İnsan, Sanat ve Hayat Bağlamında Sıradan Faniler

 

Batı dünyası, sanayi devrimi sonrası, kilisenin zorbalığından kurtulmak istiyordu. Bu amaçla her olgu ve olayda gözün gördüğü, salt aklın kabul ettiği kesinlikler aradı. Böyle bir düşünceyle pozitivizm ve rasyonalizm insanlığın yeni kilisesi hâline geldi. Kurtuluş için bilim, bilimsellik ortaya atılarak yeni bir zorbalık icat edildi. Bilimsel çalışmalara göre… diye söze başlayıp yeni fetvalar üretildi. Marx’ın, Adam Smith’in, Calvin’in, Luther’in… söyledikleri de bilimsel gerçeklikler denilerek insanlığa sunuldu, kabul ettirildi. Bilim doğruya bir işaret koymuşsa, yapılan bir eylem para getiriyor ve bir hazza hizmet ediyorsa, orada ahlakın ve metafiziğin bir yerinin olmadığı düşünüldü. Sonuçta modern insan Tanrı’yı yeryüzünden kovdu. Modernite ahlaka olan ilgi ve güveni dağıttı. Artık ahlak para etmez oldu. Ne var ki tarihin tozlu raflarının bilimsel denilen savlarla dolu olduğu gözden kaçırıldı.

 

Bilimsel çalışmalar, nesnel ölçümler yapabilir. Sözgelimi kömürün hangi elementlerden oluştuğunu laboratuvar ortamında ortaya koyabilir; eliyle tuttuğu, gözüyle gördüğü inceleme nesnesini metre ile ölçebilir, kilogram ile tartabilir. Bu tür tespitler ince bir duyarlığın değil, dikkatli bir ayrıştırmanın somut sonucudur. Zekâ da ölçülebilir belki. Ne var ki inceliği, ince bir ruhu, zarafeti, nezaketi, duyarlıkları, duyguları, aşkı, imanı, merhameti ölçmek ve değerlendirmek, açıklayabilmek pek de kolay değildir. Belki de bunun bir sancısı olarak, İngiliz edebiyat kuramcısı T. Eagleton bilimsel gerçeğin hakikatin tek göstergesi olduğunu düşünerek fazlaca yaygara kopardık diyerek hüzünlendi. Biz de kabul edelim ki bilimsellik gereğinden fazla abartıldı. 21. yüzyılın başlarında, bilimsellik iddialarıyla hırstan doğan kapitalizm, hasetten doğan sosyalizm iflas etti. Bilim, hakikatin yerini tutamadı, alamadı. İnsanlık yeni bir arayış içine girdi.

 

İnsanın ikinci boyutunu, duygusal yanını, inancını, nesnel olanın perde arkasını, eşyanın hakikatini görebilenler bilge kişiler ve gerçek sanatçılardır. Sanatın, bilgeliğin, imanın ortaya koyduğu gerçeklik, okunarak elde edilen bir bilgiden çok keşfedilen, yürekte hissedilen bir gerçekliktir. Bilgelik görünmeyeni, başkasının göremediğini içten görebilmektir. İnsanın sükût hâlinde keşfettiği gerçekliler, somut gerçekliklerden daha değerli gerçekliklerdir. İmam-ı Suyuti, Sükûtun Zarafeti’ni yazdı. Nazar, çıplak gözle görmektir; basiret ise içgörüdür, kalbin amelidir, içeriden hakikati kavramaktır. Batı dünyası sadece dış dünyadaki gerçekliği, hazzı gözledi, varoluşu doğru açıklayamadı, vahşileşti. Ardından da dünyayı sömürdü. Ne var ki bu gerçeklik üzerinde namusluca düşünen, Batı’yı içeriden eleştiren aydınlar da oldu.

