İnanmak ve Yazmak Üzerine Birkaç Söz

İnanmak, başka bir ifade ile inanç ihtiyacı, insanın dünyada yaşarken sağ kalmak ve hayatın zorluklarına dayanmak için duyduğu onsuz olunmaz, başka bir şeyle ikame edilemez temel bir ihtiyacıdır. Mircea Eliade, “dinin doğası”nı incelediği Kutsal ve Kutsal-Dışı isimli müthiş eserinde dinlerin yok olmasının, dinî olanın yok olmasını asla gerektirmediğini, bir dinî değerin sekülerleşmesinin de insanlık tarihinde esasen dinî bir fenomen olduğunu yazar. Buna göre, “kutsal-dışı” denen şey, insanı oluşturan kutsal ifadelerle tezahür eden yapının yeni bir şeklidir. Eliade’den takip edersek, kutsal olan kuvvetli ve anlamlı bir uzamı temsil eder. Kutsal olan’ın tezahürü (tezahür burada İlâhî tecelli mânâsındadır- AGY) dünyanın ontolojik inşası demektir. Kutsal olan’ın tezahürü (hiyerofani) mutlak bir sabit noktayı, bir merkezi, referans noktasını açığa çıkardığı için çok önemlidir. İnsanın dünyadaki yönü, yolu, yordamı, sosyalliği vb bakımından hakikî, biricik, onsuz olunmaz kriter kutsal olan’ın tezahürüdür. O, başlıca referanstır, verili noktadır. İnsanın dünyada yaşaması için zihninde dünyayı inşa etmesi gereklidir ve bunu sadece kutsal olan’ın tezahürü vasıtasıyla gerçekleştirmek mümkündür. Yazara göre, kutsal-dışı (İlâhî Hakikatten yoksun olan- AGY) bir hayat, insanın dinî davranışlarını tamamen yok ettiği bir hayat şeklinde asla ortaya çıkmaz. Bunun anlamı şudur: Dinsizler, inançsızlar vb bunun farkında olmasalar dahi, dinî referanslarla zihnen ayakta kalmaya çalışırlar. Kısaca inanmak yaşamanın hayatî unsurudur. O hâlde hayata dair bir çeşit bilgi birikimi diyebileceğimiz edebiyat sahası da inanç bilgisi ve inanmak davranışı olmadan inşa edilemez demek mümkündür.

 

Şimdi Eliade’nin çizdiği teorik çerçeveden istifade ile edebiyat (yazmak) ve edebî eleştiri hususunda aktüel notlara geçebiliriz. Rita Felski, bir akademisyen olarak ömrünü edebî teorinin meselelerine, edebiyatın ne olduğu ve işe yararlığı üzerinde düşünmeye adamış bir yazardır. Türkçeye iyi ki tercüme edilmiş Eleştirinin Sınırlarında isimli çalışmasında felsefeci Paul Ricoeur’ün modern düşünce tarzını tasvir etmede kullandığı “şüphenin hermenötiği (yorumbilgisi)” ifadesinden yola çıkar ve edebî teorinin meselelerine Marksizm karşıtı bir çerçeveden bakar. Bu bakış, inanmak, yazmak ve edebî eserleri eleştirmek konusunda birkaç söze yer vereceğimiz yazıda bize yardımcı olacaktır. Politik olarak “kimliği kadere dönüştüren teleolojik bir anlatı” şeklinde tarif ettiği Marksizme karşı duruşunun, yazara edebiyat eleştirisi uğraşına sahici bir yerden bakma imkânını verdiğini görmekteyiz. Dogmatik Marksizmin edebiyata verdiği hasarın bütünüyle farkında olan yazar, bu fark ediş sayesinde edebî eserin otonomisini ve okurun dar kalıplara sıkışmadan okuma, yorumlama, eleştirme hürriyetini önemser.

