Kıssadan Şiire Yolculuk

 

Efsus’a Yolculuk, Yücel Kayıran’ın “ne zaman yıkıldı doğrularıma inancım / ve yönüm kendi yoluma çevrildi” dizeleriyle başlar. Yüz on beş sayfayı bulan bu uzun şiir, bir iç çatışmayı, bir yüzleşmeyi ve hesaplaşmayı içermesi yanında, bugünden geçmişe, Kral Dakyanus’un yaşadığı Roma dönemine uzanan geniş bir zaman dilimindeki olay ve olguların da sorgulandığı epik bir destan niteliğindedir.

 

Şair, Efsus’a yani Afşin’de bulunan Yedi Uyurlar diye de bilinen Ashâb-ı Kehf Mağarası’na bir yolculuğa çıkar. Fizikî başlayan bu yolculuk, düşsel bir yolculuğa dönüşür ve Ashâb-ı Kehf ’in yaşadığı zamana uzanır. Kur’an-ı Kerim’in on sekizinci suresine Ashâb-ı Kehf kıssasından dolayı “Kehf ” suresi adı verilmiştir. Surenin 9 – 26. ayetlerinde geçen kıssaya göre, Allah’ın varlığına, birliğine inanan birkaç genç, putperestliğe karşı çıkarak inançlarını dile getirirler. İçinde yaşadıkları putperest toplum tarafından taşlanarak öldürülecekleri korkusuyla bir mağaraya sığınırlar. Yanlarındaki köpekleriyle birlikte derin bir uykuya dalarlar ve 309 yıl sonra Allah tarafından uyandırılırlar.

 

Başlı başına mucizevî bir kıssadan ibaret olan Ashâb-ı Kehf olayı Kur’an-ı Kerim’in dışında başka kaynaklarda da geçmektedir. Yahudilikte, Hıristiyanlıkta hatta Hint kutsal kitaplarında da yer almaktadır. Kur’an-ı Kerim’de mağaranın yeri bildirilmezken, söz konusu kaynaklarda kıssanın geçtiği yerler olarak İspanya, Cezayir, Mısır, Ürdün, Suriye, Afganistan, Doğu Türkistan, Anadolu’da Efes, Tarsus ve Afşin’den söz edilmektedir. Bu kadar geniş bir coğrafyada bilinen ve mağarası bulunan bu kıssanın bizim için geçerli olanı, muteber olanı Kur’an-ı Kerim’de anlatılanıdır. Yücel Kayıran’ın Efsus’a yolculuğu iki yönde seyreder. Birincisi içe yolculuk, ikincisi dışa yolculuk. İçe yolculuk, şairin inandıklarıyla yüzleşme, hesaplaşma ve doğrularını, yanlışlarını sorgulama süreçlerini içerir. İçe yolculuk “ne zaman yıkıldı doğrularıma inancım” sorusuna yanıt aramanın bir serüvenidir. Bu yanıtı bulmak için içi keşfetmek, onu tanımak gerekir. Dolaysıyla, içi keşfetmenin yolu onun dilini bilmekten geçer. İçinin karanlığını aydınlatacak o dildir ancak: “dili henüz keşfedilmemiş bir metin / onu bulmak için indim, kendi içime / ancak böyle dile geldim fakat / değil idi bende dile gelen kendime ait bir suret” (s. 8)

 

Şairin içe yolculuğunun duraklarında ananesi, annesi, babası, dayısı, halası, teyzesi, amcası, berber Mehmet abisi vardır. Bu kişiler, dışa yolculukta da yer alır. Dolaysıyla, içe yolculuk belirsizlikler içeren bir yolculuktur. Birtakım felsefi kavramların metne kattığı anlam zenginliği de bu belirsizliği gidermeye yetmez. Sözgelimi, “doğruların” ne olduğuna dair bilgiye sahip değiliz. Gerçi, ananeye, anneye, babaya, dayıya, teyzeye, halaya, berber Mehmet’e dair anlatılarda bazı ipuçlarına rastlamak mümkün görünse de şairin kast ettiği “doğrularının” bunlar olduğu noktasında yine de belirsizlikler söz konusudur. Şiirde kıssaya en yakın bir kişi olan anne, Kur’an’la iç içedir hep:

