Mehmet Sabri Genç’le Sanatın Seyri üzerine 

 

-Sanatın Seyri hayırlı olsun. Kitapta genel itibariyle edebiyat üzerine düşündüğünüzü görüyoruz. İlk sorumuz bu olsun: Edebiyat üzerine neden düşünmeliyiz?

-Henry Miller “Sanat, parçalanmış ruhun kenar dikişleridir,” der. Kitabın söz başında arz ettiğim üzere artık “çağın ruhu” yok, “çağın bedeni” var. Dolayısıyla çağın bedeni zaten paramparça. Miller’in bu sözünü şöyle güncelleyebiliriz: “Edebiyat, parçalanmış ruhsuz bedene yeniden bir ruh katabilir.” Ancak çağımıza yeniden “ruh” katabilmek için, mevzubahis edebiyatın ne’liği yani mahiyeti üzerine düşünmek elzemdi. Yıllardır küresel ölçekteki siyasi ve toplumsal dönüşümlerin, dünyada çağa ruh giydirmeye muktedir olabilecek yanıt kuvvelerinin bu topraklarda var olduğunu düşünüyor ve biliyorum. Bununla beraber, yine dünyada kendi “yanıt”ını bu kadar çürütecek aymazlıklar peşinde olan başka bir milletin olmadığını da düşünüyor ve biliyorum. Amacım bu eserin merkezine edebiyat konusunu yerleştirerek, edebiyat üzerinden felsefi mülahazalarla sorunların tespitini ve varsa da çözümlerini sunmaktır. Gençliğini Batı’nın tüm dehlizlerini tecrübe ederek, gözlemleyerek geçirmiş, orada felsefe tahsili görmüş ve buna rağmen de kendi kültürel kodlarını, insanlığa sunulabilecek yanıtlarını hiçbir zaman yitirmemiş biri olarak, yıllardır kaleme aldıklarımı, özellikle de soyut değerleri çürütülmeye çalışılan güzide milletimle paylaşmaktı amacım. En azından safımı belli etmekti. Dolayısıyla, bu duruşu göstermeyi en mümkün kılan alanın da sanat ve sanatın en yücelerinden edebiyat olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir toplum yerle bir olsa da Yunus orada duracaktır. Taptuk Emre de, Barak Baba da... Ancak bu toplum yerle bir olursa Nietzsche de orada durur ama elinde kırbacıyla. Edward Said’in “Freud ve Avrupalı Olmayan” kitabındaki Freud da orada durur. Bu sebeple, kök sorunu yaşayan, mağlup hissedilen bir topluma, millete denenmemiş bir çerçeveyle bu meseleleri hatırlatmak zorundaydım.

 

-Edebiyatın kodlarından söz ediyorsunuz kitapta. Denilebilir ki Sanatın Seyri baştan sona bu kodların çözümlenmesidir. Edebiyatın kodlarını kimler, neye göre, nasıl oluşturuyor? Kodların anlamları nelerdir?

 

-Edebiyatın kodlarını, iliklerine kadar hayatın ortasında duranlar ve buradan yazanlar belirler. Thomas Bernhard’ın deyimiyle, “Sen hayatın ortasındaysan hikâye gelir seni bulur, ancak ahmaklar hikâye peşinde koşar.” Edebiyat, hikâyelerin kovalandığı, acılarla, bilgiçliklerle cilveleşmek için öykülerin yazıldığı bir yer değildir. Ancak görünene göre, ilginçtir ve gariptir ki sizin bahsettiğiniz kodları da böyleleri, yani hikâye peşinde koşanlar belirliyor. Parçalanmış bir toplum hastalığı bu. Hayatın ortasından oluşturulmuş kodları dillendirse, kendi kodlarının bir anlam ifade etmediği anlaşılacak çünkü. Mesela bu türden kod dikte ettirme peşinde olanlar, örnek aldıkları veya sonuna kadar hayranı oldukları hayatın ortasından yazmış olan edebiyatçıların çileli hayatlarını bilirler, ancak kendileri bu çileden uzaktırlar. Misal en sevdiği yazar belki yaşadığı dönemdeki zulümlere başkaldırdığı için ömrünü hapislerde geçirmiştir. Ancak kendisi, burnunun dibindeki zulümlerden bihaberdir. Bihaber olmakla birlikte, zulme de ortak olur. Bu onları edebiyatta, sanatta şahsiyet kılmaz tersine bir zavallı kılar. Dolayısıyla bu türden bir riyakârlık üzerinden mafyalaşma oluşuyor. Bu küresel ve küreyerel mafyalaşma da bir kod dikte ettiriyor. Benim çözümlemeye çalıştığım, bu dikte ettirilene karşı elden geldiğince hakiki kodları hatırlatmak, bu despotluğa, sahteliğe başkaldırmaktır.