 

Eleştiri kavramını yeniden ele alan ve tarif eden Felski, kitapta, okuru ve eleştirmeni şüpheci hermenötiğin esiri olmaktan kurtarmayı amaçlar. Esas gayesi, edebî metinleri şüpheci gözle okumanın niçin düşüncenin nihaî ufku olarak değerlendirilmemesi gerektiğini göstermeye dayalıdır. Politik radikalizmin, Marksist dogmatizm vb. eleştiri üsluplarının sonlu, sınırlı ve yanılabilir okuma tarzları olduğunu ifade eden yazar, edebî metni solculuğun nihaî amacının (düzen değişikliği vb.) basit bir vasıtası olarak gören Marksist eleştirmenleri kızdırır. Felski’ye göre, eleştiri fikrinin temel unsurları şunlardır:

 

“Şüpheci bir şekilde sorgulama ya da açıkça kınama eğilimi, eleştirinin otoriter ve baskıcı toplumsal güçler karşısındaki riskli pozisyonuna yapılan vurgu, son derece esaslı bir entelektüel ve/veya politik işle meşgul olma iddiası ve eleştirel olmayanın buna bağlı olarak eleştirilemez bir nitelik taşıdığı varsayımı.” 

 

Yazar, kitap boyunca bu unsurları yeni bir çerçevede gözden geçirir. Ricoeur’ün kavramlaştırmasından yola çıkarak ihtiyatlı ve mesafeli olma hâlini temsil eden şüphe ile yorumlamanın tanıma açık standartlarını birleştirir. Gayesi eleştirinin felsefe ve politika meselesi olduğu kadar, bir etki ve retorik meselesi olarak algılanmasını da sağlamaktır. Şüpheci okuma pratiklerini radikalizmden arındırarak edebiyat araştırmalarının çok fazla sayıda duygulanma tarzını ve argüman şeklini kapsaması için çalışır.

 

Bir metnin değerinin tek meşruiyet kaynağının eleştiri olmasına itiraz eden yazar, edebiyat eserlerine duyulan sevginin ancak eleştiri faaliyeti ile ilişkisini ispat etmek suretiyle aklîleştirilebildiğini tespit eder. Eleştirinin edebiyat eserini sevmenin tek ölçüsü hâline gelmiş olmasından şikâyet etmekte haklıdır. Eleştirinin keskin, tek gözlü bakışa imkân veren, dogmatikleştirmeye açık dilinin eros (sevgi ve bağlılık) pahasına agon’un (çatışma ve hegemonya) alanını öne çıkardığını ve agon’un eros’tan daha esaslı olduğunu varsaydığını yazar. Felski, iktidar mücadelesinin bir parçası olan eleştirinin edebî eserin ruh hâlimizdeki etkisine kayıtsız kaldığını tespit eder. Bu çok önemli bir tespittir. Edebî eserin eleştirinin keskin kılıcı ile otonomisini, ruhumuzu besleme imkânını âdeta kaybettiğini ne kadar vurgulasak azdır. Ruh hâli kavramına önem veren yazar, ruh hâlinin dünya ile kurduğumuz ilişkinin vasfını tayin ettiğini, şeylerin insanlar için belirli şekillerde önem arz etmesine imkân sağladığını, düşünce ile duygu arasındaki boşluğu doldurduğunu ifade eder. Ruh hâllerine kayıtsız bir edebiyat eleştirisi, edebiyatın sadece teorik tartışmalara ve politik mücadeleye indirgenmesinin yolunu açmakla yetinir. Felski’nin duruşu bu noktada çok önemlidir ve bize kalırsa ruh hâlinin edebiyatla kurulan ilişkideki rolü esasen sevmek kadar inanmak eylemine de dayalıdır. O, edebiyat eleştirisinin toplumsal ve kurumsal şartlarını incelemek gibi meselelerden çok, ruh hâllerini gözeterek, eseri severek ve esere inanarak hassasiyet ve üslup ile ilgili detayların tespitini amaçlar.