 

A. Schopenhauer, Seçkinlik ve Sıradanlık Üzerine adlı kitabında Sıradan İnsan; J. Carey de Schopenhauer’den ödünç alarak, Sanat Neye Yarar? adlı kitabında Sıradan Fani kavramları üzerinde düşünüyorlar. A. Schopenhauer, kafalarını sadece bellerinin hizmetinde kullanan milyonlarca insan olduğunu söyledikten sonra, “hayır! Kafa, bunun için kullanılamayacak kadar değerlidir” diyor. Schopenhauer sıradan faniyi de ufku ya da odak noktası cinsel organı ile sınırlı olan ve kör bir şekilde çabalayıp duran insan olarak tanımlıyor. 

 

Sıradan Faninin bilgisi, olgucu ve gerekirci (pozitivist/determinist) bir bilgidir, zaman ve mekânla sınırlıdır, somuttur. Bu insan eşyayı, varlığı bedenden, hazdan, kendi çıkarından bağımsız olarak düşünemez. İçsel bir zenginliği, içsel bir bilgisi ve keşfi de yoktur onun. İhtiyaçlarının, arzu nesnelerinin, bedeninin kölesidir bu insan. Zaviye/inziva, köşeye çekilme, yalnızlık, yalnızlaşma, itikâf, çile, erbain, olgunlaşma… kavramları bu insana uygun düşen kavramlar değildir. Kısa süre de olsa yalnız kalamaz bu insan, köşeye çekilemez, yalnızlığa katlanamaz, somut görüntülerin, kitlesel akıntıların esiridir; hakikati, içsel olanı göremez, sezemez. Yine bu insanın varoluşunu, yaşamını sorgulayacak bir vakti de yoktur. Günü, günceli, herkesi, şimdiki zamanı yaşar sadece. Güncel olanı ilim ve hakikat zanneder. Özgün, keşif sonucu elde ettiği bir düşüncesi, ulaştığı bir bilgisi de yoktur bu Sıradan Faninin. Mutluluğu hazda, şanda, şöhrette, cinsellikte, çıkar ve yararda arar. Aklı bedenin, ruhu şehvetin, tenin, nefsin emrindedir.

 

Sıradan Fani kavramı ile ilgili benzer bir yaklaşım Platon’da da görülür. Phaidon adlı yapıtında Platon, bedenin, tensel arzuların hakikati kavramanın önünde büyük bir engel olduğunu dile getirir. Sokrates’in ağzından da ruhu arıtmak demenin, ne kadar mümkün olursa o kadar, onu tenden ayırmak, onu kendisiyle baş başa yaşamaya alıştırmak demek olduğunu söyler. Sıradan Fani, salt aklın, hazzın ve nefsinin esiri olan kişidir.

 

Sanatçının bir keşfin sonucu olan sezgisi ve bilgisi, bilgece bir bakış ancak insanı heyecanlandırabilir, kalbinden yakalayabilir, tenin/bedenin zorbalığından kurtarabilir. Tıp literatüründe Stendhal Sendromu/Floransa Sendromu denilen bir kavram, bir tür hastalık var. Bu sendrom, güzel ve güzellik karşısında insanın kendinden geçme hâli, bir tür sanat zehirlenmesidir. Güzel bir sanat eseri karşısında duyulan heyecana, kalp çarpıntısına Stendhal Sendromu deniliyor. Stendhal, Floransa’da Santa Croce bazilikasına gider. Binanın içindedir. Hayran hayran kiliseyi seyrederken kendinden geçer. Kendini hasta hissetmeye başlar. Bu güzelliğin içinde kaybolduğunu, güzelliği yakından gördüğünü, güzelliğe dokunduğunu dile getirir. Bu hâl, heyecanın zirve yaptığı noktadır. Stendhal bu ruhsal durumu şöyle betimler: “Santa Croce’dan dışarı çıkarken kalbim hızlı bir şekilde çarpıyordu. Bende hayat bitmişti. Yürürken yere yuvarlanıp gitmekten korktum”1 . Sanatsal ürün/içsel keşif, rasyonel aklın ürettiği sıradan bir ürün değildir. Sanat ürünü, insanı hayrette bırakan, kalpten doğan bir çalışmanın sonucudur. Deyiş yerindeyse akıl dışı, sıra dışı bir üründür. Denize bakan, denizdeki kırmızı bayrağı gören sıradan bir fani sadece mavi bir uzamı, kırmızı bir bayrağı, bir tehlikenin varlığını görür. Bilge insan ve sanatçı ise denizdeki ufuk ve sonsuzlukla birlikte Yaratıcı’nın büyüklüğünü, gücünü görür, içinde yaşar ve dile getirir.

