Mehmet Narlı ile Biyografi, Şiir ve Akademi Üzerine

 

Söyleşimize içinde yetiştiğiniz toplumsal ve kültürel çevreden söz ederek başlamak istiyorum. Çocukluğunuzun ve ilk gençliğinizin zihninizde bıraktığı izler bugünkü şair, yazar ve aka demisyen kimliğinizin yanı sıra kişiliğinizi, ideallerinizi ve hedeflerinizi de etkilemiş olmalı. O yıllardan en çok neler kalmıştır aklınızda?

-“Yetişmenin” mekânsal, sosyal ve kültürel çevresini nasıl belirleyeceğiz, nasıl sınırlayacağız? Çocukluğunuzun, ergenliğinizin gençliğinizin eğitim hayatınızın, evlenip yeni bir aile kuruşunuzun, mesleki hayatınızın yaşandığı yerlerin ve çevrelerin hangisi “yetişme”de temel etkileyendir? Bir yazarın, şairin kendi hayatını anlatması bana hep yetişkin öznenin bir kurgusu gibi gelir. Öyle ya yaşanmışlığı olduğu gibi aktarmanın imkânı var mı?  Kurgudan ve yorumdan uzak bir şekilde hafızamda kalan ve şu anda hatırladığım bazı görüntülerden ve yaşanmışlıklardan söz edebilirim bu yüzden.

 

On iki yaşlarına kadar şehre on beş kilometre mesafede bulunan anamın babamın akrabalarımın yurdu olan Türkoğlu ile Maraş arasında bir köyde yaşadım. İlk çocukluğum henüz dede, nine, amcaların bir aile gibi yaşadığı bir çevrede geçti. Babam, okuma yazmayı askerde öğrenen ama yazılı ne görse okuyan, (eski gazeteler, çocuklarının ders kitapları vs) köyün iğnelerini yapan yani bir bakıma köyün sıhhiyesi olan, biraz asabi özellikle ikiyüzlü insanlara tahammülü olmayan, amele ve tarla işlerini kaydettiği küçük deftere bazen özdeyişlere benzeyen cümleler yazan bir adam. Anam, kendi hâlinde, genellikle hasta olan ve çocuklarına karşı oldukça merhametli bir kadın. Her birimizin arasında 3 yaş olan iki ağabeyim. Büyük olan şehre okumaya gönderildi ama sağ sol davaları yüzünden okul hayatı yarım kaldı.  Küçük ağabeyim, öğretmenleri yatılı okulu kazanır gitsin dediği hâlde ilkokuldan sonra okula gönderilmedi. Benzer işler yapsam da aslında davar gütmek, tarlada çapa yapmak ve su sulamak gibi işlerde ağırlık onundu. Yine üçer yaş aralıkla iki kız kardeşim vardı; erkenden anamın ve biz erkeklerin yüklerini yüklenen aziz, mübarek müeddep kız kardeşlerim. Deringöl’de, Aksu çayında yüzerek, oğlak güderek, köyün iki tarafını saran iki tepede ay kovalayarak, kuru üzüm, teh taşımaktan katılaşmış cepleri olan siyah önlüklerimizle okula giderek falan geçirirdik günlerimizi. O yıllarda Maraş benim için, kundura, somun, portakal, kalem defter alınan bir yerdi.  Sonra ortaokulu, liseyi okuduğum, öğretmenlik yaptığım, ailemi kurduğum iki çocuğuma kavuştuğum, akademisyenliğe başladığım bir yer oldu.  Aslında Maraş’ın ortaokuldan beri zihin ve ruh dünyamı inşa eden çevre olduğunu da bu yıllarda anlamaya başladım. İnsanın mekân, dil ve inanç bakımından bir yurdu olması gerektiğine inananlardanım.  Benim yurdum Maraş’tır. Maraş, mekânlarmış hafızamdadır; anamın, babamın, dedemin, ninemin, akrabalarımın, alışveriş yaptığım esnafın,  dinlediğim türkülerin, hikâyelerin, içtiğim suyun, yediğim firiğin, dolmanın, gittiğim hocanın, okuduğum mekteplerin ruhu Maraş diye tecessüm etmiştir. Ben bu tecessüm etmiş bütünün parçası değil özüyüm. Dolayısıyla Maraş’ın en sevdiğim yeri yoktur; sevmediğim yeri de yoktur. Ama Maraş’ın içimde en uzun akan ırmağı nedir derseniz; “Dükkân”dır, derim. Dükkân sokağı, binası, duvarları ile tek bir mekân değildir ama sahipleri, müdavimleri, ruhu ile tek bir mekândır. O bazen Çiçek Pasajı’nda yirmi metre karelik bir salondur, bazen Yenişehir Apartmanı’nda bir dairedir; bazen Pınarbaşı’nda yarı metruk bir bağ evidir; bazen Ulucami civarında eski ahşap bir evdir. Görgüsüz modernizmin yalancı ışıklarını kapattığımız, içimizin koyaklarını dostların yüzündeki ışıklarla aydınlattığımız yerdir. Orada kameti ve siması önümüze bir kandil gibi tutulan, sözün sahtesine bile tebessüm edenlerimiz;  feraseti ve fikrinin selabeti ile kılavuz olanlarımız; kelamın manasına ve bekasına baş koyan, hem yufka yürekli hem celadetli olanlarımız; orta ve lise mekteplerinde ekserimizin kalplerini kavi duruşları ile hoplatanlarımız; bütün coşkusunu sözlerin sihrine emanet edenlerimiz; ilmin ve irfanın ruhunu celadetli bir tavır hâline getirenlerimiz; “sükût suretinde” emir ve nehiy üfleyenlerimiz (mesela Muzaffer Gözükara, Ali Yurtgezen, Ahmet Doğan, Hasan Ejderha, İsmail Göktürk, Dündar Kök, Mehmet Yılmaz) vardır. Dükkânın hemen yanında Belman Sitesi’nin altında, Bahçelievler Parkı'nda zihnimizin ve ruhumuzun haritasındaki inanç, kararlılık noktalarını gösterenlerimiz (mesela Duran Boz, Memduh Atalay) vardır. Ve hâlâ Ede ifadesinin meyan şerbetinin, tarhananın, Kapalı Çarşı esnafının, Mağaralı’nın, Ulu Cami çevresinin, Çarşıbaşı’nın,  Saraçhane’nin Ahırdağı’nın, rüzgârı eser bende.