 

“annem de bilmezdi Latin alfabesini / “okuma yazması yok!” kabul edilirdi bu nedenle / ama eski yazıyı babasından öğrenmiş / her sene hatim indirdi üç ayları boyunca / seher vakti, annemin sesiyle uyandım her sene üç ayları boyunca / annemin Kur’an okurken, Kur’an’ı okuyuş tarzındaki hüzünlü sesiyle… / (…) Allah’ın gözyaşları iniyordu Kur’an okurken annemin gözlerinden / böyle doluyordu içime dolmakta olan annemin sesi değildi sanki Kur’an / annem kendi sesinden bir devamlılık kuruyordu bende / böyle geçti Kur’an’daki hüzün annemin sesinden benim sesime” (s. 76 -77)

 

Şairin inandığı doğrular ananenin geçtiği metinde daha bir belirginleşir: “toprağa inanırdım eskiden.. rüzgâra inanırdım / güzel yüze, kendinden emin sese / nefesin taşıdığı duaya / geceleri gelen meleğin / sırtımı sıvazlayan eline inanırdım / ananem anlatır ben inanırdım / ve biri var takip ederdi beni gölgemin içinden / koruyucu melek beni takip ediyor, derdim / sonra bir gün fark ettim / fark ettim ve ağladım, evet, ağladım, / günlerce her gece ağladım / ışıkları söndürüp gizlice ağladım / yetişkin dini değil bu / yetişkin dini değil bu / insanı çocuklukta bırakan bir din” (s.36)

 

İçe yolculuk sorgulamalarla sürdürülür. Bu sorgulamalarda karşımıza ilk çıkanlar meleklerdir. Sözgelimi Mikail, sorgulamanın birinci öznesidir. Bu sorgulamaların itikadî açıdan birtakım yanlışlıklar içerdiğini de belirtmek gerekir. Kur’an-ı Kerim’de adı geçen (Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail) dört meleğin görevleri vardır: Cebrail, peygamberlere vahiy getirmekle, Mikail, insan da dâhil olmak üzere canlıların rızıklarının dağıtılmakla ve doğa olaylarını idare etmekle, İsrafil, kıyamet günü sûra üflemekle, Azrail, canlıların canını almakla görevli meleklerdir. Dolaysıyla, bu melekler, Allah’ın kendilerine yüklediği görevleri yerine getirmekle yükümlüdürler. Kendi başlarına bir şey yapmazlar. Ancak, kendilerine verilen görevleri yerine getirirler. “bütün şer senden geliyordu Mikail / haset senden geliyordu, hasis senden / nefret ve bastırılmış hınç senden..” (…) “adaletinden kuşkumuz var Mikail! / rızkımıza uyguladığın vergiden alacağımız / gözlerimin içine bak! Mikail! / gözlerimin içinde, devrimle devrilmesi gereken solgun yüz / gözlerimin içine bak / orada, en dipte / iyi bak! / her kardeşte farklı bir medar-ı maişet motoru” (s. 17-18) Mikail’i Dakyanus’un adamı gibi göstermek itikadî bir sapmaya yol açmaz mı? Evet, devrim gereklidir. Çünkü “kelimeler belki aynı fakat söylem farklı”

 

Efsus’a yapılan bu çift yönlü yolculuk biteviye bir çizgide sürmez. İç ve dış kimi yerde iç içe geçen bir hâl alır; yüzleşme sürerken birden o yüzleşmeyi gerekli kılan, hazırlayan dış ortamlardaki oluşumlar ve bu oluşumların sebep-sonuçları irdelenir, yüzleşme birden sorgulamaya dönüşür: “sadece karanlığa inandım / suyun içine göğün dibine / yerin altına.. sessizliğe inandım / kendi kendime hitap eden bir iç-suret / vücut buluyordu bende / şehrin meydanında kara mermer / eski bir rüyadan hatıra / orak, çekiç ve kızıl yıldız / bir neşe vardı / geçmişte kalan geleceğin gecesinde / bulandı aklım sanki bir nikel / bende bıraktığın boşlukta / hatırlamak daim yanıbaşımda / arzu değiştiremedi beni / vazgeçmiş olmaktan olma iç-kanama / korku her zaman yurt buldu nefesimde / anlam cümlede sanırsınız, değil / metin, yontulmuş blok / kalem kurumuş mürekkep / bir gelecek kalmadı gözlerimde / rastlantıya inanmadım hiç / tan sökerken bozulur sanırdım / ilerledi içinde aydınlığın / geriden gelen gece” (s. 72-73)