 

-Edebiyatın dünyada ne tür değişimler geçirdiğini Sanatın Seyri’nde okuyabiliyoruz. Yorum ağırlıklı, bir edebiyat tarihi okumasıdır bu. Geldiğimiz noktada Müslümanların kendilerine yutturulan dolmaların farkına vardıkları söylenebilir mi?

 

-Kitapta, aslında gözlemlediğim bütün dönüşümler; felsefi, tarihsel ve yeri geldiğinde antropolojik bir temelle ele alınıyor. Tabii ki bir ayağımı elden geldiğince ve sağlamca bu toprakların hakiki kodlarına basarak bunu yapmaya çalışıyorum. Dünyada ister sanatta ister bilimde, ilimde kim ne yapmışsa, dimağı her zaman onu başka hiç kimseye benzemez kılan tarafının yani kimliğinin cephesinde olmuştur. Amin Maalouf’un kimlik tanımıdır bu. Kimlik der, seni başka hiç kimseye benzemez kılan şeydir. Başkası olmaya çalışırken, kendi hazinesini haramilere yedirenlerin ortaya koyduğu şey sanat değildir, edebiyat hiç değildir. Evrensel anlamda hiçbir değeri olmaz. Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık adlı eserinin ilhamını ninesinin ona anlattığı fantastik masallardan almıştır. Başka hiç kimseye benzemez olan tarafının çok iyi farkındaydı. Bizde bu farkındalık inanılmaz derecede sıkıntılı ve sorunlu. Şu topraklarda üretilmiş masalların, destanların haddi hesabı yoktur. Yani bizi başka hiç kimseye benzemez kılan inanılmaz bir hazinemiz var ancak bunları görmememiz ve hep başka kimliklere öykünmemiz; sanatımızı, edebiyatımızı, sinemamızı aymazlığa sürüklüyor. Her alanda dünyaya evrensel bir hâlle sunabileceğimiz sayısız ilham noktalarımız var. Bu kadar körleşmiş olmanın acısı, kederi, anlaşılmazlığı beni inanılmaz derecede müteessir kılıyor. Müslümanlar, kendilerinin başka hiç kimseye benzemez olan taraflarının üstüne ölü toprağı attılar. Toprağı da başka kültürlerden aldılar. Edebiyatımızı öldürdüysek bunun üstünde Fransız varoluşçularının gönderdiği ölü toprağı var mesela, sinemamızı öldürdüysek bunun üstünde Hollywood’un gönderdiği ölü toprağı var. Hatta o kadar çaresiziz ki, mevzubahis sinemaysa İran’dan bile toprak ithal etmek için çırpınıyoruz. Yani bu kültürü kendimize en yakın kültür olarak gördüğümüz için belki. Bir de Farsların kimlik sahibi bir şekilde sanat yapmalarına öykünüyoruz, sonra da bu öykünme bir ibrete bir soruya dönüşmüyor. Bu sefer de İran’ı taklit ediyoruz. Mezarlığımız rengarenk topraklarla dolu ve bu renkliliğin tadını çıkarıyoruz…

 

-Günümüz edebiyatına mesafeli yaklaşıyorsunuz. Daha doğrusu eleştirel… Postmodern edebiyatı neredeyse yerden yere vuruyorsunuz. Bunun sebebini öğrenebilir miyiz?

 

-Mesafeli olduğum şey az evvel bahsettiğim sorunlu mesele aslında. Bu sorun eğer geçmişteki edebiyatımızda olsaydı, ona da mesafeli yaklaşırdım ki yakın geçmişe de öyle yaklaşıyorum. Bunun dışında, yerden yere vurduğum şey insanı anlamsız varlığa indirgemeye onu sadece zavallı, çaresiz ve acılarıyla cilveleşen bir varlığa dönüştürmeye çalışan bir anlayışa karşı. Postmodern sanat insanın idrakine değil algısına hitap eden ve bu algıyı şoke edendir. Duyusal bir travma yaratmak üzere kuruludur. Çünkü çağımızın bedeni duyusal bir şekilde parçalanmış, algılarımızı yerle bir eden aldatıcı derecede renklendirilmiş elbiselerle dolu. Bu elbiselerin aldatıcılığına karşı tabii ki başkaldırıp, onu kendi ruhum ve bedenim üzerinde görmek istemem. Uyuşturulmuş varlığı olmaya karşı direnmek, insanın aslî vazifesi olmalıdır herhalde. Modern Batı Edebiyatı ve bizim buna öykünen kimliksiz sanat anlayışımız tamamıyla nefsin en alt derekesinden seslenir. Sizi ikinci kata çıkarmaz. Dibin dibinde, karanlığın bütün sorunlarıyla sizi baş başa ve çaresiz bırakır. Çok sevdiğim İsveçli yönetmen Roy Andersson’un “İkinci Kattan Şarkılar” adlı filmi bu dediğim duruma, anlamsızlığa, modern dünyanın bütün absürtlüğüne karşı muhteşem bir başkaldırıdır. Aynı zamanda Chuck Palahniuk’un Dövüş Kulübü adlı eseri de öyledir. Bu eserlerde görülen çaresizliği bu milletin yaşaması, on kat daha büyük şoklar ve travmalar yaratacaktır, yaratıyor da…