 

Maraş’ta iken iki şiir kitabım vardı sadece. Yirmi yıldır bulunduğum Balıkesir’de okuma yazma hikâyemin eskiye oranla çok daha fazla genişlediğini, bu süre içinde kimi eleştiri kimi şiir kitabı on beş civarında kitap yayınladığımı belirtmeliyim.  Özellikle Zağnos Paşa Camii yanında büyük çınarın altındaki çayhanede dostlarla (mesela Hasan Aycın, Cemal Şakar, Kadir Canatan, Vehbi Başer,  Muhsin Bostan, Yücel Yiğit, Akif Hasan,  Ertan Örgen…) on yıldan fazla süren buluşma ve sohbetlerin okur yazarlık, düşünce geliştirme, duygudaşlık, samimi mülahazalar ve münakaşalar bağlamında bulunmaz nimetler olduğunu hissediyorum. Hece, Dergâh, İtibar, Muhayyel gibi dergilerle ve yayınevleriyle temasların da yoğunlaştığı bir dönemden söz ediyorum.    

 

 -Okumaya/ Yazmaya Nasıl Başladınız, ilk okuduğunuz kitabı ve ilk yazdığınız şiir hatırlıyor musunuz?

 

-Çocukluğumdan itibaren kendi tecrübeleri veya okuryazarlıkları ile beni şiir okumaya ve yazmaya doğrudan yönlendiren olmadı.  Ama babamın bazen pamuk suyu, çapası, toplaması ile ilgili amele gübre vs notlarını yazdığı küçük defterleri vardı.  Bu defterlere özdeyişlere benzer küçük notlar yazdığını, büyük ağabeyimin “hatıra defteri” dedikleri cinsten bir deftere yazdıklarını merak ettiğimi; türkülerin unuttuğum yerlerini kendim tamamladığımı;  (bu tamamlamalarda ihtimal şiirdekine benzer az çok bir anlam, vezin, kafiye uyumu vardı. Demek ki çok türkü söylüyordum, hatta bir dayımın bana “hele gel Mahzuni, bir türkü söyle” dediğini de hatırlıyorum), ilkokul üçte okumada birinci olduğum için öğretmenimin Huysuz Çocuk adlı bir kitap verdiğini, kitabı hemen okuduğumu hatırlıyorum mesela.  Roman olarak ilk okuduğum kitap Ortaokul üçte sınıf kitaplığından aldığım Oğuz Özdeş’in Aşka Dönüş’ü idi. Sanıyorum kendimi bir şeyler yazarken bulduğum dönem de bu kitabı okuduğum dönemdi.   Esasen düğününde, sohbetinde türkü söylenen, ölümünde ağıtlar okunan, atasözlerini bir telkin lambası olarak sürekli yanar vaziyette tutan, gizli gizli sevdalı olmayı adamlığın esası bilen bir cemiyette her ergenin, “sözün” kıymeti ile temasa geçmesi tabii değil mi?  Hele de bu ergenler, benim gibi güreşmek, kavga etmek gibi yeteneklerden mahrumsa. Fiziki tek yeteneğim galiba ağaçların en ince dallarına kadar çıkmaktı; hatta “Memed’in çıktığı dala kuş çıkmaz” gibi bir söz de hatırlıyorum. Bana açılan sofrada önce türküler vardı, Mahzuni Şerif, Neşet Ertaş…  aşk şairi dedikleri Ümit Yaşar Oğuzcan falan. Sonra şair dediğin milletini sever, milleti ile dertlenir dediler ve Abdurrahim Karakoç’u gösterdiler. Bu safha ergenin kıymet arama safhasının ilk basamağıydı. Sonra okuma dediğimiz sürece Necip Fazıl, Arif Nihat Asya kapısından girildi. Sonra seçme, zevk alma, hayranlık, derin ve örtülü öykünme başladı galiba: Ahmet Haşim, Nazım Hikmet, Attila İlhan, Dıranas, Sezai Karakoç, Behçet Necatigil, İsmet Özel. Bu süreçte gizli gizli insan dilini arıyor galiba.

