak garip bir havaya girmiştik.

 

Tedirginlikten teyakkuza evirilen bir bilinç akışı sağ gösterip sol vurmaya pek itibar etmiyordu. Elazığ’da geçtiğimiz yıllarda en çok da Malatya çevresinde etki uyandıran bir seri sarsıntı olmuştu ama biz yine de İstanbul’a odaklanmıştık. Orada bir şeyler olacaktı hem de pek fena şeyler olacaktı, kesindi, kesin gibi bir şeydi.

 

Geçmişte daha yaraları bile yeterince sarılamamış depremlerin acıları sahiplerini yakmaya devam ederken biz yeni depremlerin hem olacağından haberdar hem de onu sanki bir karnaval havasıyla karşılayacakmışız gibi garip bir beklentiyle o vakti ve o saati heyecanla takip ediyorduk.

 

Son birkaç yıl içinde önceki zamanlardan açık ara önde bir şekilde neredeyse haftada bir olmak üzere sıklıkla İstanbul’a gidip gelmiştim. Hemen her gidişimde aile içinde bitmeyen ve canlı tutulan tek kaygı benim bu yolculuklarımdan birinde mutlaka depreme yakalanacağım korkusuydu. Allah’tan ümit kesilmeyeceğinden emindim, Allah’ın izni dışında yaprak kımıldamayacağına olan inancım da iman mesabesindeydi.

 

Bu dikkat ve tedirginlik içinde açıkçası resmen deprem kovalarken arada istisnai sayılabilecek kimi bilim insanları da ısrarla ülkenin doğusuna dikkat çekiyor ve bu bölgede olası bir sarsıntının mahiyet ve maliyeti hakkında şaşırtıcı iddialarda bulunuyordu. Söylenenlere inanmamızı mümkün kılacak alametler de işaretler de çoktan belirmişti ama işte memleketin bu tarafına çoktan kapalıydık. Sanki dehşet ancak İstanbul’da olurdu, bu taraflarda olsa da Allah kerimdi. Garip, teolojiyi de bilimi de gündelik rutinleri alt üst eden yeni bir yaşama üslubuna dâhil edecek bir şekilde 6 Şubat gecesine bilfiil erişmiştik.

 

Eğer Erzurum’da 80’lerin başlarında “uzaktan” yaşadığım zelzeleyi saymazsam doğru dürüst hiçbir depreme doğrudan şahitlik etmediğimi söyleyebilirdim. Yine de çocukluğumun tek odalı köy evlerinde “deprem oluyor” bağırtıları arasında kendimizi kapıya attığımız Şavşat günlerini unutmam mümkün değildi. Benim zihnimde depremi bütün ağırlığıyla, açıklık ve korkusuyla hatırlatan Gölcük’te yaşananlar olmuştur. Sonradan Van depremi de çok ağır maliyetler üretti ama nihayetinde ortaya çıkan durumun fiziksel dünyadan beşerî dünyaya taşan etkisini kavramak için bu eşik ciddi bir milat sayılırdı. Yer yerinden oynamış, bununla da kalmamış üzerinde yaşayan insanları da sadece mal ve can kaybıyla değil maruz kalacakları başka diğer tuhaflıklarla da hesap dışı bir şekilde karşı karşıya getirmişti. Binlerce insanı, evlerini ve hayallerini toprağın altına çeken deprem dışarıda da binlerce insanı yeni sorularıyla, siyaset ve kurumlarıyla birlikte sıkıştırmaya, onların eski ve kötücül örnekleriyle baş etmeye zorluyordu.

 

6 Şubat 2023 gecesi gecenin ortasında yataktan kaldırılmamın nedeni henüz etki ve sınırları yeterince takdir edilemeyen bir depremin Kahramanmaraş ve çevresinde yaşattığı tahribatla ilgiliydi. Geç saatlere kadar uyumayan aile efradı tesadüfen açtıkları ekranda Maraş’tan gelen haberlerle sarsılmış ve hemencecik de beni uyandırmışlardı. Haberler kötüydü. Şimdiye kadar tanıklık ettiğimiz depremlerin çoklukla belli bir bölgeyle sınırlı tahribatı bu sefer dar bir alanla sınırlanmamış, yer küredeki sarsıntı zemini genişlemiş ve Adıyaman’dan Hatay’a Malatya’dan Gaziantep’e kadar uzanan ve yayılan geniş bir coğrafyada ağır ve sıkı bir yıkım devreye girmişti. Gün aydınlığında açığa çıkan görüntüler artık tüm dünyadan görünebilir düzeyde net ve ağırdı. Hayatını kaybedenlerin sayısının birkaç hafta içinde 50.000’leri bulacağı daha en baştan kestirilebilir açıklıkta seyrediyordu ve bu yoğunluk beraberinde bir o kadar da yaralı, buruk ve belirsizliğin kol gezdiği bir tanıklığı gerçekliğin ortasına yerleştirmişti.