-Düşünce tarihiyle edebiyat tarihi arasında ortak yönler var. Hatta bunların birbirine paralel ilerledikleri bile söylenebilir. Siyasi tarihle, toplum tarihiyle de öyle. Edebiyatın bu kadar etkin bir gücü var mıdır gerçekten? Yoksa edebiyat sadece bir yansıtıcı mıdır?

-Mustafa Özel hocamızın son yıllarda bu sorunuza cevap teşkil edecek çok iyi çalışmaları yayınlandı. Ona göre roman geleceği belirler ve edebiyat çok mühim bir içtimai şahitliktir. Ziya Gökalp’e göre “roman en hakiki sosyolojidir.” Edebiyatçıdaki yüksek idrak-gözlem gücü ve hassasiyet, herhangi bir sosyoloğun nesnel bakışından tabii ki çok daha etkilidir. Dostoyevski, dünyanın en iyi psikoloji profesöründen daha yüksek idrakte psikolojik okumalar yapabilmiştir. Çünkü hayatın tam ortasındaydı ve fark etmeden tüm hikâyeler ona aktı. Yüksek idrak sahibi edebiyatçıların hayatı çarmıha gerilidir. Böyle bir çarmıhta, özgün serüvenlerden mana itibariyle ıstıraptan dökülecek sözler, çarmıhta son sözü “Bitti!” olan Hz. İsa’dan farklıdır. Edebiyatçı “Bitti!” demez; nasıl bitmeyeceğini kanlar akıtarak haykırmaya devam eder.

-Sanatın Seyri, Dünya Bir Gelindir’in düşünsel arka planı gibi. Merak ediyorum, mütefekkir Mehmet Sabri Genç’in, romancı Mehmet Sabri Genç’le ilişkisini. Bunların birbirini nasıl etkilediklerini…

-Sanatın Seyri, Karekök Hayat adlı eserimin de düşünsel arka planı. Şey ve Tan’ın da. Dünya Bir Gelindir malumunuz bir üçlemenin ilki. Söyleşinin başından beri bahsettiğim dönüşümleri, kendi hayatımın ortasına akan hikâyelerle elden geldiğince arz etmeye çalışacağım. Mütefekkir tarafım, kendini birçok tecrübeyle hemhâl kılmış ve insanlığın asli meselelerine odaklanmış edebiyatçı tarafımı besliyor belki de. Mütefekkir olunmadan ya da yüksek bir idrake sahip olunmadan herhangi bir içtimai şahitliğe muktedir olunamayacağını düşünüyorum. Max Weber ve Thomas Mann ikilisini örnek verecek olursak, Mann her zaman Weber’den daha derinliklidir ancak Weber kadar da açık, seçik, sarih değildir. Edebiyat, nesnelliğin üstündedir çünkü. Edebiyat, nesnel olana müthiş bir yetenekle öznel içgörü elbisesini giydirir.

-Yeni romanınızı ne zaman okuyabileceğiz?

-İlk romanımın temelini 2004 yılında henüz 21 yaşındayken atmıştım. Sonra bu romanı bitirmem 14 yılımı aldı. Ancak toplamda ortalama 76 saatte yazıldı. 14 yıl içinde 76 yoğun saatte. Bu benim kararım değildi. Hayatın ortası böyle istedi. Konu belirleyip, kütüphaneye oturup da roman yazanlardan olmadığım için hayatın ortasında olmaya ve buradan yürümeye devam ediyorum. Hikâyeler boyuna akıyor. Yeni romanımın adı “Dünya Bir Penceredir”. Üçlemenin ikincisi… Şu anda dimağımda yazılıyor. Aktarılması kaç saat sürer bilmiyorum…

 

Ömer Yalçınova 

 

Yitiksöz Sayı-4