 

Galiba ortaokul son sınıfta idim; kendimi âşık olmuş varsayarak, belki de kendimi aşkla fark etmeye çalışarak kendi mi bir şeyler yazıyor buldum. Hatta Gazi Ortaokulundan mezun olduğum senenin yazında adı Racib’in Hikâyesi olan 114 sayfalık bir roman yazmıştım. Liseye geçince edebiyat öğretmenime göstermek istedim ama edebiyat öğretmenim “sen önce bir hikâye 66 yitiksöz yaz bakalım” demişti.  Ne dediğinden çok, gülme ile tebessüm arasındaki ifadesi beni olumsuz etkilemişti nedense. Yıllar sonra galiba Maraş’taki Dolunay Şiir Şölenlerinin birindeydi, şiirimi okuyup kürsüden yerime geçerken lise birdeki o edebiyat hocam bu sefer tebessüm ederek “ooo şair olmuşsun” deyince birden aklıma liseye henüz kaydolduğum andaki sahne gelmiş ve “evet hocam sizin yüzünüzden” deyivermiştim. Tabi benim hatırladığımı onun hatırladığını sanmıyorum. Bunu belki de yazmaya romanla başladığımı vurgulamak için söyledim. Ama aynı zaman diliminde hangisi önce hangisi sonra tam hatırlamıyorum Kelebek gazetesinde bir şiirimin bir bölümü de yayınlanmıştı da gazeteyi alıp eve dönerken acaba beni tanıyan var mıdır diye içimden geçirmiştim galiba. Sonra Endüstri Meslek Lisesinde bir iki sayı çıkan bir gazetede- adı İstiklâl olabilir- millî hamasi bir iki şiir yayımladım. Üniversitede şiirler yazmaya devam ettim ve zaten gerçek anlamda şiirle tanışmam da üniversitede başladı. Edebiyat dergisi olarak sanırım ilk şiirim (hatta şiirin tamamı da değildi)  “başka şiirlerinizi de bekleriz” gibi bir notla Mavera’da yayımlanmıştı. Sonra hatırladığım kadarıyla sırasıyla Dolunay, Kanat, Türk Edebiyatı,  Dergâh, Yedi İklim, Hece, Türk Dili, İtibar, izdiham, Muhit dergileri geldi. Elbette tek tük şiir yayımladığım daha birçok dergi oldu.  İlk şiir kitabım 1988’de Dolunay Yayınları arasında çıktı. Üniversite son sınıftaydım ve kendimi tuhaf bir boşlukta hissediyordum; birileri bana şair diyordu ama ben sanki karşılığı olmayan bir yola girmiş gibi hissediyordum kendimi.

 

-Sizi şiir yazmaya sevk eden neydi? Şiir yazarken ilham aldığınız kaynaklar nelerdir, nelerden etkilendiniz?

 

-İlk yazmalarımın nasıl görüldüğüne kısaca değindim yukarda; zaten ilk yazmaların uzun hikmetli bir hikâyelerinin olduğunu da sanmıyorum. Yazarların çoğu daha sonradan bir yazma hikâyesi atmosferi kurarlar gibi gelir bana. Bu çerçevede ben de şunları söyleyebilirim. Kuşkusuz önce konuşmayı öğrenmişimdir; sonra okumayı yazmayı sonra düşündüğümü fark etmişimdir çünkü o olmadan ne okuma olur ne yazma. Sonra başkaları gibi konuşamadığımı biraz fark etmiş; susmuşumdur; susmak yazmaya yol vermiştir. Zor olan yazmaktı, iyi yazmak bir kurguydu sanki. Okurken, durmadan, onu buna, bunu ona bölüyordum; yazarken ona buna, buna ona bölünenin ben olduğumu fark ettim. Yazdıkça çok genel bir umut, yazmadıkça aynı şekilde bir boşluk hissettim daima. Demek ki dedim, insan ikisi arasında bir şey. Atalar ne demiş türkü de: hem okudum hem de yazdım.

 

Şiir yazarken ilham aldığım kaynaklar nelerdir?  Yaşadığım, duyduğum, hayal ettiğim inandığım her şey desem doğru olur ama sanırım biraz da havada kalır. Atalarımdan bana gelen dilin ve dilin taşıyıp getirdiği umut, acı, hayal, korku, iyilik, kötülük yani bütün insan yükü. Şu içinde bulunduğun âna kadar gözümün değdiği, kulağımın duyduğu bütün metinler, işaretler, ayetler, bu topraklardan çıkan veya başka yerden gelen bütün metinler şiirime kaynak olurlar. Bir kere bütün metinler, dilin imkânlarının, ihtimaller alanının ne kadar geniş olduğunu bize gösterirler. Ama aynı zamanda her metin, kendi anlamını tanımlamak için bize ihtiyaç duyar. Biz de kendi anlamımızı yorumlamak için metinlere muhtacız. Tabi yaşadığımız sosyal, trajik kaynaklar da var. Mesela toplumsal zorbalıklar, ailesel katılıklar, siyasal bölünmeler… bütün bunlar bize tersinden kaynaktırlar. Kaynağımızın olması,  inançlarımızla, tarihimizle, dilimizle,  insanımızla, hikâyemizle, şiirimizle, aşklarımızla ve bütün dünyayla bağımızın olması demektir. Yazar/şair olmak için nasıl bir çaba harcanacağını şu an bile bilmiyorum. Yazdıklarımı dergilere verdim (verdikten sonra sormam, aramam, ikisi yayımlanmamışsa üçüncüsünü göndermem vs.) onlar da yayınladı. Sonra akademik çalışmalar geldi. Üç beş kitap da öyle yayımlandı. Hâlâ akademik çalışmalar ile edebî çalışmalar arasında kalan ama şiirlerini daha fazla seven bir yazar olarak yaşıyorum diyebilirim.

