İlk Kitap İlk Heyecan

 

Anam, “Martta doğdun senesini bilmem” diyor. Babam ocak yazdırmış nüfus cüzdanıma. Babamın hesabına göre; köye yol yapılıp kamyon geldiği sene yedi, çeşme yapılıp Vali Necmettin Karaduman’ın muhtarı dövdüğü sene sekiz yaşındaydım. Âşık Veysel’in “Sadık yâri” kara toprakla buluştuğu sene ise ortaokul birinci sınıfa gidiyordum. Kenan Evren’in “Netekim” dediği yıl ticaret lisesi öğrencisiydim. Trabzon Caddesi’nde valiliğin yan tarafında, yani Fotospor’un karşısında şehrin ilk balık satan dükkânı, Karadeniz Balıkçısı’nın hamsi balığı pişirmeye başladığı günlerde meslek yüksekokulu öğrencisiydim. Açık Öğretim Fakültesi sınavları için Adana’ya gidip gelmeye başladığımda kocaman adam olmuştum ki, on sekiz katlı Özel İdare İş Merkezini yapan Aktaş İnşaat firmasının parmakla gösterilen personellerinden biriydim. Hayata ve iş hayatına atılmıştım. Bir de, bir insanın çalışmasının karşılığının sadece “aferin”den ibaret olmadığını öğrenmiştim.

 

Hikâye, Gazi Ortaokulu’nda Türkçe öğretmeni Şevket Yücel’in sınıfın kapısında göründüğü anda ayağa kalkmamızla başladı. Ticaret lisesinde Ahmet Yüzeroğlu ve Yalçın Özalp hocalarımızla devam etti. Neredeyse ömrünün tamamını Ashab-ı Kehf Mağarası’nın Afşin’de ve Karacoğlan’ın Maraşlı olduğunu ispatlamaya adamış olan Ali Saim Emirmahmudoğlu ile tanışmamız hikâyeye güç verdiği gibi; içinde bulunduğumuz dostların gayretleri neticesinde kültür bakanlığı ile yapılan yazışmalar sonucu, o yıllarda Kahramanmaraş Halk Kütüphanesi olan kütüphanemizin adının Karacoğlan Halk Kütüphanesi olarak değiştirilmesi hikâyeye hız verdi. Firavun Mezarlığı nam; fotoğrafçı, kameraman, senaryo ve hikâye yazarı aynı zamanda film yönetmenliği yapmış, Mehmet Gülebenzer’in Foto Ajans isimli fotoğrafçı dükkânı hikâyeye ayrı bir mesafe kazandırdı. “Mesafe kazandırdı” diyorum, çünkü orası Maraş’ta edebiyatın kalbinin attığı bir yerdi. Firavun Mezarlığı’nı daha önce rahmetli Ahmet Doğan İlbey yazdığı için burada yeniden anlatmaya gerek yok diye düşünüyorum. Ancak şu kadarını söylemek gerekirse; Ahmed Yüksel Özemre’nin Üsküdar'da Bir Attar Dükkânı isimli kitabında anlattığı, attar dükkânı ve Mehmed Niyazi’nin Dâhiler ve Deliler kitabında bahsettiği Marmara Kahvesi gibi, her meşrepten insanın uğrak yeri olan bir mekândı, Firavun Mezarlığı. Hikâye; Dolunay Şiir Şölenlerinin mutfağında, Kahramanmaraş Kültür Sanat ve Eğitim Derneği bünyesinde Çiçek İşhanı’nda, Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi çatısı altında; Yenişehir İşhanı, Üniversite Sokağı, Pınarbaşı ve Ulu Cami’nin ardında; Mağara, Dükkân, Fikir Dükkânı ve Cuma Kapısı dediğimiz yerde devam etti.

 

