Mehmet Kahraman’la Öykü, Anlatmak ve Yazmak Deneyimi Üzerine
-Beş öykü kitabınız var, bir de kurmaca üzerine bir kitap çıkardınız. Buradan hareketle şunu sorarak başlamak istiyorum. Yazar, bildiği konuları mı yazar yoksa bilmediklerini de yazabilir mi? Yazarın öykü evreninde yazdıklarına dair mutlaka bir yaşanmışlığın olması gerekir mi?
- Kime ne yazacağını, nasıl yazacağını söylemek mümkün değildir, bu açıdan edebiyata sınır çizemeyiz. Yazar seçtiği konuyu nasıl anlatmak istiyorsa öyle anlatır. Kendi yaşadıklarından yola çıkabileceği gibi yaşanmamış konuları da ele alabilir. Önemli olan ele aldığı konunun yazarın dünyasında karşılığının olup olmaması. Bu, biraz da öncelikler meselesi gibi geliyor bana, bir tür algıda seçicilik. Kişi hayatta neyi önemsiyorsa karşısına o geliyor sonuçta, ondan kaçamıyor. Konu seçimi de bana öyle geliyor. Neyi önemsiyorsak, derdimiz, meselemiz ne ise onun çevresinde örülüyor yazı hayatımız. Sait Faik’e baktığınızda adalı, deniz sevdalısı kişiler varken Sabahattin Ali’de yokluğu, garibanlığı, hayatın zorluklarını görürüz. Tarık Buğra’nın konuları farklıdır. Tomris Uyar’ın öykülerinin konuları da diğer öykücülerin yazdıklarından başkadır. Bu farklılıklar bize çeşitli okuma deneyimleri ve zenginlikleri sunar. Bu açıdan bakıldığında, öykünün yaşanmış veya yaşanmamış olması fark etmez; iyi anlatı bizi her zaman kendine bağlar. Yazar konusunu anlatabilmişse söyleyecek hiçbir sözümüz olmaz.
-Günümüz öyküsünde postmodern anlatım tarzı daha yaygın. Yaşanmışlık geri planda kalmış gibi görünüyor. Bunu nasıl yorumlarsınız?
-Her çağ kendi anlatısını oluşturur. Bugünün hikâyesini anlatmak için farklı yolların seçilmesini de bu açıdan değerlendirmeli. Postmodern anlatı biçimi yoğun olsa da içinde klasik diyebileceğimiz, tahkiyeye dayalı epey anlatı var. Yazar, imkânı ölçüsünde çağına tanıklık edecektir. Tanıklığı birebir hayatı nakletmek olarak görmemek lazım. Zaman değişmiş, insanlar değişmiş, hâliyle algılar ve zihinler de değişmiştir; öyle olunca anlatı türlerinin değişmesi de kaçınılmazdır. Okurlarla konuştuğumda, kimi tahkiyeye yaslı öyküleri sevdiğini söylerken kimileri de postmodern, parçalı, hatta hiçbir şey anlatmayan metinleri sevdiğini belirtiyor. Bana göre bu noktada her zaman bir denge söz konusu. Her anlatı kendi okurunu buluyor.
-Çok fazla yazar, hâliyle de çok fazla kurgu var. Bu durumda, biz yazarlar hangi yönleriyle daha görünür olabilir?
-Mesele görünür olmak değil okunur olmak. Yazdıklarımızla var oluruz ancak görünür olmak dediğimizde işin içine başka parametreler de girer. Görünür olmayı önemsiyorsak ilişkiler ağı ve sosyal medya kullanımı gibi başka etkenleri de göz önünde bulundurmamız gerekir. Bunlar zahmetli ve süreli uğraşlardır. Yazar öncelikle yazdıklarıyla var olabilmelidir; zira geçici şeylerin bir değeri olmaz. Bizi tatmin eden sevdiğimiz işi yapmaktır. Sevdiğimiz için yazarız, hatta yazmaktan başka elimizden bir şey gelmediği için yazarız. Bizi bu mutlu eder. İyi düşünülmüş, emek verilmiş, nitelikli metinlerle var olmak… Böyle söylenmesini isterim açıkçası.
-Peki o zaman şöyle sorayım, ilk öykü kitabınız “Minareden Düşen Ezan”dan başlayarak son öykü kitabınız “Kendimiz Hakkında Bazı Yalanlar”a uzanan çizgide öykü anlayışınızda değişimler oldu mu?