 

-Yazmanın hayatınızdaki anlamı nedir?

 

-Yazmanın, insanın, hayatın ve yaratılışın sürekliliğine katılmak için bir imkân bir yol olduğunu düşünüyorum.  Çünkü insan düşünüp okuyup yazarken, insanın insanı, suyun suyu, ateşin ateşi, ağacın ağacı doğurmasına dalar; dünün bugüne, bugünün yarına, yarının düne nasıl katıldığını duyar; dili örer, dil içinde örülür;  ayetlerde işaretler, işaretler içinde anlamlar bulur; buldukça işarete, ayete dönüşür. Anlamlara yeni biçimler bulur; biçimleri, daimi anlamlara sarar; her ölenle eskir; her doğanla tazelenir. Edebiyat içinde olan, hiçbir şeyin, bütünüyle yeni olmadığını, yeni olmayan hiçbir şeyin yaratılışa uymadığını sezer. Önceki hiçbir şeyin bizden kopmadığı; sonraki hiçbir şeyin bize bitişmeden yaşayamayacağını duyar. Edebiyat içinde olmak yani okuyup yazıp düşünmek, yolda olmaktır; unutuşa, uyuşukluğa, kopuşa tedbir almaktır. Yazmak, dilin büyük hafızası içinde bir koza örmektir. Kozanın içinde bir kelebek umudu;  insanın zihnine bir yurt kurma umudu. Her deneme, her öykü, her makale, özellikle her şiir budur. Acı ve kahır içinde, umut ve aşk içinde, suç ve af içinde, karanlık ve aydınlık içinde emin bir yol bulma çabasıdır. Her kitabın, her cümlenin, her kelimenin, her harfin hesabı sorulacak bizden.

 

-Şair, eleştirmen akademisyen ve insan olarak Mehmet Narlı’yı derinden besleyen veya bir bakıma onun sözünü ettiğim kimliklerini yapan temel kaynaklar nelerdir diye sorsam? Mesela Türkülerle çok güçlü bir bağınız var bildiğim kadarıyla.

 

-Sondan başlayayım. Evet türkünün, bir kalbim, bir ruhum,  bir şiirim ve hatta bir kimliğim varsa ve bunların nitelikleri ne ise türkünün önemli bir etkisi vardır. Ama türküyü çok geniş bir bileşenin adı olarak anlamak kaydıyla. Tanpınar, “bizim romanımız türkümüzdür” derken “hayatımız türkümüzdür” demek ister aslında. Bu boyutuyla türkü, bütün umutlarımızın, korkularımızın, komplekslerimizin, arzularımızın, iyilik hayallerimizin veya ihanet korkularımızın form kazanmış hâlidir. Türküyü dinlediğimizde biz bir müzik dinliyoruz doğrudur. Ama aslında bu müziği dinlerken bütün bir hayatı bu az önce saydığım bütün öğeleri yeniden o anda yaşıyoruz; yani bir bütünlüğü, ritim ve ezgi olarak duyumsuyoruz. Türkü dinlemek, annenle babanla, toprağınla, arkadaşlarınla, insanlarınla, yurdunla bir bütünlük içinde olduğunu, senin onlarda onların sende olduğunu duymaktır. Bu duyuş, insanı, o modern yalnızlık dediğimiz kimsesizliğin zehirli ikliminden korur. Türküler, bizi coğrafi, ruhî kültürel yurdumuzda tutarlar.

 

 Sorularına cevap verdiğim şu âna kadar gözümün değdiği, kulağımın duyduğu, içinde olduğum, dışından izlediğim bütün 68 yitiksöz olaylar, insanlar, metinler, işaretler-ayetler beni beslerler. Mesela kendi hâlinde yaşayan, hayatın ağırlığından ve kirlerinden uzak durabilenler her zaman beni kendilerine meftun ederler;  Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın, Fuzuli’nin, Şeyh Galip’in içinde olmadığı bir yaşantı biçimim hiç olmadı mesela. Diğer taraftan dile getirsek de getirmesek de bizim kuşağın çoğu kendilerini modern zamanların yerli entelektüelleri olarak hissetmekten kurtulamadılar. Dolayısıyla yerli ve yabancı bütün zihin ve kültür hamulesini tanımak, anlamak, çözümlemek ve bu yolla kendi bakış açılarını kurmak zorunda olduklarını var saydılar. Bu yüzden hem modern Batı’nın kütüphanelerinde hem de İslam medeniyetinin kütüphanelerinde talim görmek gerektiğini kabul ettiler. Elbette çok çok zordu bu talim. Zorluğa göğüs gerenlerin kimi bir taraftan Kant, Marx, Bergson, Niçe, Haydeger, Genon gibi kişilerin kitaplarına bir taraftan da bulabildilerse İbn-i Haldun’un, Farabi’nin, İbn-i Sina’nın kitaplarına yöneldiler. Bu süreci yaşayanların bir kısmı bugündeki bize döndüklerinde Yahya Kemal’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Necip Fazıl’ı, Kemal Tahir’i, Cemil Meriç’i, Sezai Karakoç’u, Rasim Özdenören’i İsmet Özel’i gördüler.  Bu sürecin yansımalarının az çok bende de görüldüğünü söyleyebilirim.