 

İnsan estetik nesnenin saf şeklini, niteliğini başka bir deyişle Platon’un ideasını, hakkı, hakikati, nesnenin hakiki şeklini tenden ayrıldıktan, tenin, nefsin terbiyesinden sonra görebilecektir. Ne var ki bu müstesna başarı herkese nasip olmaz. Bu başarıya Sıradan Faniler ulaşamaz. Bu başarıya ulaşmak için özel yeteneklere sahip olmak ve emek gerekecektir.

 

Sanayi devrimi öncesinde bir kavram olarak sanatı, estetiği karşılayan bir kavram yoktur. Bunun yerine Zanaat kavramı daha çok kullanılan bir kavramdır ve birçok çeşidi vardır. Estetik terimi ilk olarak 1750’li yıllarda kullanılmıştır. Estetik, güzellik duygusuyla ilgili olan demektir. Etik ahlak üzerine, estetik de güzellik duygusu üzerine, sanat üzerine düşünce üreten bir çalışma alanıdır. Zanaatta öncelikli amaç yarardır. Zanaat, günlük işlerde, iyi ürünü, iyi hasadı garantiye almak, yapılan işi kolaylaştırmakla yakından ilgilidir. Başka bir deyişle, zanaat güncel yaşamdan ve yarardan ayrılmaz. Zanaat, daha çok pragmatiktir, ama içinde sanatsal ögeler de barındırabilir. Sanat ise günceli de açıklayabilir ama güncel kaygılardan bağımsızdır, güzeli, bilgeliği arar. Sanat sözcüğünün kökeninde yapmak eylemi vardır. Sâni', Allah’ın bir diğer ismidir ve yapan, yaratan; ortaya özgün bir ürün koyan demektir.

 

Bu bağlamda, modern yaşam özgün değildir, yapmacıktır, kopyadır. Android, insansı, insana benzeyen, ama insan olmayan, insan gibi iş gören anlamında kullanılan bir sözcüktür. Android, bir kopyalama, bir kopya olma durumudur. İnsanlık hep birörnektir, bir kopyadır. Bu da bir kimliksizliktir. Ortada bir insan yoktur, ama insana benzer, insanın yaptığı işi gören nesneler vardır. Sözgelimi telefon, insan gibi iş görür. Neler özgün? Otomobil, mobilyalar, giysiler, yediklerimiz, içtiklerimiz, mimari, müzik, edebiyat… Bunlar sorgulanabilecek alanlardır. Bu android/ insansı dünyanın önerdiklerini yaşayanlar, gösteriş için popüler kültürle sunulanı tüketenler, kendisinin değil başkasının kurduğu ve kurallarını belirlediği küresel köyün sakinleri ve tüketicileridir. Bu sanal dünyada, insan ancak tükettikçe mutlu olmaktadır.

 