 

Bir kıssayı, bir efsaneyi ya da yaşanmış bir olayı temel alan şiirlerde şöyle bir tehlike ile karşı karşıya kalabilir şair. Şiir birden nesir diline kayar ve bir olay, bir olgu aktaran bir anlatıya dönüşebilir. Efsus’a Yolculuk da bu tehlikeyi ne yazık ki içinde barındırıyor. Çağrışımı son derece geniş, çarpıcı, etkileyici, belleğe şimşek gibi düşen güçlü dizelerin yer aldığı metin birden bir anlatıya geçince, o güçlü dizelerin de etkisi azalıyor. Okur, bir hikâyeden ya da bir romandan bölüm okuyormuşçasına şiirden kopuyor.

 

O güçlü dizelerin, imge yüklü dizelerin bilinçsel geriliminin yerini, merakı kamçılayan sonra ne olmuş sorusu yer alıyor. Şu örnekte olduğu gibi: “Selçuklu solcusu derdi kendine Enver abi / geçici hükümetin başkanı.. teslim olmamış / belediye binası ele geçirildiğinde.. / ölü bedeni öyle merdivenlerde.. ve arkadaşları / sahipsizmiş de, köpeklere terk edilmiş gibi.. / önce hayatta kal, sonra yazarsın yazacağını, / demişti bir keresinde bana, eyleme gönül verme / devrimci olmak yalnız eylemle gelmez vücuda / meseleni büyüt, teorini boş sözle harcama / ama şiirini kendi hikâyen üzerine kur daima../ Mahir de Selçukluydu, Deniz de, Hüseyin de / öldürdüler, bırakmadılar hayatta.. her birimiz bir Alp Arslan.. / Selahaddin Eyyubi idi İbrahim, Kudüs’ün önünde / köylü şapkası.. saçlarımız uzun.. ahlak, nur yüzümüzde / Romalıların yanlış ricatından doğmuştuk her birimiz / emsalsizdi boğazda denize dökülmeleri.. çaresizdi Filo 6.. / Şeyh Edebali gibi otururdu kuz bahçedeki evinin önünde / bir keresinde mercimekli bulgur pilavı yemiştim / reyhan da vardı salatanın içinde.. açık ekmek.. ve ayran / aklım yeni eriyor gibiydi ve kalmıştı gelecek istikbalde / kendimi yetiştireceğim ırağa firar etmem gerekiyordu / kimsenin beni fark edemeyeceği bir tenhalığa / Selçuklu yolcusu derdi kendine, iç Anadolu solcusu / hatırası kalbimde, daima.. Enver abi inanmış adamdı..” (s.63) Yücel Kayıran, Kral Dakyanus’ların her çağda var olacaklarından hareketle, çağımızdaki baskıcı, zalim sistemlerle ve bu sistemlerin yöneticileri ile Kral Dakyanus arasında özdeşlik kurar: “üç Dakyanus arasında yaşadım / üç zakkum / köklere iner acı su: / ‘peşin satan esnaf figürü’ / ‘taş gibi oğlan’ / ‘içi boş teneke’ / denildi onlar için” (s.106-107) Efsus’a Yolculuk, şairin serbest çağrışım yöntemiyle, mekân ve zaman atlama değişimleriyle inşa ettiği bir “yüzleşmenin”, bir “çatışmanın” ve “hesaplaşmanın” şiiridir.

 

Arif Ay

 

Yitiksöz Sayı - 11