 

-Bugün dijital medya ve endüstriyel hıza şiir/edebiyat açısından baktığınızda ne görüyorsunuz?  Bu mecrada da bir okul niteliği taşıyan, amatör yazar ve şairleri besleyen ya da yetiştiren ortamlar var mı? Birde şimdiye kadar sizin kendinizi yakın hissettiğiniz bir edebî ortam, dergi çevresi veya topluluk oldu mu diye sormak isterim.

 

-Sorunun birinci kısmı için bazı şeyler söylesem de içinden geçtiğim, içinde oturduğum bir mecra olmadığı için söylediklerimin tutarlılığı ve gerçekliği tartışılabilir. Yeni yaşama biçimleri, simülasyonun egemenliği,  tanış olmayı, birlikte oturup söyleşmeyi, tekil olarak ürettiklerimizi çoğul alanda paylaşmayı ve yankısını izlemeyi, önemli oranda dijital platformlara taşımış görünüyor. Bir yanıyla mekânsal buluşma zorluklarını, uzun zamanlara bağlı edebî kültürel çevre oluşturma zorluklarını ortadan kaldırdığı için, bir yanıyla da isminizin diğer isimlerin hizasına yazılma sürecini birkaç saniyelik beğeni tıklarına indirdiği için verimli bir mecra gibi görünüyor. Ama buradan daha yavaş, daha gerçek, daha sancılı ve daha karşılıklı bir mecraya geçilemezse, “kendilik” diyebileceğimiz özgünlüğe ve  “insanilik”  diyebileceğimiz en saf olguya veda etme ihtimalimiz çok yüksek.

 

Bir ruh atmosferi olarak içinde bulunduğum edebî kültürel ortamın yüzlerce yıldır devam eden bir ortam olduğunu hissediyorum. Az önce de dedim ya, içimde Yunus Emre’nin, Dede Korkut’un, Fuzuli’nin, Karacaoğlan’ın, Emrah’ın, Şeyh Galip’in, Ahmet Haşim’in, Nazım Hikmet’in, Sezai Karakoç’un, Cahit Zarifoğlu’nun, İsmet Özel’in, katılımcı misafirler olarak, Turgut Uyar’ın, Edip Cansever’in, roman hikâye bağlamında Tarık Buğra’nın, Esendal’ın Haldun Taner’in, Adalet Ağaoğlu’nun, Mustafa Kutlu’nun konuşmadığı bir zaman dilimi yok gibi. Ama pratik temaslar bakımından bakacak olursak şunu söyleyebilirim. Kendi öğrencilerimle çıkardığım atölye edebiyat dergilerinin dışında bir derginin doğrudan doğruya mutfağında yer almadım. Ama yirmili yaşlarımdan beri Dolunay, Türk Edebiyatı, Dergâh, Yedi İklim, Hece, İtibar ve Muhit gibi dergiler, yazma konusunda daima kendimi zorlamama katkı sağladılar. Mesela edebî eleştiri kitaplarımın en az üç tanesi Hece’ye yazmakla kendimi yükümlü hissettiğim yazılardan oluşur.

 

-Şairliğiniz, yazarlığınızdan ya da akademisyenliğinizden önce geliyor sanki. Sizce de öyle mi?

 

-Hangisinin önce geldiğini bilmiyorum; daha doğrusu farklı alanlar olduğu için öncelik sonralık kıyaslaması belki de tutarsız olur. Ama şiir, eleştiri, akademisyen kamularının hangisinde daha fazla anılmak hoşunuza gider derseniz, şiir derim. Benim gibilere, edebiyatı/edebiyat tarihini anlatan hoca, günün edebiyatıyla da ilgilenen, kuramsal ve uygulamalı eleştiriler yazan edebiyatçı akademisyen ve edebî metin üreten şair kimliklerinin uygun görüldüğünü elbette biliyorum. Bu nitelemeler bir yanıyla güzel ve onur verici. Ama hoca, edebiyatçı, şair kimliklerinin aslında tek bir kimlik olarak görülemediğini de üzülerek belirtmek zorundayım. Mesela beni sadece işini seven, hakkıyla derslerini anlatan bir hoca olarak gören öğrencilerimin ve meslektaşlarımın önemli bir kısmının, teorik ve uygulamalı yazı ve kitaplarımdan söz ettiklerini pek duymadım. Şiir kamusunun önemli bir kısmı da kitaplarımdan övgüyle söz ettikleri hâlde (hele de kendilerinden de söz ediyorsa) şairliğime bir ekleme olarak göndermede bulundular. İnsan ya akademisyen olur ya şair diyenlerin sayısı da hiç az değil. Bir de zaten okuru, ilgileneni koca ülkede birkaç yüzü geçemeyen;  sanıyorum “yav zaten adımızı bilen birkaç kişi var bir de bir akademisyenden bir şairi aramıza katmayalım” dürtüsüyle hareket eden şairler kamusu var.  Bunları biliyor olmam önemsediğim anlamına gelmez; gerçekten de hiçbir zaman önemsemedim. Zaten şükür ki benim okur/yazar/eleştiri çevrem, sözünü ettiğim bu yetersizlikten kaynaklanan tıkanmışlıkları aşmış bir çevredir.