Mal ve meta insanın meylettiği, eğilim gösterdiği, karşısında eğildiği, büküldüğü, bu dünyada yararlandığı, keyfini sürdüğü nesnelerdir. Çağdaş dünyada estetik üretim de mal ve meta üretimiyle bütünleşmiştir. Estetik de mal ve meta üretiminde kullanılan bir araca dönüşmüştür. Bunun en çarpıcı örneği reklamlardır. Bir gül, bir karanfil, bir kardelen bir çıkara hizmet ediyorsa, ancak o zaman hakkında konuşulmaya değer bir nesne hâline gelebiliyor. Çağımıza egemen olan kiplikler, istemek ve sahip olmak kiplikleridir. Bu iki kipliğin sonucu olan anamalcılık, ihtiyaçlar sınırsızdır sloganıyla eksiksiz, pürüzsüz, sadece üretim ve tüketimi hedefleyen vahşi bir dünya önerir. Böyle bir dünyayı da önemli ve önemsiz olanın, ahlak ve tutarlılığın, sıradan ve kalıcı olanın ayrımında olmayan sıradan faniler kurar. 22-25’li yaşlara kadar gençler yüzbinlerle ifade edilebilecek sayıda reklama maruz kalıyor. Gösteri/gösteriş kültürünün ürettiği bu reklamlar izleyiciye bir yaşam becerisi, kendisi olma, özgün bir ürün ortaya koyma yeteneği kazandırmıyor. Tersine, seslendiği kitleye nelerden yoksun olduklarını söylüyor, görkemli, gösterişli, pürüzsüz bir yaşam için elde etmeleri gereken nesneleri gösteriyor, öneriyor. Dahası izleyicilerini, bu nesnelere sahip olmaksızın mutlu olunamayacağına inandırıyor. Görüntülerle insanların duyguları veya mal varlıkları sömürülüyor. Bu reklamlarda en çok kullanılan da bedendir, pornografik görüntülerdir, cinselliktir, bedenin, tenin arzulardır.

 

Sanatın, ticaretin cinsel uyarılma fikrini kovması gerekir. Sanat bir ticaret metaı değildir. Tüccar alıp satan, para kazanan kişidir. Tüccarın neler alıp sattığını, neden alıp satıp kazanç elde ettiğini bilmesi gerekir. Sanatçı, bilge kişi de sıradan bir tüccar değildir, alıp satmaz. Sanatçı çok para kazanmak gibi bir amaçla bir ürün ortaya koymaz. Gerçek sanatçı popülist değildir, tezgâha gelmez, gösteriş yapmaz, şöhret peşinde koşmaz. Hakikati, eşyanın özgün hâlini arar, keşfeder, sunar. Sanatın, yazınsal ürünün amacı yine kendine dönüktür. Sanat ürünü, bireysel bir çabayla yapılan bir hakikat araştırmasıdır. Bu nedenle estetik bir ürünün değeri de rakamlarla belirlenemez.

 

Bilge kişiler, arif insanlar, sanatçılar, güzelliğin, estetiğin yaratıcıları Sıradan Fanilere benzemez, sıradan insanlar değildirler, özel insanlardır. Batı dünyasından Kant bu insanlara dahiler der. Ona göre sadece sanatçılarda bir deha vardır. Bilim insanları, Newton gibi, son derece zeki olsalar bile, dahi adını hak etmezler. Çünkü onlar sadece kuralları takip ederler. Sanatsal dehalar ise öğrenilemeyen ve açıklanamayan bir yolla güzel olanı, söylenemeyeni, yeniyi keşfederler ve insanlığa sunarlar. Bilim, kanıtlamanın, somut olanın, sanat/irfan ise güzel olanın, hakikatin peşindedir. Sanata, inanca yer açmak için yerine göre somut bilgiyi inkâr etmek gerekir. Başka bir deyişle bilimsel iman, bilimsel sanat, bilimsel aşk, bilimsel merhamet… olmaz. İman, sanat, aşk bilimle açıklanamaz. İnsan inanır, insan sever, nefret eder. İnsanın uğrunda ölebileceği soyut değerleri vardır. Sanat/sanatçı, inançla, içsel keşifle yakaladığı hakikati ispat etmeye de çalışmaz, ispat etmeye ihtiyaç duymaz. Çünkü gerçek somuttur, hakikat ve sanat ise soyuttur, özneldir. Yüzeye, yüzeysel olana takılıp kalmaz. Sanat bilimden daha derindir ve bilimin göremediği hakikatleri açığa çıkarır. Arif tanıyan; âlim ise bilen demektir. Tanımak, bilmekten daha derin anlamları olan bir eylemdir.

