İnsan Nedir Şimdi Bildim

 

“Kendisinde buldu bulan Bulmadı taşrada kalan Canların kalbinde olan İnanç nedir şimdi bildim”

Muhyiddin Abdal

 

Bir canlının, bir nesnenin, bir yaratılmışın doğumundan başlayıp ölümüne kadar geçirdiği süreye ömür diyoruz. Ömrün kısıtlı, inişli çıkışlı, baştan sona tecrübe edilerek doldurulduğunu ölümle burun buruna gelince fark edenlerden değilim. Kendimi bildim bileli vaktin paha biçilemez değerde olduğunu sayıklar dururum. Vaktimi değerli kılacak, her ânımı bana bir şeyler katacak eylemlere ayırmaya özen gösterir; dünya hayatının, yaşamak sanatında tutunacak bir dal arayan serçelerin kanat seslerinden farksız olduğunu düşünürüm. Çünkü serçenin kanatlarını açıp kapadığı o küçücük ân gibi bir anda gelip geçiyormuş hissi veriyor ömür. Şairin “ortasındayız ömrün” diye tarif ettiği yaştayım. Fakat bazı yılları takvim yılı olarak değerlendirmemek lazım. Zira insanın yaşadığı ânın yoğunluğu günlere bölünürse bir takvim yılının aslında birden çok ömür yılına tekabül ettiğini de fark ederiz. Tıpkı 6 Şubat’ta Kahramanmaraş’ta derin bir uykuya dalmışken yer kürenin beni yataktan atarak yerden yere vurmasıyla başlayan o feci gecenin sabaha kavuşması gibi.

 

Yer kürenin yumrukları evimizi sağlı sollu döverken tutunmakta zorluk çektiğim kanepenin de benimle birlikte sürüklendiğini gördüğümde artık büyük depremin memleketimizi yerle bir edecek olduğunun ayırdına varmam fazla zamanımı almadı. Eşim ve oğlumun çığlıkları, bir anda derin sersemlikten uyanarak yanlarına gitmem gerektiğini haykırdı. Düşe kalka salondan yatak odasına attım kendimi, tabii henüz depremin asıl yıkıcılığı başlamamıştı, sanki “önce biraz korkutayım sonra nasıl olsa başlarına yıkarım bu evi” der gibi korkunç seslerle tüm binayı var gücüyle sallıyordu. Beton çatırtılarını insan çığlıkları bastırıyordu. Eşim ve oğlumun üstüne kapanarak sakin kalmayı telkin etsem de depremin bilinirliğinden uzun sürmesiyle ben de ölüm korkusunu iliklerime kadar yaşamaya başladım. Benim bildiğim büyük depremler bir dakika sürmüyordu. Gölcük’te, Van’da, Elazığ’da yaşanan depremler akıllara böyle kazınmıştı. Daha önceki deprem felaketlerinde de bu süre pek aşılmamıştı. Ben de içimden hem dua ediyor hem de sayıyordum. Ben saydıkça sallantı da şiddetleniyordu, en son altmış iki, altmış üç dedim ve büyük bir çaresizlikle kelime-i şehadet getirerek varlığımızın asıl sahibine kendimi, eşimi ve oğlumu emanet ettim. O ân, ölmek için henüz çok erken olduğunu, aslında insanın hiç ölmek istemediğini de idrak ettim. Yaşamak güzeldi. Yaşama arzusu, ölümle el ele vererek ömrün haybeye geçirilemeyecek kadar değerli bir hazine olduğunu bir çivi gibi çakıyordu beynime. Nitekim içimdeki korkunun yükselişini yerinden fırlamak üzere olan kalbimin vuruşları perçinliyordu. Bu esnada sallantının şiddeti azaldı, azaldı ve çok şükür evimiz yıkılmadı.