 

Depreme maruz kalan şehirlerin hepsi de hem güzel hem de nadide şehirlerdi. Çoğuna birden fazla gitmişliğim, hatta bazılarına önümüzdeki yıllar içinde gerçekleştirilmek üzere planlamalarım bile vardı. İnsan, içinde Adıyaman’dan, Hatay’dan, Kahramanmaraş’tan ya da Malatya’dan, Gaziantep’ten, Adana’dan bir arkadaşı olmaksızın Türkiyeli sayılabilir miydi? Bugün canhıraş çığlıkların arş u alaya yükseldiği yaslı topraklarda bütün bu insanların arasında hemen her birimizin tanıdığı insanlar mutlaka vardı. Hikâye o kadar geniş bir alana sirayet etmişti ki bunun aramızdan herhangi birine dokunmaması asla mümkün değildi. Tüm Türkiye depreme uyanmıştı; gelmiş bizi bulmuş ve birkaç dakikada yerle bir olmuştuk.

 

Depremin ilk gününde mevcut bilançonun sınırlarına vâkıf olmak asla düşünülemezdi. Dezenformasyona tevessül edenlerin ahlaki zeminlerine adil ve hak bilir bir karşılık bulmak çok zor olmalıydı. Geceyi zor bela dışarıda geçirenler, hemen yanı başlarında enkaz altında inleyen insanlarla birlikte yağan kar ve dehşet soğuk eşliğinde sabaha erişmenin mümkünatına odaklanmışlardı.

 

Tanıdığımız ve bildiğimiz dostlarımıza telefonla ulaşmayı denediğimizde aldığımız cevaplar kesinkes ürkütücüydü. Bazılarına ulaşamıyor, bazılarının acılı yardım talepleri karşısında çaresiz bir şekilde yaşanılanlara uzaklardan şahitlik etmenin bin bir kahrıyla hemhâl oluyorduk. Güç bela ulaşabildiğimiz dostlarımızda takat-derman kalmamış, çoğu arkadaşımız da “depremden kurtulduk ama sanırım bu zemheri bizi öldürecek” şeklindeki hayıflanmalarıyla umutsuzluğa demir atmışlardı. Gecenin her saniyesi basbayağı çok ağır ilerliyordu, bu nedenle de zordu ve çekilmezdi.

 

Ülkenin bir tarafını içine alan zelzelenin gün ağarırken herkese malum olan görüntüleri tek kelimeyle dehşetengizdi. Şehirler âdeta yok olmuştu; zor bela ayakta durmaya çalışan binaları da onlara melül mahzun bakan insanları da ikinci ve üçüncü depremler ve ardı arkası kesilmeyen artçılar bizatihi çökertmek için hamle üstüne hamle yapıyordu. Olan biten neydi? Anlaşılan o ki deprem bölgeyi esir almıştı.

 

Ülkemizle, insanımızla ne kadar gurur duysak azdır. Deprem haberini duyar duymaz karınca kararınca tüm imkânlarını seferber ederek yollara düşen binlerce insan bir an önce bölgeye erişmek için kendini âdeta paralıyor, bir can bir candır mantığı vicdanı olan herkesi yola düşürüyordu. Devlet bir yandan sivil toplum kuruluşları bir yandan yola revan olmuş ve azaptan beter trafik keşmekeşini aşarak menzillerine ulaşmayı başarmışlardı. Deprem bölgeleri kendi aralarında yarıştırılabilir miydi? Asla! Acılar arasında bir derecelendirme yapılabilir miydi? Kesinlikle hayır.

 

Maraş’a daha birkaç ay önce gitmiştik, Antep’ten döneli şunun şurasında kaç gün olmuştu? Ya Malatya? Son zamanlarda ne kadar da çok sık gider olmuştuk. Hatay’a gitme planları yapmadığımız bir gün var mıydı? Evde çocuklarla daha bir ay önce oturmuş tam da bu şehirleri içine alacak geniş kapsamlı bir gezi için planlama yapmıştık. Tek farkla ki güzergâhın içine bir de Mardin’i eklemiştik. Çocuklar bölgeye hiç gitmemişlerdi. Ülkemin nadide coğrafyasına vakit geçirmeden ulaşmak gerekirdi. Nasip, kısmet, kader; bizden önce giden deprem oldu.

 

İnsanı yüreklendiren ve umutlarını yeşerten dayanışma ağlarının bölgeye ulaştırılması sayesinde hayatı bir şekilde normalleştirme konusundaki çabalar da sonuç vermeye başladı. Hiçbir şey kolay değildi. Ortada binlerce ölü, bir o kadar yaralı, saymakla bitmez depremzede, olağanüstü rakamlarla ancak ifade edilebilecek maddi kayıplar vardı. Ve yeni bir kadere, en çok da garip bir belirsizliğe, henüz net olarak görülmeyen muğlak bir geleceğe akan binlerce çocuktan söz etmek gerekirdi.

