Mehmed Âkif’in Romanını Yazmak...

 

Türkiye’de son yıllarda çok sayıda roman yayımlanıyor; binlerce desek yeri var. Tabiî bunun küçümsenemeyecek bir nisbetini tarihî romanların teşkil ettiği tahmin edilebilir.

 

Bir taraftan tarihî romanlar, diğer taraftan tarih olmuş romanlardan uyarlanmış filmler veya diziler. Daha da fazlası: Tarih dizileri...

 

Tarihe mi çok meraklıyız, sözümüzü tarih üzerinden söylemeye mi?

 

Sadece tarihî roman değil, tarihî romanlardan yapılan filmler ve diziler ve tarih dizileri... Elbette bunlar hep vardı, fakat bu nisbette değil. Tarihin ne şekilde olursa olsun bu ölçüde aktüelleşmesi elbette üzerinde durulması gereken bir husus.

 

Sinema tarihimizin en yüksek hasılat yapan filmi Fatih’le ilgili. Televizyon tarihimizin içte ve dışta en çok ilgi gören dizilerinden biri Kanunî’yi konu alıyor.

 

Fetih ve Fatih nasıl anlatılıyor, Kanunî Süleyman ve devri nasıl tasvir ediliyor bunlar ayrı konular.

 

Tarihî roman, taşı ve kâğıdı bulunulan zamanda konuşturma sanatı aslında. Tarih ilmi ile tarihî roman arasındaki sınırı muhayyilenin hürriyeti çiziyor. Tarihçinin taşa, kâğıda -her türlü vesikaya- tanıdığı hakları gerçek tarihî roman inkâr etmiyor hiçbir zaman. Fakat onları yeniden yazma hakkından da vazgeçmiyor.

 

Tarih ne kadar hakikat? Tarihî romanın gerçekle ilişkisi ne ölçüde? İlim adamının bütün gayretlerine rağmen ulaşamadığı gerçeğe sanatçı sezgisi varmış olabilir mi? İşin içinden çıkmak gerçekten müşkil.

 

Bazı sanatkârlar tarihi tarihçilerden daha sahici hâle getirebilirler. İlle de “daha doğru anlatırlar” demiyorum elbette.

 

Tarık Buğra Küçük Ağa romanında Millî Mücadele’yi bütün inkılâp ve Cumhuriyet tarihi kitaplarından daha fazla ruhuna nüfuz ederek anlattı. 1930’ların Türkiye’sini Kemal Tahir’in Yol Ayrımı romanında bütün sahiciliği ile bulabiliriz.

 

Tarihin konusu olan bir şahsa bir edebiyatçı eserinin kahramanı olarak herkesçe kabul edilen bir kişilik kazandırabilir. Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e öğütlerini, vasiyetini hiçbir tarihte Osmancık’daki kadar sahici ve etkileyici bulamayabiliriz. Nitekim, bu kitapta yer alan bir edebî metin, bugün Osman Gazi’ye ve hatta Edebali’ye ait tarihî mekânlarda bile tarihten bir levha olarak asılmaktadır.

 

Volter şöyle söylemiş: “Tarih gerçekmiş gibi tasvir edilen hikâyelerden, fabl/hikâye ise muhayyile mahsulü imiş gibi anlatılan gerçeklerden ibarettir.” “Fabl”ın Kamus-ı Fransavî’de “hikâye, mesel, kıssa” olarak karşılandığını burada belirtelim. Zaman içinde cereyan eden ve teşekkül eden bir oluşu inceleme, anlatma; tarihin yaptığı bu. Tarih bir zaman ilmi. Zaman ilimlerinde ölçme değil, sezgi önemli denilebilir. Çünkü bütünüyle ölçülebilir, sayılabilir bir sahadan söz etmiyoruz.