 

-Biraz da şiir kitaplarınızdan bahsedelim istiyorum. İlk şiir kitabınız Çiçekler Satılmasın’ı yayımladığınızda yirmi beş yaşlarındaydınız. Daha sonra Ruhumun Evvelyazıları, Dil Kapısı, Ömürlük Yara yayımlandı. Son kitabınız Öylece Yeryüzünde, geçtiğimiz sene Kahramanmaraş 2. Uluslararası Şiir ve Edebiyat Günleri’nde Yılın Şiir Kitabı seçildi, tebrik ederim. Acaba, bu kitaplar arasında sizde bıraktıkları etkiye ya da sizce ifade ettikleri anlama göre bir ayrım yapabilir misiniz?

 

-Sorunu, hangisini daha çok beğeniyorsunuz, seviyorsunuz gibi anlayacaktım ki değilmiş şükür. Az şiir kitabı yayımladım.  Bu yüzden birkaç defa ilk kitaptan son kitaba kadar bütün şiirlere bakma fırsatım oldu. Bilmiyorum başka şairler de böyle bir şeyi tecrübe etti mi? Mesela kitaplarda yer alan herhangi bir şiiri yazmış veya yayımlamış olmaktan dolayı bir pişmanlık duymadığımı fark ettim. Bu, şimdi tam ifade edemeyeceğim bir huzur verdi bana.  Hemen hemen hiçbir şiiri ezbere bilmediğimi fark etmem biraz kendime kızmama sebep oldu. Ama en ilginci, her bir şiirin merkezî imgesini unutmadığımı, içimde taşıdığımı fark etmem oldu. Şiirlerin kurgusundan, çağrıştırdıklarından hatta o şiire götüren pratik yaşantısal bir sebepten söz etmiyorum. O şiirin yazıldığı süreçteki kendimi, hâlimin nasıl olduğunu unutmadığımdan söz ediyorum.   E tabi böyle olunca da hiçbiri diğerinin ününe koşmuyor; her biri insanın kendisini yadsımaması konusunda işaretler içeriyor. Bir okur olarak beğenmedikleriniz oluyor tabi ama sevmedikleriniz olmuyor. Kitapların isimlerinin niçin konulduklarını ise şöyle hatırlıyorum. Bir genç, sevdanın, değerlerin, kapitalizmin klişelerine teslim olmasına itirazı olduğunu işaret etmek için Çiçekler Satılmasın demiştir.  Ruhumun Evvel Yazıları ismi, insanın yapıp ettiklerinin, söyleyip sustuklarının aslında kişinin bireysel veya insanoğlunun evrensel kimliğinin aslı olduğunu işaret etsin diye konulmuştur. Kendini yetişkin şair özne olarak konumlandıran kişi, Dil Kapısı ismini, insan varlığının bütünüyle dil olduğunu, dilin gönül anlamına da geldiğini ve esasen şiirin de gönlün dili olduğunu falan işaret etsin diye koymuştur. Ömürlük Yara adını, şair, dünyaya gelmekle yaranın açıldığını ve dünyadan gidene kadar da yaranın kapanmayacağını idrak ettiğini imlemek için koymuştur. Öylece Yeryüzünde ismi yeni; ama sanki şöyleydi:  İnsan ancak yeryüzünde olmakla insandır; yeryüzündeki varlığımız özgürlük ve teslimiyetle anlamına kavuşur.

 

Öylece Yeryüzünde olmak, paradoksun yıkılmasıdır.-Öylece Yeryüzünde, “Karşılıklı Yanyana” ve “Biyografik Fragmanlar” adlı iki bölümden oluşuyor. Kitaptaki şiirlerde “çok”, “hiç”, “suskunluk” ifadeleri yoğun. Biyografik Fragmanlar da dikkatimi çekti. Otobiyografik şiirleriniz var bu bölümde. Bu fragmanların sizdeki karşılığı nedir ve diğer kitaplarda devam edecekler mi?

 