 

Karanlıkta ne olup bittiğini anlayamadan kendimizi evden dışarı atmanın telaşı sardı. Eşimin ayak bileği kırıldığı için yakın zamanda ameliyat edilmişti, koltuk değnekleri olmadan bırakın yürümeyi yerinden kalkamazdı. Üstüne üstlük hamileydi de. Hemen kapıya koştum. Kapı biraz zorlamayla açıldı. Merdivenleri ayaklarımla kontrol ettim, şükür o da yerindeydi. Alt komşumuza oğlumu alması için seslendim. Oğlum en azından bir ân önce bu karanlık boşluktan kurtulsun, gerisine Allah kerim dedim. Eşime omuz vererek üç kat aşağı indik. Üstümüzün başımızın hava muhalefetine uygun olmadığını da yağan karın rüzgârla güçlenerek bizi sarmasıyla anladık. Aynı zamanda ne kadar şanslı olduğumuzu, henüz vademizin dolmadığını da. Çünkü çevremizde bulunan birçok ev ve iş yeri yerle bir olmuştu. İnsanlar korkuyla şaşkınlık arası bir ifadeyle birbirine sarılıyordu. Yıkılan evlerden çığlıklar yükseliyordu. Enkazın başında komşularımızı kurtaracak girişimlerin yararsız ve yetersiz kalmasının çaresizliğini yaşıyorduk. Bir yandan da telefonlara sarılıp yakınlarımıza ulaşmaya çalışıyorduk.

 

Uzun zaman yakınlarımıza ulaşmaya çalıştıktan sonra hava aydınlandı. Güvenli bölgelere ulaşmaya çalışırken koca şehrin yerle bir olduğuna da şahitlik ediyor; mümkün olduğunca dağ eteklerine, geniş ve yıkımın az olduğu yerlere doğru yol alıyorduk. Öğle saatlerinde bir büyük deprem daha olunca kaçacak yerimizin kalmadığı inancı sardı içimi. Zira bu kıyamet değilse bile bir nevi provasıydı. İnsanlar o günü soğuktan korunacak güvenli bir yer arayarak geçirdiler. Biz de bir bağ evine sığındık. En azından birkaç gün burada kalabilirsek depremin ilk şokunu atlatıp daha sağlıklı hareket edebileceğimizi düşündüm. Tabii bu kez de açlık ve susuzluk gibi farklı sıkıntılar ortaya çıktı. Elektrik kesik, telefonlar kapsama alanı dışındaydı. İki gün sonra telefonuma çağrılar düşmeye başladı. Arayıp ulaşamayanlar, mesaj bırakanlar… Bize ulaştıkları için mutluluk gözyaşları döken de vardı, sevinçten konuşamayan da. Biz yalnızca yıkımın Kahramanmaraş’ta olduğunu düşünüyorduk, oysa on bir ilde yıkımlar olmuş. Kimsenin tahmin etmediği denli büyük bir yıkımla karşı karşıya kalmışız. Bu durum acımızı daha da katladı. Hem kendimize hem de hiç tanımadığımız insanlara üzülerek dualar eşliğinde gelecek yardımları bekledik.

 

Depremin dördüncü günü şehrin doğusunda ekmek dağıtıldığını öğrendim. Yedi, sekiz kilometre yürüdükten sonra Düzce plakalı, beyaz bir kamyonetten ekmek dağıtıldığını gördüm. Hem mahcup hem de mecbur hissederek kamyonete yanaştım. Ekmek sırasına girdim. Kamyonetten ekmekleri uzatan adama minnetle bakıp depremden sonra yiyeceğimiz ilk ekmeğin bu olduğunu söyleyerek teşekkür ettim. “Sizi en iyi ben anlarım, ben de 99 depreminde enkazda kaldım. Fırınım yıkıldı. Sonra yeniden başladık. Hayata yeniden tutunduk. Deprem haberini alır almaz var gücümle ekmek yapıp kamyoneti doldurdum. İnanır mısın eşimle vedalaşamadan yola çıktım. Şimdi buradayım, yanınızdayım.” dedi.

 

Gözyaşlarım benden bağımsız hareket ederek gözlerimin pınarı kuruyana kadar aktılar. Kendime ne kadar hâkim olmaya, sakin kalmaya çalışsam da başaramadım. O ekmekten o gün bir lokma dahi alamadım. Hiç tanımadığımız insanlar Bitlis’ten, Kocaeli’nden, Karaman’dan, Konya’dan bulabildikleri ne varsa araçlarına doldurup gelmişler.