 

Tarih tam mânasıyla bizim tecrübe alanımızda olamaz. Geçmişi bırakın, bugünün olaylarını bile tamamıyla görmemiz, müşahede etmemiz âdeta imkânsız. Bütün hadiseleri, olan bitenleri seyretmemiz de mümkün değil. Hoş seyretsek, görsek ne olacak? Seyretmek bir şeyin hakikatine vakıf olabileceğimiz anlamına gelebilir mi? Çünkü ne gösterilmek istendiyse onu görmüş olma ihtimalimiz çok kuvvetli.

 

Zaman zaman “büyük tarihçiler büyük romancılardır” diyesim geliyor! Muhayyilesiz tarihçi olur mu? Olursa nereye kadar olur? Muhayyilesini eldeki vesikalarla konuşturan tarihçi gerçek tarihçidir. Sadece vesikaları sıralayıp işin içinden çıkılacağı sanılmamalıdır. Bu durumda okuyucunun bir adım ötesine geçip sizin işinizin tamamlanmasını bekliyorsunuz demektir.

 

Tarihçilerin de didaktiği, romantiği var. Roman heyecanıyla okuduğumuz tarih kitapları yok mudur? Zıddını da söyleyebiliriz: Tarih ciddiyetiyle okuduğumuz romanlar yok mu?

 

Uzun bir giriş oldu, fakat buna ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Bizde tarihî roman konusunun doğru kavranması yönünde cehd sahibi yazarlar fazla değil. Hamaset köpürtmek, tarihî şahsiyetin büyük isminden, şöhretinden istifade ile kitabına sürüm vermek ön planda. Son yıllarda Ali Emre’nin daha önce eserlerini vermiş bir edebiyatçı olarak tarihî roman sahasına girmesi mühimsenecek bir karar. Bu kararın kararlılığa dönüşmesi, peş peşe tarihî romanlar yayınlaması da takdire değer.

 

Kudüs’ün mesele olmaya devam ettiği bir dönemde bu konunun geçmişini büyük tarihî şahsiyetler etrafında anlatmak, bir üçleme ile bunu yapmak yazarın konuya bağlılığının ve kararlılığının en güçlü ifadesi.

 

İlk roman Şarkın Kandili. Bu romanla zihnimizden neredeyse silinmiş bir kahramanı, Nuredin Zengi’yi hafızamıza iade ediyor yazar. Selçuklu’nun Halep Atabeyi Nureddin, Haçlıların bölgeyi ele geçirmesinden sonra güçlü bir kurtarma enerjisi ile harekete geçiyor. Hedef Kudüs, fakat bu ona nasib olmayacak. Onun yetiştirmesi Selahaddin Eyyübî, bu ideali hakikate dönüştürür. Ali Emre onun romanını da “Şarkın Kartalı” başlığı ile yazmıştır. Kudüs’ün kurtarılması muazzam bir işti elbette, fakat Kudüs’ün fethi, bölgede haçlı hâkimiyetinin bitmesi anlamına gelmiyordu. İşte bu iki kahramanın işini tamamlayan bir büyük şahsiyet vardır ki, o da pek bilinmez: Baybars. Ali Emre onun romanını da Şarkın Kalkanı başlığı altında yayınlamıştır. 

 

Türkiye’de tarih kitaplarında kolaylıkla bulunmayacak bir dönem okuması yapmak için bu romanların ne kadar faydalı olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekiyor. Yaklaşık bir asırlık bir Halep, Şam, Kudüs ve Mısır bölgesi tarihini edebî bir eserden okumanın zihin açıcı olduğundan şüphe yok.

 

Âkif Romanı Bir Edebî Hadise

 

Ali Emre’nin 13. yüzyıldan 20. asra gelmesi, Mehmed Âkif’in romanını yazması, başlı başına edebî bir hadise olarak görülmeli. Mehmed Âkif, Türk edebiyatının en çok bilinen, tanınan ve yazılan şahsiyeti. Onunla ilgili çok sayıda yazı, makale ve kitap var. Bunların içinde çok kıymetlileri olduğu gibi, sıradan olanları da hayli fazla. Elbette Mehmed Âkif romanları da var. Çanakkale romanlarının ekseriya ondan mülhem olduğu da söylenebilir. Fakat bunların dişe dokunuru yok denilebilir. Tarık Buğra’nın Firavun İmanı Mehmed Âkif’in en iyi temsil edildiği romandır diyebiliriz.