 

Deprem bir mahşer provasıydı sanki. On bir vilayetin her birini tek tek merkezlerinden yakalayan zelzele sadece buradakilerle kalmamış; dokunuşuyla herkesi ayağa kaldırmıştı. İnsanlıktan ümidini kesmiş olanların tereddüt dolu korkularını boşa çıkaran yine bu koşuşturan kalabalıklar olmuştu. Gençler, orta yaşlılar, ihtiyarlar, kadınlar ve erkekler ya bölgeye yetişmek için kendi aralarında halkalar oluşturup koşturuyorlar ya da duadan geri kalmamak için âdeta saf tutuyor, dua zincirleri oluşturuyorlardı. Bütün bunlar asla boşa çıkmazdı. Depremin yarattığı enkazın gerçekte neyi kapattığı tetiklenen onca duygudan onca hikâyeden sonra ancak fark edilecekti. Gidenler evet fazlasıyla üzdüler ama en azından geridekilerin yaşayacağı eza ve cefayı görmekten muaf tutulmuşlardı. Kalanlar, şehadetlerine tanıklık ettikleri gidenlerinin ardından şimdi sanki bir gecede olgunlaşmış, bir gecede başka bir hâle girmiş birer tevekkül abidesi olarak hayatı yeniden kurma çabasındaydılar. Eğer tuzu kuru insanlara hayatın anlamını öğretecek birileri varsa onlar da bu kurtulanlar arasından çıkacaktı.

 

Depremin üzerinden geçen zaman daha bir ayı doldurmadan arka arkaya sıralanan ve her biri devasa birer sorun olarak hepimizin gözlerini korkutan problemlerin çözülmesi noktasında hızlıca rahatlatıcı adımlara ihtiyaç duyulduğu aşikâr. Bir yandan devlet bir yandan da büyük toplum artık kontrol edilmez ve müdahale için gerekli adımlar atılmazsa her şeyin pekâlâ sarpa saracağı bir vasatta duruma el koymuş ve herkese iyi gelebilecek müstakil bir gelişme çizgisi tutturmayı zor da olsa başarmıştı.

 

Yeni şehirler kurulacaktı ve ama bu nasıl olacaktı? Yıkılan evlerin hepsi doğrudan fay hatlarının üstünde değildi. Hem de aynı çizgide konumlanmış evlerin bir kısmında neredeyse hiçbir hasar yoktu. Belli ki işi olması gerektiği gibi yapanların yüzünü kara çıkaracak bir şey söz konusu değildi. Şehirlerin neredeyse tamamı yıkılmış yerle bir olmuştu. Bu resmin nasıl okunacağı esaslı bir problem cümlesi gibi duruyordu ve gerçekte ortaya çıkan bu fotoğraf hepimize bulaşan çürümüşlüğü, her düzeyde artmış başıboşluğu, sınır tanımayan ihmalkârlığı ve kimseye borçlu olmayan sorumsuzluğu ele veren tehlikeli bir ihbar cümlesi olarak ortalıkta geziniyordu. Belli ki artık evlerimizi daha sahih bir çerçeve içinde düşünmek, tabiatla aramıza girebilecek sahte önerilere bundan böyle asla ve asla izin vermemek zorundaydık. Gelişmeler bize tam da bu noktada yücelttiğimiz bilimin de dilden düşürmediğimiz zikrin de ciddi ciddi yeni bir okumaya tabi kılınması gerektiğini haykırıyordu. Her yaştan insanın içine düştüğü ve cevap beklediği soruların hayatın akışını sektirmemesi için nasıl bir doğayla nasıl bir bilimle ve nasıl bir imanla yoğrulacaktık? Yaşanılanlar sonuçta bütün bildiklerimizi yeniden gözden geçirip masaya yatırma konusunda ciddi bir mesaiyi zorunlu kılıyordu.

 

Deprem yeni ve ağır yükümlülükleriyle bizi sıkıştırmaya devam ediyor. Zelzelenin maliyeti sadece maddi yıkım ve kırımla ilişkilendirilmekle yetinilmemesi gereken daha büyük fay kırıklarına işaret ediyor. Yeryüzü depreminin geniş toplumsal akışkanlığa sıçramasıyla birlikte işin en çok da inanç ve duygu boyutuyla baş edecek cevapların peşinde olmalıyız.

 

Ama olsun. Konuşuyoruz, tartışıyoruz ve bütün bu sorunların üstesinden gelebileceğimize dair inancımız her zamankinden daha güçlü, hatta daha iddialı. İçimizdeki fay hatlarını bizi birbirimize düşürecek sinyallerden uzak tutmak için kafa yormaya ihtiyacımız vardı. Gecikmiştik. Bunu ancak öğrendik.

 

(7 Mart 2023)

 

Necdet Subaşı

 

Yitiksöz Sayı - 16