 

Bu can pazarında görevli ekipler iş makineleri ve insan gücüyle enkazdan insanları kurtarmaya çalışırken sivil gönüllüler de depremzedelerin günlük ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu. Çeşitli bölgelerde kazanlar kaynıyor, sıcak yemekler ikram ediliyordu. Bir yandan sevdiklerimizin acı haberini alıyor, bir yandan da yaşama tutunmaya çalışıyorduk. Hava şartları çok zorluyordu. Enkazın altında kalanları bir de soğuk vuruyordu. Ekipler zamana karşı yarışıyor, bütün Türkiye dualarla onlara destek oluyordu. Bizim içinse tehlike çanları çalmaya başlamış, eşimin erken doğum riski artmıştı. Zira sancıları sıklaşmıştı ve ne yapacağımızı şaşırmıştık. Ankara’da yaşayan bir arkadaşımı durumdan haberdar ettim. Israrla Ankara’ya gelmemizi, doğumun orada olması gerektiğini anlatıyordu. Hızlıca karar verip Ankara’ya gitmek için gönüllü ekiplerden ulaşım desteği istedik. Birkaç saat içinde onlarca yabancı numaradan gelen çağrılarla uygun bir araç bulup yola koyulduk. Araçta öğretmen olduklarını ve Ankara’dan Kahramanmaraş’a gönüllü olarak geldiklerini öğrendiğim iki güzel insan vardı. Topladıkları yardım malzemelerini günübirlik şehrimize bırakıp memleketlerine dönerken bizden haberdar olup özellikle yollarını uzatarak bizi Ankara’ya götürmek istemişlerdi. Sağ olsunlar, istediğimiz yere kadar bıraktılar. Ankara’da da benzer bir seferberlik vardı. Arkadaşımızın ailesi evi bizim için hazırlayıp anahtarı bize teslim ederek evden ayrılmışlardı. Artık gelişmeleri televizyondan takip ediyorduk.

 

Depremin onuncu gününde mucize kurtuluş haberleri sevinç gözyaşlarına boğulmamıza neden oluyordu. Ülkemizin dört bir yanından gönüllü olarak arama kurtarma çalışmalarına katılan vatandaşlarımızın yanı sıra çoluğunu çocuğunu geride bırakarak Azerbaycan’dan, Almanya’dan, Fransa’dan yardım getiren soydaşlarımız içimde uzundur suskun duran inancı alevlendirmiş, işte biz böyle aziz bir milletiz, işte Çanakkale’de aynı siperde şehit düşen ve bu toprakları bizlere vatan yapan nice şehidimizin yaptığı gibi yine fedakârlık yapan bir millet var, diyerek deprem bölgesine dönme arzumu en üst seviyeye çıkaran bir dayanışma örneği gördüm. Eşimi ve oğlumu Ankara’da bırakarak Kahramanmaraş’a, henüz yardımın yeterince ulaşmadığını düşündüğüm bölgelere yardım etmek üzere yola koyuldum.

 

Yardım ekiplerine birkaç gün köy yollarında yardım ettim. Birkaç gün de merkezde gıda kolisi ve su dağıttım. Dinlenmeyi hak etmek için daha çok insana yardım ulaştırmalı, daha çok insanın yanında olmalıydım. Zira depremin yaralarını sarmak için elini değil tüm benliğini taşın altına koyan bu ülkenin evlatlarının gösterdiği dayanışma tarihe adını yazdırırken onlara şükranlarımı ancak böyle gösterebilirdim. Yıkıldık dediğimiz yerde ayağa kaldıran, korkunun yerini umuda bıraktıran, bize evlerini, gönüllerini açan bu milleti görünce asrın felaketinin dayanışmanın tarihine döndüğüne tanıklık ettim. İnsan insan derler idi / insan nedir şimdi bildim / can can deyu söylerlerdi / ben can nedir şimdi bildim.

 

Yaşar Ercan

 

Yitiksöz Sayı-24