 

Gerçek sanatçı bedensel iştahların, şehvetin üstünde bir konumdan insanlığa seslenir. Bu nedenledir ki sanat eseri de herkesin bildiği, sıradan bir dille konuşmaz. Sanatın dili, dilbilgisini aşan bir üst dildir. Sanat eserinde Karacaahmet sadece bir mezarlık değildir, ağlar; Beyoğlu tepinir. Leyla ve Mecnun yeryüzüne bu dünyadan değil cennetten bakar. Sanatçının gözünde insandaki kalp sadece bir et parçası, insan da sadece seksen, doksan kilogramdan oluşan anatomik bir varlık değildir. Kalp, düşünür, üzülür, ağlar. Kalp, yürektir, yüreğin bir kavı vardır, tutuşur, yanar. H. G. Gadamer de İslam medeniyetinin irfan anlayışından bağımsız olarak salt sanatın niteliği ile ilgili şöyle der: “Sanat eserinin dünyası (…) aslında bütünüyle dönüşüm geçirmiş bir dünyadır. Bu dünya içinde herkes şeylerin nasıl tam da oldukları gibi olduklarını kavrar. (…) Sanat, gerçekliği, kendi hakikatine yükselten şey”dir.

 

Sanat, irfan penceresinden bakarak, eşyanın niteliğini görme, hakikati kavrama çabasıdır.

 

Estetik ve ahlak konularında insanın tarafsız olma olasılığı yoktur. Sözgelimi çocuk fuhşuna, zinaya, erkekle erkeğin evliliğine, köleliğe, Batılılar veya Doğulular gibi, başkaları gibi giyinmeye… izin verilip verilmeyeceği gibi konularda tarafsız olunamaz. Belli ahlaki yaptırımları olan dinin, bir inanç sisteminin izin verdiği/yasakladığı alanlarda nötr bir insan düşünülemez. Kabul eder veya karşı çıkar. İnsan etik, estetik, ahlaki, ideolojik seçimleriyle, toplam olarak söylersek bir uygarlık seçimiyle hayatı belli bir şekle sokar. Her uygarlık kendi içeriğiyle bir biçim, bir yaşam, bir düzen önerir. Bu yaşam da yaşanılır veya çekilmez bir ortam üretebilir.

 

Şunun da görülmesi gerekir: Tanrı’ya olan inanç yaşamın dışına konulursa, ahlaki sorular/sorunlar gibi estetik sorular/sorunlar da bitimsiz bir tartışmanın konusu hâline gelecektir. Sorun çözebilmek için, bir olayın sonuçlarından önce nedenlerini görmeye çalışmak, parçadan değil bütünden hareket etmek, bütünü görmek daha kalıcı bir çare olsa gerektir. Sıradan Fani, kendine sunulan dünya ve bu dünyanın olanaklarıyla düşünen insandır. Bu insan yüzeysel olanla ilgilenir, tikel olandan hareket eder, parçadan hareketle söz üretir, tümel olanı görmez. Bu insan aşkın olanı, olması gerekeni gözleyen, özleyen, arayan bir insan değildir. Bu insanlar sıradandırlar. Bunlardan yaşanılan sorunlara bir çözüm üretmeleri de beklenemez.

 

Batı uygarlığının penceresinden bakıldığında dünya bir haz mekânıdır sadece. İslam uygarlığı ise dünyayı bir oyun ve eğlence uzamı olarak görür. İçinde yaşanılan dünya hakikat değildir, mecazdır, eğretidir, bir parçadır, fanidir, geçicidir. Notalar kıymetlidir. Ne var ki notalar, bütün içinde bir besteye dönüşürse o zaman bir anlam kazanır. J. P. Sartre bütün sanat dallarının bir sorumluluğu olduğunu düşünür. Sartre’a göre sanat başıboş bir köpek gibi davranamaz. Ona göre bütün sanat dallarının yüce bir düşünceye bağlı, bağımlı olması, topluma angaje olması gerekir. Sartre için sanat, var olduğunun bilincine varmak, Marksist bir ideolojiyi doğrulamaktır. İslam sanatında ise bu bağlılık ve bağımlılık Allah’a, O’nun elçisine olan bağlılık ve bağımlılıktır.