 

Eleştirinin ele aldığı metinde yüzeyi kucaklaması, tabiattan tiksinme hâlini önemsemesi yani tabiilikten nefret edip naif romantik bakışı kesin dille reddetmesi Felski’ye göre eleştirinin eleştirel üsluba dönüştürülmesinde anahtar vasfındaki argümandır. Eleştiri işindeki bu gayrı tabiîlik, geleneği reddetme tutumu, metnin yüzeyine düşkünlük, kültür duvarını insanın ruh hâllerinin, sevme ve inanma ihtiyacının önüne dikmeye yol açar. Bu tutumun dolaysız sonucu ise, hiç şüphe yok ki,  gündelik dil ile eleştirinin ethos’u arasına korkunç bir engelin konması anlamına gelir. Kısacası, yazara göre romantiklik ve gelenek zıtlığı ile eleştiri kendi öz farkındalığının üstün gücünü ve kendisini gelenekten bütünüyle kurtarma pozisyonunu abartır. Felski, eleştirinin metni okumasını ne arkeolojik bir kazı ne de bir resim çizme olarak görür. Eleştirinin metni okumasını, ne dirençli bir zeminin altını kazma meselesine, ne de kontrollü bir şekilde metnin yüzeyindekilerin taslağını çizmeye indirger. Bu durumu, kendi pozisyonlarını değiştirmeyen aktörler arasında alışverişe dayalı bir ortak inşa süreci olarak tarif eder. Yazarın “ne… ne de” kalıbı ve ortaklaşa bir zeminde farklı görüşlerin beraberce eleştiri metnini inşa etmelerine değer vermesi onun akademik üslubunun esasını meydana getirir. Birden fazla görüşün yapıcı yönlerinin sentezini amaçlar; okuru, esasen sevgisizliğe ve inançsızlığa dayanan dogmaları içeren bir politik yaklaşımın tahakkümü altına almanın peşinde olmadığı için düşünceleri birbirlerine kırdırma niyeti de yoktur. Bu, onu takip eden okura nefes aldıran bir tutumdur.

 

Felski, şüphenin hermenötiği tarifini derinlemesine ele alır. Şüphenin hermenötiğinin bilgi edinmenin yanı sıra keyif almayı da vaat ettiğini tespit eder. Eleştiriciyi şüphenin yorumlanmasına dayalı bir okumaya çeken unsurları ise şöyle tespit eder: Eleştirici, metnin yüzeyinin altındaki belirleyici figürlerin verdiği entelektüel zevke, yaratıcı ve mantığa aykırı izahı ustaca işlemenin verdiği hazza ve birbirinden tamamen farklı şeyleri bir araya getirerek tatmin edici bir model teşkil etme dürtüsüne dayanarak yazar. Felski’ye göre, eleştirmenin şüpheci okuma tarzı sadece kuru bir analitik temrin değil, tam tersine önsezi ve muhayyilenin ilham verici bir karışmasıdır. Kısacası “öğrenilmiş bir şüphe” olan eleştiri zihin için heyecan vaadinde bulunan ve başarılı misallerde bu vaadi tutmayı başaran bir dil oyunudur. Yazar, eleştirideki şüpheci tutumu aynı zamanda duygulanmanın yorum bilgisi olarak değerlendirir. Eleştiri sadece entelektüel değil aynı anda duygu ile ilgili zevkler de sunan bir uğraştır. Özetlemek gerekirse, şüpheci okuma, iyi olduğu zaman nesnesiyle ilgili derin bir bilgiyi gerektiren bir yakın okuma olduğu kadar keyif anlarını ve duygusal zevki de içine alan bir faaliyettir. Bu bağlamda yazar iyi bir eleştirinin şu beş kriterinin aktüel eleştiri retoriğinde geçerli olduğunu tespit eder: 1- Eleştirinin her zaman elde mevcut bir başka şeyin, nesnenin, argümanın vb eleştirisi olmak anlamında ikincil olması. 2- Olumsuz olması. 3- Entelektüel olması. 4- Aşağıdan gelmesi. (Olumsuz hükümleri taşıma anlamında). 5- Rakiplerine müsamaha göstermemesi.