-Öykü anlayışımda bir değişme olmadığını düşünüyorum. Anlayışlar kolay kolay değişmez ama konu seçiminde ve biçimsel anlamda değişmeler olmuştur. İlk öyküden bugüne on beş sene geçmiş, on beş senede çok şey değişebilir. Hiç olmazsa hayata bakışımız değişiyor, öğrendiklerimizle, duyduklarımızla kendimizi yeniden inşa ediyoruz. Sonra, yazdıklarımız da bizi şekillendiriyor, yaşattığımız karakterlerle birlikte biz de başka başka insanlar oluyoruz. Edebiyatı bu yüzden seviyorum galiba; bana başka hayatlar yaşama olanağı tanıdığı için. Fuentes öyle diyor ya: “Kurmacayı tek bir hayatımız varken pek çok hayatı yaşamak için kurgularız.” Yazdığım karakterler sayesinde kendim de başka hayatları deneyimliyorum.
-Yazarlığın bir ilham ve gayret dengesi bulunuyor. Size göre bu denge nasıl kuruluyor?
-Ben, yazının ilk çıkış noktasının bir uyarıcıyla geldiği zaman daha başarılı olduğunu düşünüyorum. Emek, çalışmak, gayret elbette çok önemli, hatta yazının olmazsa olmazı. Fakat keyif almak için tetikleyici bir unsurun varlığı önemlidir. Bu bir bakıma motivasyon sağlar bana. Çünkü yazı içe doğmuştur, onu bir şekilde hissetmişimdir. O zaman daha bir şevkle çalışırım. Buna ister ilham deyin ister esin, fark etmez, Marquez’deki gibi bir imgeden de yola çıkabiliriz. Beni harekete geçirecek bir şey olması yeterli. Büyük yazarların hatıralarını veya söyleşilerini okuduğumuzda bunun ne denli önemli olduğunu görüyoruz. Dostoyevski bir mektubunda, insanın ilhama sahip olması gerektiğini, ilham olmaksızın kesinlikle hiçbir şey yapılamayacağını söyler. Zarifoğlu’nun şiir için söylediği “İlham olmadan şiirin cesedi yazılabilir.” sözünü öykü için de modelleyebiliriz. İlham, esin, adına her ne diyorsak, bir tohum gibidir; ekilen ürünün sağlıklı boy vermesini sağlar. Bizi zorlamalardan kurtarır. Metnimize bir nevi ruh katar. Zarifoğlu’nun söylediği de budur. Türkçeyi güzel kullanabilirsiniz, çok iyi de anlatabilirsiniz ama anlattığınızın bir karşılığının olması için ona ruh üflemek gerekir. İlham o ruhtur bence. Sonrası bitmek bilmeyen çalışmalardan ibarettir. İlhamla yazmış olsanız bile metnin ince işçiliği epey zaman alır. Zihninizdekileri kâğıda geçirmek kolay değildir. Çünkü hayalimizde bizi sınırlayan hiçbir unsur yoktur. Oysa elimize kalemi aldığımızda bizi sınırlayan bir dil vardır. Dil görüntüyü anlatmakta yetersiz kalabilir veya istediğiniz gibi gitmeyebilir. İşte burada durmaksızın devam eden çalışmalar başlar.
-Hocam burada araya girip çalışma tarzınız üzerine özel bir başlık açmak istiyorum. Siz nasıl çalışıyorsunuz? Büyük yazarlar, nasıl çalışarak büyük yazar olmuşlardır? Çalışma biçiminiz üzerine neler söylersiniz?