-Evet bu kitapta “çok” ve “hiç”, sayı olarak değilse bile etki olarak dikkat çekmiş demek ki. Bilmiyorum birbirinden ayrı değil, tek olanın iki görünüşü gibi. Çok olan hiçtir, hiç olan bize çok görünür. Vahdet-i vücut bağlamına taşıdığımı düşünme; mesela hiç kimse dediğinde tekili değil çoğulu ifade edersin aslında. Çokluk,  tekliğin olmadığı; teklik, çokluğun kaos olduğu yanılgısını körükleyebilir. Esasen problem,  her birinin diğerini atmak, yok etmek istediği bir hayatın var olduğunu iddia etmektir gibime geliyor. Biyografik fragmanlar, elbette şiirlerde söyleyen öznenin yaşantılarına atıflar yapıyor, atıf yapıldığı zamandan görüntüler, duygular taşıyor. Ama bilirsin, Necatigil’in dediği gibi “şiirler beraber söylenen solo şarkılardır”. Yani söyleyen özne hem tekil hem çoğuldur. O zaman biyografi dediğimiz şey hem şair öznenin kişisel yaşantıları hem de toplumsal yaşantılardır. Bir yazımda “Her Roman Otobiyografiktir; Otobiyografik Roman Yoktur” başlığını kullanmıştım. Bir metinde söylenilen varlık ile onu söyleyen özne, pratik düzlemden imgesel düzleme kadar iç içe geçmiş, geçiş noktaları bazen açık bazen örtülü sınırsız bir düzlem üzerinde zorunlu bir ilişki içindedir. Yani bende açılan yara da benden taşan arzu da hem benimdir hem insanlar arası bir insan olduğum için toplumundur. Evet bu fragmanlar, bundan önceki kitaplarımda vardı, bundan sonraki kitaplarımda da olacak. Ancak bunların tanınırlık, bilinirlik görünürlük durumu ve oranı okura göre nicelik ve nitelik kazanacaktır. Mesela senin şiirlerde otobiyografik göndermeler görmen salt benim kişisel yaşantımla ilgili değil; sahip olduğun toplumsal, siyasal, kültürel hafızanın harekete geçmesiyle ilgilidir. Yani o okullarda sen değilsen annen baban okudu, darbeleri sen yaşamadıysan onlar yaşadı, onların yaşadığı olayların biçimlendirdiği bir ülkede yaşıyorsun.

 

-Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme, Edebiyat ve Delilik, Öykü Burcu, Şiir ve Mekân, Roman Sevdaları, Roman Ne Anlatır gibi kitaplarınızda yazar ve akademisyen kimliğiniz öne çıkıyor. Bu çalışmalarınızın ortak bir hedefi var mıydı?

 

-Bu kitaplar, genel olarak akademik okuma dediğimiz -güdülenmiş okuma da denilebilir- bir okumadan çıkardığınız sonuçları veya okuduğunuza uyguladığınız çözümleme yöntemlerini sizin okurunuz olabilecek olanlarla paylaşma gerekliliğinden doğarlar diye düşünüyorum.  Belki de bu yüzden insan bu kitapları yazmak üzere metinleri okurken daha bir temkinli, daha bir disiplinli, deyim uygunsa daha bir ağırbaşlı (coşku karşıtı anlamında) oluyor. Özellikle sosyal ve kültürel bir pencereden baktığınızda, yazarı da kurduğu dünyayı da belli sorumluluklar taşıyan varlıklar olarak algılıyorsunuz ya da bu çıkarsamaları önemsediğiniz için metni, sosyal, kültürel, ekonomik gelişme ve dönüşümlere kayıtsız kalamayan organik birer malzeme olarak algılıyorsunuz. Böyle olunca metin, içine girip benzer deneyimleri yaşadığınız ortak bir dünyadan çok; durmadan evirip çevirdiğiniz, tasnif ettiğiniz, parçaladığınız sosyolojik, psikolojik bir laboratuvara dönüşüyor sanki. Bu bağlamdaki kitaplarımın bir ortak noktası belki şudur: Metinleri, içlerine sinen sosyolojiyle, psikolojiyle, kültür ve ideolojilerle, yazıldıkları zamanın özellikleriyle, bendeki bütün birikimle okumak ve bu alanlardan gelebilecek soru ve yöntemleri metinlere yöneltmek.

 

-Sizce bugünkü akademik çalışmalarda, edebiyat araştırmalarında veya Türk eleştirisindeki temel eksiklik ya da temel sorun ne?

 

-Akademik çerçevede yapılan çalışmaların, edebiyat tarihi, tasvir, derleme, istatistik gibi alanların dışına taşarak metinlerin yapılarına, problemlerine yönelmeleri gerektiğine inanıyorum. Edebiyat eleştirisinin diğer bilimler içinde oluşan verilerle, onlar merkezinde gelişen yöntemlerle temasa geçmesi gerektiğine inanıyorum. Buna bir katkı sağlamak istiyorum. Modernleşme tarihimizin genel yapısını ve tezahürlerini anlayıp tanımada çektiğimiz zorlukların, edebiyatla kurduğumuz eleştirel bağın yetersizliği ile ilintili olduğunu düşünüyorum. Kırkından sonra fark ettim ki örgün edebiyat eğitiminde genellikle sorular metne soruluyor ve cevaplar yine metin içindeki tasvir ve tanımlamalardan oluşuyor; metin kendini var eden çok geniş ortamdan bağımsızmış gibi algılanıyor. Sözünü ettiğim öğretim ortamında ne yazık ki “metinsiz edebiyat” dediğim bir öğretim veriliyor. Yani birçok kuramsal cümle kullanılıyor; metinlerin, Türk edebiyatındaki yeri ile ilgili, metinlerin teması/iletileri hakkında hükümler naklediliyor fakat bu bilgi ve hükümlerin bulunduğu metinler asla okunmuyor. Beni rahatsız eden bir tutum da çeşitli düzeylerde edebiyat öğretimi gören gençleri yazmaya sevk eden bir atmosferin oluşmaması. Hatta onları yazma konusunda korkutan, ürküten, özgüvenlerini sarsan bir ortamın inşa edilmesi. Görece olarak edebiyat üzerine daha fazla düşündüğü kabul edilen alanda ise daha farklı bir tıkanma var. Modern veya Postmodern süreçlerde Avrupa ve Amerika kaynaklı kuram ve yöntemlerle ilgili ilkelerden/özelliklerden söz etmek ama bu ilkeler ve özelliklerin kavrandığını gösteren eleştiri metinleri üretememek; bir bakıma taklit ve tekrar safderunluğuna düşmek. Tabi bu söylediklerim bütün meslektaşlarımı kapsamaz, nitekim bu problemlerle ilgili konuşan, yazan, öğrencilerini haberdar eden,  örgün edebiyat eğitimimize ürettikleri ile nitelikler kazandıran, benim de kendilerinden çok şey öğrendiğim, çok sayıda meslektaşım var.

