Mehmet Narlı ile Öylece Yeryüzünde Üzerine

 

C.    Konuş: Şiir kitaplarınız çok uzun aralıklarla çıkmış. İlk kitap Çiçekler Satılmasın 1988, ikincisi Ruhumun Evvelyazıları 1998, Dil Kapısı 2010, Ömürlük Yara 2015, Öylece Yeryüzünde 2020. Otuz iki yıl ve beş kitap. Ne dersiniz?

 

M.    Narlı:    Otuz iki yılda beş kitap az değil mi diyorsun yani. Öyle. Bir öykücü dostum, “özellikle son on beş yıldır sağlam ve özgün şiirler yazıyorsun ama kitapların arasını o kadar uzatıyorsun ki arada kayboluyorsun” demişti. Tam hatırlamıyorum ama sanırım kem küm etmiş ama daha çok susmuştum. Senin sorun karşısında da durumum çok farklı değil. Ama madem yine söylendi. Birkaç söz edeyim.

 

Elbette böyle olsun istemezdim. Ama böyle olduğu için çok üzgün de değilim. Edebiyatta kuşak konuları, çok sözü edilen şairlik, bilinirlik gerçekten beni pek ilgilendirmedi. Her yıl veya iki yılda bir kitap çıkarmazsam eyvah falan gibi duygularım olmadı. Sanırım şiirim belirli aralıklarla değişmeler gösterdi ve bu aralarda neyin değiştiğini iyice anlamak için biraz fazla bekledim. İyi şiiri yakalamak, şiiri ağırlıklarından, lüzumsuz yüklerinden arındırmak bana hem daha önemli geldi.

 

C.    Konuş:    Değişmeler var dediniz; nedir onlar?

 

M.    Narlı: Aslında başlanılan yerdeki şiir ile şimdiki şiir hatta aradaki şiir birbirinden bütünüyle kopuk değil. Yani değişmeyen de var. Değişmeyen belki “söze düşmek”tir. İlgilerinizin beklentilerinizin, fark edilişlerinizin, inkâr edilişlerinizin, görülmeyişlerinizin, “dilin içinde bir yurt edinmek”te toplandığını seziyorsunuz. Peki değişen ne? Bunlardan birine şairlik anlayışı diyelim. Şunu fark ettim: Şairlik denilen statüye fazlaca meylederseniz, fazlaca teslim olursanız, şiire kötülüğünüz dokunabilir; toplumsal, düşünsel ilişkileriniz çeşitli ilişkilerle içtenliğini yitirebilir.

 

Oysa şimdi şairliğin, bir öznenin inançlarını, bilgilerini, rüya ve hayallerini, isyan ve umutlarını toplayarak dilin içine yerleşip orada yaşamak olduğunu düşünüyorum. Önceki şiirlerin biraz anlatımcı olduğunu sanıyorum. Şimdi şiirin bütünüyle bir biçim olduğunu düşünüyorum. Ama bu biçim, kendisi olarak bir bilinç düzlemi ile temas halindedir. Nerval’in, dediği gibi insan imgeleminin, bu dünyada ya da başka bir dünyada, gerçek olmayan bir şey yarattığını sanmıyorum.

 

C.    Konuş: Öylece Yeryüzünde kitabınızda insanın arayışını konuşuyorsunuz. Zaman, mekân ve insan üçgeninde insan nerede duruyor?