-Yazar olmanın kaçınılmaz şartı yapılan işe içtenlikle yaklaşmaktır. Çalışmak, metni fazlalıklarından arındırmak, eksikliklerini gidermek demektir. Okura bütün yönleriyle sağlam bir eser sunmak gerekir. Okur, eseri eline aldığında emek verildiğini görmeli. Çünkü okur kitap için zaman, emek ve para harcıyor. Dolayısıyla kitabınız harcanan emeğe değmeli. Büyük yazarlar zaten bu emeği vermiş yazarlardır. Goethe’nin Faust’u kırk yılda yazması, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı sekiz kez elden geçirmesi bunun ispatıdır. Bin dört yüz sayfa olan Savaş ve Barış’ın sekiz kez elden geçirilmesini düşünebiliyor musunuz? Bir de el yazısıyla. Bugün, bilgisayar başında bile zorken elle yazarak bunu yapmak nasıl bir güçlüktür. Bu yazarları bu kadar uğraştıran, titiz bir şekilde çalışmaya iten güç nedir? İyi bir eserin ortaya çıkmasıdır onların isteği. Çalışılmış iyi eserler geleceğe kalacaktır. Woolf’un söylediği gibi, “Yazmak değil yazmanın mimarisi yorar.” Biraz beceriniz varsa yazmak kolaydır. Ama kurmaca aklınıza geleni yazmak değildir, okuru ikna eden, bütünlüklü bir anlatıdır. Bunun için çalışırsınız. Çalışmak bazen cümle cümle, bazen zamana yayarak ilerleyen bir süreçtir. Kendimden örnek verecek olursam. Ben bir oturuşta yazan biri değilim. Çok nadir öykülerimi bir oturuşta yazmışımdır. Yazmaya karar verdiğimde ilkin yazabildiğim yere kadar yazarım. İlerlemediği yerde bıkar, birkaç gün sonra tekrar dönerim. Yazabiliyorsam, o ilk ruhu taşıyorsam devam ederim. O esnada kendimi sınırlamam. Aklıma gelen her şeyi yazarım. Hikâyenin bittiğini düşündüğümde biraz dinlenmeye bırakırım. Bir iki hafta sonra metni tekrar elime alırım. Hikâye ne diyor ona bakarım? Anlattıklarım beni ikna ediyorsa sonra metin üzerinde çalışmaya başlarım. Fazlalıklarından arındırmaya, eksikliklerini gidermeye çalışırım. Kurguda aksaklık varsa onlar üzerinde çalışırım. En çok da dili güzelleştirmeye uğraşırım. Amacım estetik bir güzellik yakalamaktır. Bu da dil ile olur. Kolay yazmak, çabuk yazmak diye bir şey yoktur. Güzel şeyler emek ister, sabır ister; itina göstermek gerekir. “Dostum, insan acele etmemeli, ancak güzel olanı yapmayı denemeli. …eserin üzerinde âdeta kuluçkadan çıkacak yumurtalar gibi sabırla bekledim. İnan bana her şeyde çalışma hem de muazzam çalışma kaçınılmaz.” Dostoyevski kardeşine yazdığı bir mektupta böyle diyor. Walter Besant’ın şu sözünü de çok severim. “Kişinin gayret göstermeden ve üzerinde düşünüp uğraşmadan yazdığı şeyin okuyucuya herhangi bir zevk verebileceğini düşünmek son derece küstah değil midir?” Çalışmak çok önemli yani. Bu hususta örnek de çok söylenecek söz de. Biraz uzattım ama bu konu gerçekten önemli.
-Peki, sizin zihin ve fikir dünyanızı meşgul eden, mutlaka bunu yazmalıyım dediğiniz konular oluyor mu? Öykü fikri sizde nasıl doğuyor?
-Yazma fikri konu merkezli değil de hikâye odaklı gelişiyor. Bunu mutlaka yazmalıyım dediğim hikâyeler/olaylar oluyor. Ama öncelikle yazacağım hikâyenin bende bir karşılığının olması gerekiyor. Yani, beni etkilemeli ilkin. Çoğunlukla gördüğüm, duyduğum olayları öyküleştiriyorum. Onların bende ciddi bir karşılığı oluyor. Gördüğüm, duyduğum olaylar üzerine düşünmeye başlıyorum. Anlatılmaya değer bir hikâyesi var, okura geçecek olan duygu nedir gibi sorularla kendimce hikâyenin sağlamlığını test ediyorum. Bazen orijinal konu bulduğunuzu düşünür, yazmaya karar verirsiniz ama bir türlü istediğiniz gibi gitmez. O yüzden her konu anlatılmaya uygun değildir. Aslında yazan biri için konu sıkıntısı diye bir şey de söz konusu olmaz. Sartre’nin dediği gibi, hikâyelerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. İnsan sayısı kadar hikâye var. Önemli olan sizin dünyanızda bir yerinin olması. Ben buna etkilenme diyorum. Etkilenmeyi ilham ve esinlenme gibi de düşünebiliriz. Az özce söylemiştim. İlham, modern zamanların yadsıdığı bir kelime, ilahî olanı çağrıştırdığı gerekçesiyle kimse ağzına almak istemiyor. Ben ilhama inanıyorum. Burada bir kutsallıktan, vahiy durumu gibi bir şeyden bahsetmiyorum. İlham demek etkilenmek demektir bende. Beni etkilemişse, onu anlatabileceğime inanmışsam yazmaya başlıyorum. Tabii, yazmaya başlamadan önce uzun süre zihnimde benimle birlikte dolaşıyorlar. Nasıl anlatabilirim diye uzun uzun düşünüyorum. Kurgusu kısmen zihnimde şekilleniyor. Hikâyeyi bütünüyle hissettiğimde yazmaya başlıyorum.
-Bu noktada, “Kurmaca veya kurgu diyelim” yazara ne gibi imkânlar sağlıyor?