 

-Elbette akademik bağlamdaki her kitabınızın, edebiyat eleştirisi literatürü içinde bir önemi ve değeri var ama ben iki kitabınızı seçmek ve ikisine kısaca değinmenizi isteyeceğim. Birincisi Edebiyat ve Delilik. Edebiyat ve Psikiyatrinin/Psikolojinin kesiştiği bir alana nasıl girdiniz, ne yapmak istediniz. İkincisi son yayımlanan Önsözler Kitabı adlı kitabınız. Farklı türlere ait kitapların önsözlerini nasıl ve neden bir araya getirdiniz?

 

Edebiyat ve delilik çerçevesi, çalışmanın psikiyatrik bir çözümleme olduğu veya öyle olması gerektiği beklentisini doğurabilir. Hemen söyleyeyim ki bu araştırma ve çözümleme, psikiyatrik semiyolojiye zorunlu olarak atıf yapsa da,  metinler, deliliğin bağlamları, kaynakları, sebepleri ve görünüş biçimleri bakımından “Entelektüel Düzlemde Delilik”, “Deliliğin Kuramsal ve Felsefi Kurgusu”, “Çocukların Delileri/Çocukça Deliler” şeklinde kümeleştirilse de esas olarak delilik öyküsünün ve delilik dilinin nasıl kurulduğunu, romanın veya öykünün bütünlüğü içindeki işlevinin ne olduğunu ve hangi düşünsel iletileri taşıdığını görmeye ve göstermeye çalışır.

 

Önsözler Kitabı’na on birinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar yazılmış sözlük, mesnevi, divan şiiri, modern şiir, roman, hikâye, tiyatro, edebiyat teorisi, biyografi, edebiyat eleştirisi türlerinden elli üç metnin önsözlerini seçtim. Seçtiğim bu önsözlerin, nerdeyse bin yıllık edebiyat ve kültür metinlerini temsil edemeyeceğinin elbette farkındayım. Önsözler Kitabı’nın önsözünde, önsözlerin hem metin dışı sayıldığını hem de metinlerle bağının asla koparılmadığını vurgulamış; bu çerçevede önsözlerin, bilgi-kuramsal, poetik, tarihsel ve biyografik metinler olduğunu söylemiştim.  Klasik dibace ve mukaddimelerde yazarlar genellikle bilgi kuramsal bir arka plan sunumu yaparlar.  Bilginin ve hünerin kaynağı, bu kaynakla insanın teması, dilin varlığı, insanın dil yoluyla idrakini inşa etmesi, sanat bilgisinin ve yeteneğinin doğası ve toplumsallığı, metnin özelliği, metnin hikâyesi hakkında konuşur. Modern metinlerin yazarları da az çok benzer konularda bir sunum yapabilirler. Özellikle edebî yeniliklerin ve bazı edebî türlerin ortaya çıkışlarında mesela Tanzimat dönemi yazarlarımız, roman, tiyatro ve hikâye hakkında mutlaka bir önsöz yazarlar. Bu önsözlerin okunması edebiyat tarihimizin yerli yerince yazılmasında ve bilinmesinde, edebiyat içre kuram ve uygulamaların daha önce nasıl ve ne kadar ele alındığının görülmesinde çok önemli işlevler üstlenirler.

 

-Bir söyleşinin bence en heyecan ve merak dolu yönü, bir yazarın/ sanatçının yeni çalışmalarından haber almaktır. 2022 için ya da önümüzdeki yıllarda okurları bekleyen yeni çalışmalarınız hakkında neler söylersiniz?

 

-2022 bitmeden iki kitap yayımlanabilir. Birincisi, Eleştirinin Eleştirisi adını verdiğim, Tanzimat yıllarından bugüne yayımlanmış eleştiri metinlerinden seçtiğim yirmi metni yeniden okumaya,  seçtiğim metinlerle ilgili nakledilen yargıları yeniden tartışmaya çalışıyorum.  İkincisi ise bir şiir kitabı.  Tabi ki şiir kitabı hakkında bilgi sadece şiir kitabı olduğudur.

 

-Söyleşimiz için değerli vaktinizi ayırdığınız ve cevaplarınız için teşekkür ederim.

 

-Ben de sana ve Yitiksöz’e çok teşekkür ederim. Her ikiniz de var olun. 

 

Sercan Ceyhan

 

Yitiksöz Sayı-12