 

Ali Emre, tecrübeli ve edebî geçmişi olan bir yazar olarak Âkif’in romanını yazıyor. Ele aldığı şahsiyete hörmeti büyük. Onu örseleyecek, zihnimizdeki Mehmed Âkif tahayyülünü zedeleyecek bir eser ondan beklenemez. Bu hem şahsiyete hem tarihe sadakat gerektirir. Gerçekten Mehmed Âkif romanında bu sadakati her safhada görüyoruz. Elbette yazar Âkif’i anlatırken bir biyografi kitabı yazmadığını bilerek hikâye etmenin gerektirdiği bir anlatma yolu tutturmuştur. Bu dramatik unsurların gerçek hayat hikâyesi ile kıyaslanmasından çok, konu edilen şahsiyetin hayatını anlatmaya hizmeti üzerinde durulmalıdır.

 

Kitap “Sarıgüzelin yetimi” ile başlıyor. Halkın içinde, Hakkın sesiyle, Dosdoğru yolun ses sancağı, İstiklâl için terleyen alın, Vatanından cüda bölümleriyle devam ediyor ve Bir avuç toprakla bitiyor.

 

Âkif’in hayatı bir romanı roman kılacak unsurlarla dolu. Onun kendini dinine, milletine, vatanına adaması, büyük bir fedakârlıkla hayatını buna göre tanzim etmesi, buna mukabil ömrünün son yıllarını vatanından cüda olarak geçirmek zorunda kalması başlı başına bir romanı besleyecek olay örgüsü veriyor. Ali Emre’nin romanı bu dramdan beslenerek yürüyor ve sona eriyor.

 

Mehmed Âkif’le ilgili çok biyografi kitabı yazıldı, Mithat Cemal, Hasan Basri Çantay ve Eşref Edib en yakınında bulunan şahıslar olarak hatıralarını aktardı. Fakat bütün bunlarda devrinin zorlamaları, korkuları hissedilir, aynı sebeple noksan bırakılan hususlar dikkati çeker. Ali Emre bu zorlamaları ve noksanları romanın gerektirdiği anlatma unsurlarıyla tamamlamıştır.

 

En çarpıcı sahnelerden biri, 1925 yazında İstanbul’a gelişinde İstiklâl Mahkemesi tarafından kapatılmış olan Sebilürreşad tabelasının indirilmemesi üzerine polis komiserinin kaba tertip edepsizliğinin anlatıldığı kısımdır:

 

“Bak, indirmemişiniz daha. Şu levhayı yanıma alayım, dışarıda parçalarım. Burayı hemen kapatacaksınız hemşehrim.”

 

O Sebilürreşad ki iki yıl öncesine kadar Büyük Millet Meclisi’nin bütçesinden basılıp dağıtılan ve Meclis kayıtlarına “ceride-i islâmiye” olarak geçen dergidir!

 

Kadim dostu Ahmed Naim’in teselli sözlerine Mehmed Âkif şu karşılığı verir: “Eee aziz dostum… Devletin bize ihtiyacı kalmadı. Dışarıdan gelen düşman kovulunca, beylerimiz içeride düşman aramaya başladı. Kâfiri kovmak için canımızla kanımızla, alın terimizle, gözyaşımızla, sözümüz ve yazımızla kavileştirdiğimiz sopa, şimdi bizim başımıza inmeye başladı.” Mehmed Âkif’i bilhassa gençlerimiz, bir de Mehmed Âkif romanından okumalıdır.

 

D. Mehmet Doğan

 

Yitiksöz Sayı-20