-Okuru ikna etmek için anlattığınız hikâyeye gerçekliği kurmaca sağlıyor. Yazarın zihninde anlatmak istediği bir konu vardır ancak bu küçük bir özdür. Tabiri caizse ete kemiğe büründürülmesi gerekir. Kurmaca ile biz ona biçim verir, bütünlüklü bir hikâye ortaya koyarız. Bu biçim doğası itibariyle bizi büyüleyip kendi içine çeker. Hayal gücünün zenginliği içinde kendimizi başka hayatları deneyimlerken buluruz. Bize bunu sağlayan şey kurmacanın unsurlarıdır. Olay örgüsünden karakter seçimine, kurgusundan dil işçiliğine kadar her şey kurmaca içinde gerçekleşir. Yazarın, kurmacanın imkânlarını iyi bir şekilde kullanabilmesi için ne anlattığını biliyor ve onu hissediyor olması gerekir. Çünkü Aristo’nun dediği gibi, “Tragedyanın ilkesi, âdeta ruhu, öyküdür; karakterler ikinci sırada gelir.” Hikâye, anlatının ruhudur. Ruh yoksa metin cesetten ibaret olur. Forster de aynı şeyi söyler: “Hikâye romanın temelidir, hikâye yoksa roman da yoktur.” Amacımız okura iyi bir eser vermektir. Bunu yapabilmek de kurmacanın unsurlarını yetkin bir şekilde kullanmayı gerektirir. Sonuç olarak, anlattığımız hikâyeye okuru inandırabilmemizi kurmacaya borçluyuz, diyebiliriz.
-Öyküde dil, içerik ve biçim gibi öncüller bulunuyor. Bunların sizin için bir önem sırası var mı?
-Öykü bir bütün olduğu için sıralama veya ayrım yapamayız. İçeriği iyi olup dili çalışılmamış bir metnin anlamı olmayacağı gibi biçimsel özellikleri güzel olup içeriği hakkında yeterince düşünülmemiş bir metin de karşılık görmeyecektir. Dil, biçim ve içeriğin birbiriyle uyum içerisinde olmasını isteriz. Güzelliği ancak böyle oluşturabiliriz çünkü. Edebiyat her şeyden önce bir dil zevki gerektirir. Görünürde elimizdeki malzeme dildir. Bunu kurgu teknikleriyle birlikte estetik beğeniye sunarız. Nasıl anlattığımız buna bağlıdır. Edebiyat zaten ne anlattığın değil nasıl anlattığınla alakalıdır. İyi bir konu bulsanız dahi onu güzel bir şekilde anlatamamışsanız okur nezdinde hiçbir karşılığı olmayacaktır. İyi bir dil kötü bir konuyu okutturur ama kötü dil iyi konuyu okutturmaz. Bu açıdan dilin çalışılmış olması önemlidir. Ne anlattığımız elbette önemli ama içerik yazardan yazara değişir. Bizi bir metni okutturan husus ise içeriğiyle değil nasıl anlattığıyla alakalıdır. Sonuçta insana dair her şey anlatılabilir. Bazen size hitap ettiğini düşünürsünüz bazen de etmediğini. Ancak bizim, yazar olarak istediğimiz husus estetik beğeniyi yakalayabilmektir. Okurun eline nitelikli, çalışılmış güzel bir eser verebilmektir.
-Burada şunu sormak isterim. Hayata yazarın bakışı diye bir şey var mıdır? Öykücünün dünyaya ve hayata bakışı nasıl olmalıdır?
-Hepimizin hayata bakışı farklıdır. Yaşımız, cinsiyetimiz, mesleklerimiz hayata bakışımızı etkiler. Ama ne kadar etkiler kısmı kişinin hayat deneyimiyle ilgilidir. Yazar da bu dünyanın bir misafiri olduğuna göre onun da kendine göre bir bakış açısı vardır. Onu diğerlerinden farklı kılan ise bakışının metne yansıyacak olmasıdır. Bu yüzden belki biraz daha dikkatli, belki biraz daha hassas bir penceresi vardır yazarın. Veya böyle olmalıdır demek lazım. Yazar iyi bir gözlemcidir. Nereye bakacağını, nasıl bakacağını bilir. Gördüğü, duyduğu, hissettiği her şey eserine yansıyacaktır. Bu, onun beslenme kaynaklarından biridir. Elbette kitaplardan da beslenebilir ama yanında gürül gürül akan bir hayat varken ona seyirci kalamaz. Çünkü hikâye oradadır. Anlatılmaya değer olan şey hayatın içindedir. Şayet yazar hayatın içinde değilse yazdıklarında bu hissedilir. Öykücünün dünyaya bakışı nasıl olmalıdır bilemem, bunun bir kuralı veya sınırlaması olamaz. İnsan sayısınca bakış açısı olabilir. Ama şu bir gerçektir ki öykücü bakmayı bilen insandır.