 

M.    Narlı: Sezai Karakoç İkinci Yeni’yi değerlendirirken “Konuları insandı; evrende insanı arıyorlardı ama bulmaya niyetleri yoktu.” anlamında bir tespit yapmıştı. Elbette şiirin bütün derdi insan. İnsanın arayışları, buluşları, kaybedişleri, korkuları, kavrayışları, yanılgıları vs. insan zamanın ve mekânın merkezinde. Ama merkezlilik durumunun hadsiz bir genişleme olmadığını; tersine zaman, mekân ve eşya hadlerini kendinde bulduğu zaman insanın merkez olabileceğini hissediyorum. Yazan da okuyan da şiir dediğimiz metaforik ezgide suyu, toprağı, anasını, babasını, yurdunu, her nesnede her mekânda her türküde her yüzde yuva kuran dili, insanın onurunu duyabilirse meşru ve adil bir merkezlilik durumundan söz edebiliriz. O merkez, ruhsal yurdumuzdur ve şiirler bizim o yurtta yaşadığımız duygusunu yaşatırlar.

 

C.    Konuş: Modernleşme insana dair her şeyi unutturmaya çalışıyor. Yeryüzünde yaşayan insan kıblesini, merkezini kaybetmiş durumda. Şiir bu kıblesizliği açığa çıkaracak güçte mi?

 

M.    Narlı: Önce şunu tespit edelim, eleştirilerimize, isyanlarımıza rağmen, hepimiz, hayatları, mekânları, inançları, öğrenme biçimlerini yapı ve içerik olarak çok büyük değiştiren modernliğin, Türkiye bağlamında ise modernleşmenin hatta biraz da görgüsüz bir modernleşmenin çocuklarıyız. Modernlik aslında klasik kuramı yıkarak duyusal epistemolojinin ortaya koyduğu kudretli insanı merkeze aldı.

 

Kudretli insan iddialarını gerçekleştirmeye çalışırken sürekli yıkmak ve yapmak zorunda kaldı. Bu sürekli yık-yap, insanın konumunu sarstı. Sarsıntılar, ilerleme, başarma hırsını körükledi ama artık korku ve güvensizlik de insanın kurtulamadığı bir yaşama biçimi haline getirdi.

 

Romantizmin ve realizmin çok iddialı sürecinin hemen ardından, mahkumluk, isyan ve kaos, edebiyatın merkezine oturdu. Türkiye bağlamında bu merkeze aceleci kabuller ve inkârlar eklendi. Şiirin tek başına modernliğin hastalanmış merkezini teşhis etmeye ve insanı oradan kurtarmaya gücü yetmez.

 

Ama insanın izan ve idrakinin yenilenmesinde, inkâr, nefret ve korku atmosferinin dağılmasında, insanın kendi ruh ve bilinç köklerine tutunmasında etkili olabilecek bir dünya oluşturabilir.

 

C.    Konuş:    Kitabın ilk bölümü insanın yeryüzü şahitliğine dair sorgulayıcı şiirlerden müteşekkil. İkinci bölüm ise adından anlaşılacağı gibi şairin doğumuyla başlayan serüvenini anlatıyor. Şair yeryüzünde neyi arıyor?

 

M.    Narlı: Dilim tutuluyor bu tür sorular karşısında. Her söyleyeceğim hemen bir iddiaya dönüşecek ve boğazıma tıkanacak gibi geliyor. Arıyor mu, yeryüzünün kaderine Necatigil’in dediği gibi beraber ve solo bir şarkı mı söylüyor; bilmiyorum. İnsan olan şairin, insanî bir hayatı düşünüyor olabilmesi, insan olarak kendi önemini kavramasıyla mümkündür. Belki de hepimiz biraz daha insanlaşma imkânı olabilir diye şiire yöneliyoruz. Belki de örterek, saklayarak, yeryüzünde olmaklığımızdan kaynaklanan yaralarımızı, acılarımızı, korku ve umutlarımızı, ayartıcı ve yozlaştırıcı dünya ile sınavımızı söylüyoruz.

 

C.    Konuş: “Her dönem kendi şiirini çıkarır” demişti Ömer Yalçınova. “İnsanı savunan” bir şair olarak sizce dönemin şiiri insanı anlatıyor mu?