Teyzem Balcalı’da vefat etmişti. Yanında bir tek anam vardı. Anam kadın başıyla ölü teyzemi Maraş’a getirmişti. Maraş’tan da köye götürüp defnetmiştik. Ölü teyzemin oğlu İsmail askerdeydi. Babam İsmail’in komutanına telefonla olayı anlatmıştı. İsmail o gece Maraş’a, bizim eve gelmişti. O zaman köye Hacı Ahmet Mustafa’nın otobüsünden başka araba gitmiyordu. O da gündüz saat ikide Maraş’tan çıkıyor, akşam altıda köye varıyordu. İsmail’in hiçbir şeyden haberi yoktu. Bizim çocuklar Topal Ahmet’i bulup getirdiler. Ahmet, topal değildi. Taksiciydi. Bizim oradan, Karadere köyünün Yanıklı Obası’ndandı. Andırın Garajı’nda dururdu. Hafif göbekli biriydi. Boyu uzundu. Saçları iki yanından açılmıştı. Ama simsiyahtı. Arada bir pantolonunun arka cebinden tarağını çıkarır, geriye doğru tarardı, iki yanından açılmış siyah saçlarını. Seydihan değildi Topal Ahmet. Seydihan da bizim oralı, o da Andırın Garajı’nda dururdu, o da taksicilik yapardı ama o, aşağıdan, Sır Barajı’nın sularının altında kalan Bahçealanı’ndan. Boyu Topal Ahmet’ten biraz uzun fakat ondan daha zayıf. Sonra öldü Topal Ahmet. Seydihan yaşıyor. Gene öyle uzun boylu, gene zayıf, gene konuşurken gülüyor hissi uyandırıyor insanda. Güz günleriydi. Yavaş yavaş bir yağmur yağıyordu. Taksiden indik. İsmail hâlâ askerlik lafı veriyor. Patika yola düştük. Eve yaklaşınca feryatlar kulağımıza gelmeye başladı. Karanlıktı. İsmail’in yüzünün aldığı şekli hiçbirimiz görmedik. Biz olduğumuz yere oturduk. İsmail eve koştu. İsmail evdeki üç kız çocuğunun abisiydi. İsmail’e “Hadi bir çılgınlık yapalım, gecenin bu saatinde köye gidelim.” demiştik o gece...

 

Çocukların “Hadi bir çılgınlık yapalım” dediklerinde, aralık dünyayı ocak ayına teslim etmiş ve on bir aylık istirahatine çekilmişti. Ben o günlerde çılgınlık yapacak durumda değildim. Sonra bir gün gözümü açtım ki; Emmim -Hasan Ejderha- önde, bizimkiler arkada harıl harıl çalışıyorlar. Ekip çıldırmış! Şubat ayının başında çıkıp geldi, Çatal Yolu. İlk kitap… İlk heyecan. Bir ailenin ilk çocuğuna benzettim, ilk kitabı. Büyük oğlana. Büyük kıza... Ailenin bütün yükünü sırtlanmış, hayattaki bütün acemiliklerine katlanmış, sabır abidesi bir evlada. “Herkes üç ciltlik bir roman yazabilir. Bunun için hem hayat hem edebiyat konusunda tam bir cehalet yeter.” diyor Oscar Wilde, Yalancılık Sanatı kitabında. Desiderus Erasmus da Deliliğe Övgü kitabında “Sadece gramer bile insanoğluna ömür boyunca işkence etmeye yeter.” demiş. Bir de Dr. Oktay Yivli’nin Kısa Öyküde Yöntem kitabından bahsetmek isterim. Yivli, öyküleme zaman çeşitlerini şöyle anlatıyor; “artsüremsel, önsüremsel, eşsüremsel ve katılımsal.” Anlayabilene aşk olsun! Benim gibi birinin şu üç yazarı okuduktan sonra kitap yazmaması için hiçbir nedeni kalmıyor. Herkesin hikâyesi var aslında, eksik olan kelime. Kelimeyi bulan otursun bilgisayarın başına! “Reşat Nuri, roman, hikâye ve tiyatrolarına bir gün “yapıt” denileceğini bilseydi belki de yalnız keman çalmaya devam eder ve edebiyatla uğraşmazdı.” diye, dilimizin bozulmasından yakınıyor Nihad Sâmi Banarlı.

 

İşin nüktesi, lâtifesi bir tarafa hikâyeleri yazarken insanımızın anlayacağı dili kullanmaya dikkat ettim. Yaşadığım gibi yazmaya gayret ettim. 1999-2004 yılları arasında özellikle ilçe ve kasabalarda belediye başkanlığı yapanlar, akla hayale gelmeyecek zorluklarla karşılaşmıştı. Bir taraftan 28 Şubat’ın akıl almaz baskıları, diğer taraftan ülkemizdeki malî durum belediye başkanlarının ellerini kollarını bağlamışken, meydana gelen Gölcük depremi her şeyi altüst etmişti. Çatal Yolu’ndaki hikâyelerin ekseriyeti yaşanmış olaylardır. Yine kitapta geçen Kartal hikâyelerinin eksiği var fazlası yoktur. Kaldı ki bir hikâyeyi gerçek manada, yaşandığı gibi yazmak imkânsızdır. Her şeyi yazdınız, diyelim: Kapınızdan boş dönen bir insanın önüne düşen başının, kalbinize verdiği hüznü neyle, hangi kelimeyle anlatacaksınız?

 

Hasan Keklikci

 

Yitiksöz Sayı-25