-Bazı öykü yazarlarının romana yöneldiğini görüyoruz. Bu türler birbirinin devamı niteliğinde mi değerlendirilmeli? Siz ne düşünüyorsunuz? Sizin roman yazmak gibi bir düşünceniz var mı?
-Türler birbirlerinin devamı değillerdir. Her tür kendine özgüdür. Eskiden beri öykünün roman için bir zıplama taşı olduğu düşünülür. Pek çok kişiden, “Artık romana geçmeyecek misin?” cümlesini duydum. Tabii bunlar yazar veya edebiyatçı değiller. Onlara göre esas olan romandır; öykü, alıştırma sahasıdır. Sağ olsun Tomris Uyar, Rasim Özdenören gibi öyküde ısrar etmiş bazı yazarlar, bu konuda bize fazla söz bırakmamışlar. Benim, öykü yazmadan önce birkaç roman denemem olmuştu. Şu an için roman yazmayı düşünmüyorum ama günün birinde yazar mıyım, bilemiyorum. Ben öncelikle öykü yazmayı seviyorum. Öykünün biçimsel özellikleri, kurgusu, dil kullanımı beni daha çok etkiliyor. Öykünün benim fıtratıma daha uygun bir tür olduğunu düşünüyorum. Bununla kendimi bağlamış olmayayım ama şimdilik roman yazma fikri yok aklımda. Öte yandan, roman yazanları da takdir ediyorum elbette. Roman gerçekten sabır isteyen bir uğraş, çünkü yazılması uzun yıllar alıyor. Benim böyle bir sabrım yok. Bununla birlikte kimseye neyi nasıl anlatacağını söyleyemeyiz. Öykü de roman da farklı birer anlatı sanatı. Birbirinin devamı veya alternatifi değiller. Romanla anlatılacak konu vardır öyküyle anlatılacak konu… İkisinin de konusu, anlatısı, işlenişi farklıdır. Öyküyle anlatılamayacak konu romanla anlatılabilir. Yazar neyi nasıl anlatacağını düşünüyorsa ona göre bir tür seçer. Neyi seçiyorsa seçtiği türe göre anlatır. Bu onun bileceği bir iş.
-Okuduğumuz öykülerde neşeli ve hayat dolu karakterler yerine daha çok hayatı ıskalamış, hüzünlü, geçimsiz, melankolik karakterlere rastlıyoruz. Mutlu hayatları anlatmak zor mu? Veya anlatılmaya değer olan şey nedir?
-Şu anlatılır veya bu anlatılamaz diye bir konu sınırlaması mümkün değil aslında. Yazar istediği konuyu anlatabilir. Ama insan genel olarak başından geçen kötü olayları anlatmaya daha meyilli. Elbette sevindiği, mutlu olduğu anları da anlatabilir lakin bu çok azdır. Çünkü nazar değmesinden endişe eder, anlatamaz veya övünmek amacıyla anlattığını düşünür, vazgeçer. Anlatmak insanı rahatlatan bir eylem. Dertler paylaşıldıkça azalır, sevinçler paylaşıldıkça çoğalır derler ya. Biz de başımızdan geçenleri anlatmaya eğilimliyiz. Karşılık bulmaktır bu, yalnız olmadığını bilmek, teselli olmaktır. Edebiyat da daha çok buradan beslenir. Özellikle kurmacayı diri tutabilmek için çatışma oluşturmanız gerekir, yoksa tekdüze bir metin olur. Bu da aşılması gereken sorunları, çözülmesi gereken meseleleri işaret eder. Yüzleşme dediğimiz şey böyle gerçekleşir. Eskiden beri hikâyeler ders almak, deneyimi geliştirmek amacıyla anlatılmıştır. İnsanın kendini keşfetmesini sağlayan şey sorunlarla yüzleşmesidir. İçimize bakmak, ferahlamak için daha çok kendimizle meşgul oluyoruz. Mevlana’nın “Kendi aslından uzak kalanlar/Yeniden vuslat zamanını arar” dizesi ne demek istediğimizi daha iyi ifade edecektir. İnsan, aslından uzak olmanın hüznünü bir şekilde doldurmaya çalışmaktadır. Anlatılmaya değer olan insanı aslına ve dolayısıyla kendine yaklaştıran şey olabilir. Edebiyat bize böyle bir alan açmaktadır diyebilirim.
Dilara Yurtsever
Yitiksöz Sayı-17