 

M.    Narlı: Ne kadar anlatıyor, nasıl anlatıyor o ayrı. Ama insanın dışında bir şiir olamaz. Şiir binlerce yıl önce de insanın aşklarını, acılarını, hayallerini, isyanlarını, korkularını söylüyordu, şimdi de. Ama insanın kendini idrak etmesinde, tanımlamasında, eylemlerini anlamlandırmasında farklılıklar olmuyor mu? Oluyor elbet.

 

İnsanı Yunus Emre olarak, Fuzuli olarak algılamadığımız için onlar gibi şiir yazmamız artık mümkün değil. Yapmakta ısrar edersek geleneğin değil nostaljinin çukuruna yuvarlanmış oluruz. Bugün ve burada olan insanız biz. Dilimiz, bilgimiz, arzumuz, yaramız, tasavvurumuz, bugün ve burada. Aidiyetimiz, kimliğimiz bugün burada olan bir dilin içinde. Geçmişin dili içinde bugünü söyleyemeyiz. Ama bu söylediklerim, öncekinin yok olduğu anlamına gelmez; önceki bugünün içindedir.

 

Çünkü dil, bütün anlam düzeneklerini taşırken yeniden kurar. Şairin ilk idrak etmesi gereken şeylerden biri de budur. Bugünün insanının yaşantıları ve duyarlıkları içindeki arzuyu, yanılgıyı, sadeliği veya kaosu bilinç düzlemine taşıyamayan şair, dilde kök salamaz ve şiir dediğimiz dil biçimini kuramaz. Necip Fazıl’ı, Behçet Necatigil’i Sezai Karakoç’u, Turgut Uyar’ı, İsmet Özel’i Cahit Zarifoğlu’nu, Hüseyin Atlansoy’u düşününce genel anlamda şiirimiz bu bilinç düzlemine yaslanarak insanı anlatıyor diyebilirim.

 

Ama dille yataktaş olmayı çok hedonist düzeyde yaşayan; dilin şehvetine, büyüsüne kısaca ayartıcılığına fazlaca “kapılan” bir şiir de var mı, var. Bütün sınırları aşan kuralları aşan özgür yapılı şiir formları çıkıyor. Bu da güzel bir şey ama ilginç bir şey oluyor: Sanki savrulan imgeler bir yerlerden emanet alınıyormuş gibi geliyor bana. Yani kimi şairlerin kendileri ile dilleri arasında bir “boşluk” var gibi.

 

C.    Konuş: Hocam, son soruda Öylece Yeryüzünde’deki son şiirin bir dizesine atıf yapmak istiyorum: “terk etmek için mi yaşarsın bulmak için mi”

 

M.    Narlı: Aslında terk ederek yaşıyoruz; her an bir hali, bir duyguyu, bir insanı terk ediyoruz. Her terk ettiğimizden kopmuş olamıyoruz; her terk ettiğimiz ölü veya diri içimizde duruyor. Baktığımız, dokunduğumuz, düşündüğümüz her şey de bize bakıyor, dokunuyor, kendisinde bizi saklıyor. Bulmak, her zaman bir aramanın hedefi ve sonucu mudur; tesadüf veya tevafuklar bulmak mıdır; bulduğumuz şey aradığımız mıdır doğrusu bilmiyorum.

 

Terk ettiğimiz bizde olandır; bulduğumuz bize gelen. Bizden olanla bize gelenle defalarca acılanıyoruz, kalkıyoruz, düşüyoruz, yaşıyoruz, ölüyoruz. Bütün kayıtlarımız, terk ettiklerimizde bulduklarımızda. Ama ikisi arasında kapatamadığımız bir mesafe var. Mesafe, açık bir yara olarak duruyor.

 

C.    Konuş: Hocam çok teşekkür ederim. Yeni kitap için tekrar tebrik ediyorum.

 

M.    Narlı: Ben teşekkür ederim. Yitiksöz’e uzun ve bereketli ömür dilerim.

 

Cengiz Han Konuş 

 

Yitiksöz Sayı-2