 

Bedensel hastalıkları bir dereceye kadar tedavi etmek mümkündür. Ama akılla, akıl yürütmekle, düşünme yöntemi ile ilgili hastalıkları tedavi etmek çok daha zordur. Fiziksel bir hastalığın nedeni üzerinde konuşulabilir. Akıl hastalıklarında ise bir ölçüt, bir kural yoktur. Aklı kullanmak için kullanılması gereken araç, yine insanın kendi aklıdır. Ne var ki salt bu akla da güvenilmez. Bu akıl insana kendi çıkarı çerçevesinde düşünmeyi de önerebilir. Düşünme biçimi yanlışsa doğru bir noktaya ulaşmak neredeyse imkânsızdır.

 

Batı uygarlığı insana kendini sevmesini önerir, öğretir. F. Bacon, Denemeler adlı kitabında, Öç Üstüne adlı denemesinde, bir insan kendini başkasından daha çok seviyor diye ona kızmamak gerekir diyor. Çünkü onun önerdiği insanda ben demek, çıkarını bilmek esastır. İslam uygarlığında ise kendin için istediğini kardeşin için de istemedikçe hakiki mümin olamazsın ilkesi genel ve temel bir kuraldır. Sadece kendini seven bencil insan sıradanlaşır, başkasını, aşkın/yüce olanı göremez.

 

Her uygarlık kendi dinamiklerinden hareketle düşünce üretir. Uygarlık bir bütündür. Pantolonla şark minderinde oturulmaz. Bir başkasına haksızlık yaparak onun elinden bir nesneyi alırsanız onun sizden nefret etmesine şaşıramazsınız. Flaubert’i Flaubert, Sartre’ı Sartre, Bacon’ı Bacon, Nabi’yi Nabi… yapan bu uygarlıkların kendi iç dinamikleridir. Her uygarlık kendi insanını üretir. Güzel insan Sezai Karakoç’un deyişiyle söylersek, güzel ipeği yetiştiren dutluklar gerekir. Bu dut ağaçları yok edilirse pazar yeri sentetik, yapma ipeklerle dolacaktır.

 

Sınırlı Fanilerin ne kendine katabileceği ne de insanlığa kazandırabileceği bir artı değer vardır. Sıradan Faninin kendine ve insanlığa sunacağı kalıcı bir mirası yoktur. O bir köstebek körlüğü ile dolaşır. Bedenine bağlıdır, bedeni onu nereye götürürse oraya gider. Bu peçeli, pençeli varlık meşru veya değil, emellerine kavuşmak için toprağı yarar, yırtar, tırmalar, yararsız kazılar yapar, yeryüzünü oyar, tarlayı kırıma uğratır, kök bırakmaz zeminde, doğaya zarar verir, geçer gider. Gogol’ün Ölü Canlar’ındaki Çiçikov da sıradan bir fanidir, sadece kendini düşünür, onun için sadece bu dünya vardır. Hedefinde ölü canları satarak elde etmeye çalıştığı bir servet, sadece haz almaya çalıştığı bir yaşam vardır.

 

Karşılaştırmalar yapabilmek, alternatif kişileri ve düşünceleri görebilmek hakikati kavramanın ilk basamağıdır. Karşılaştırma yapabilmek için de karşılaştırılacak olan nesneleri, kavramları, uygarlıkların düşünsel temellerini tanımak ve bir tercih yapmak gerekir. Düşünme yeteneği olan, öleceğini bilen tek varlık insandır. İnsanın ilk çıkış noktası emelini hakkın katında şeref kazanmaya bağlamak olmalıdır. İlim, irfan, sanat insanda kalandır. Yoldan çıkmamak, şarampole düşmemek için düşünce dünyamızın da tipi kazıkları, ilkeleri olmalıdır.

 

Bizde kalan, bizden kalacak olan nedir?

 

Hilmi Uçan

 

Yitiksöz Sayı - 15