 

Denemenin sonunda “eleştiri seküler midir” sorusunu önemli bulan Felski’ye katılarak eleştirinin ve genel mânâda yazmanın inanç ile ilişkisi hakkında bir şeyler söylemeye çalışalım. Felski gibi, önemli birkaç eseri Türkçe’de de iyi ki yayımlanan Talal Asad’ın eleştirinin inanç ile ilişkisine dair tespitlerinin çok değerli olduğunu düşünüyoruz. Asad, Felski’nin kitabındaki notlarından takiple, seküler eleştiri faaliyetinin inançla ilgili bilgisizliğine, dindarlığı aşağılamasına ve hayalî olarak dinî tecrübenin içine dalmak hususundaki acziyetine atıfta bulunur ve seküler eleştirinin sömürgeci ve yıpratıcı boyutlarını ikna edici bir şekilde izah eder. Asad’a göre, seküler eleştiri, put-kırıcılık ve dine küfretmek gibi yeni hakikatlere zemin inşa etmeye çalışırken diğer göstergeler tarafından işgal edilen sahaları tahrip eder. Asad’a göre eleştiri, Batı’nın dogmatik bir inancını yani Batılı olmayan kültürler karşısında üstün olduğuna dair anlayışını destekleyen bir “doksa” hâline dönüşür. O, eleştirinin hâlihazırda Batılı entelektüeller için neredeyse otomatik bir bakış açısı olduğunu, bu tavrın başkalarının derinden hissettiği inançlar ve bağlılıklara karşı sertçe dışlayıcı olabilen kendini beğenmiş bir tutumu teşvik ettiğini söyler. Asad, bir insanın hakikati kavramanın yolu olarak sadece eleştiriyi ayrıcalıklı kılmak istemesinin şaşırtıcı olduğunu önemle vurgular. Bizce de İlâhî olandan ayrılması ve kutsallık fikrinden soyutlanması mümkün olmayan Hakikat kavramını anlama hususunda sevmek ve inanmak fiillerini dışlayan, sekülerliğe kapılanmış bir eleştiri faaliyeti en baştan kusurlu olmak gerektir.

 

Asad’ın Felski’nin önemsediği tespitlerini genişletmek başka bir yazının konusu olabilir. Asad, Sekülerliğin Biçimleri’nde modernliğin merkezinde sekülarizmin olduğunu belirler. Sekülarizmin aynı zamanda Batı (modern) sömürgeciliğinin de merkezinde yer aldığını ısrarla hatırlamak gerekir. Sekülarizm öğretisi dünyanın Batıcı tek tipleştirilmesinin ana fikrini, bir başka ifade ile tek tipleştirmenin teorik kaynağını teşkil eder. Sonuç olarak, edebiyat konusunda yazarken ve eleştiri metinlerini kaleme alırken, Türk toplumunun son yüzyılda “halk için halka rağmen” şiarıyla, otoriter Batılılaştırılmaya tabi tutulduğunu, Batıcı dogmaya yaslanan tek tipleştirici ve Müslümanlığın manevî değerlerini yok sayan kültürel modellerin topluma dayatıldığını göz önüne almak çok önemlidir. Sekülarizmin manevî değerlere ne gibi hasarlar verdiğini gösteren sosyal sonuçları tespit etmenin ve bu tespitler yönünde davranmanın, edebiyat-sanat dâhil toplumsal hayatın her sahasında zorunlu bir tutum olduğunu da unutmamak gerekli görünmektedir. 

 

Ali Galip Yener

 

Yitiksöz Sayı-17