Merve’nin Altınları

 

“Dünyanın en uzun hüznü yağıyor Yorgun ve yenilmiş insanlığımızın üstüne.” Erdem Bayazıt

 

Emre’nin babasıyla, Merve’nin babası Celal Abi tanıştırmıştı bizi. El sıkışırken de tekrar isimlerimizi söylemiştik. Mersinliymiş. Tarsus’tan. Fatih. Ana yol kenarındaymış köyleri. Oralara yolumuz düşerse mutlaka uğramamızı, uğramadan geçmememizi döne döne tembihlemişti. Hatta yolumuz düşmeden de hususi olarak arabalara doluşup gelmemizi istemişti, Emre’nin babası. Yazın biraz sıcak olurmuş ama insanı rahatsız etmezmiş o sıcak. Tarsus’un sıcağı! Bilmem mi? Geçen Pazar günü olmuştu bu anlattıklarım. Merve ve Emre’nin nişanında. Nuran Abla nişan için uzun uzun hazırlık yapmıştı. Düşünsenize, nişan yapacağız diye evdeki her şeyi değiştirmiş, yenilemişti. Bu, bu gidişle düğünde de evi değiştirir, demişlerdi. Gülüşmüştük. Allah var çok güzel süslemişti evi; yerlerden tavana kadar çiçekler, kurdeleler ve çeşit çeşit süs malzemeleriyle donatmıştı. Emre ve bizim Merve’nin elbiseleri de çok güzel olmuştu. En çok konuşmaları, hareketleri hoşuma gitmişti nişanını yaptığımız çiftin. Öyle sokak takımı kılıklı kızlar, sosyal medyada tanışmış oğlanlar gibi toplum içinde birbirlerine hayatım, aşkım diyerek sağı solu rahatsız etmemişlerdi. Yok, yok çok güzel bir çift olmuştu bizim Merve ile Fatih Abi’nin Emre’si…

 

Mehmet Emin “İsrafil aleyhisselam -hâşâdayanamayıp bakalım ne çıkacak diye Sur’a üflemiş olabilir.” demişti. O kıyamet denemesinden sonra her şey yok oldu. Mürşide telefonda ağlamaktan olayı zor anlattı. Koştuk ama on beş dakikalık yol iki saatten fazla sürdü. Fakat gitmek istediğimiz yere araçla girmek imkânsız. İlk bulduğumuz yere arabayı park ettik. Yağmur altında neredeyse koşar adımlarla yürüyoruz. Her yer korku filmi sahnesi gibi; toprak yığını hâline gelmiş yedi sekiz katlı binalar, yeri göğü inleten ağlamalar, çırpınışlar.

 

Merve’ymiş o. Evet evet Merve’ymiş. Mürşide’nin, “Teyze, Merve’yi götürüyorlar!” demesiyle Nalan’ın “Merve!” diye çıldırdığını gören gençler “Hayır” dediler, “Bu Merve değil.” Nalan, bir battaniyenin arasında iki gencin taşıdığı, yeğenine benzettiği cesetten kızları Hazal ve Sevde Aslı’nın yardımıyla uzaklaştı... “Yok, o Merve değildi ihtiyar biriydi.” dedi duyulur, duyulmaz bir sesle. Zaten duyulur bir sesle de dese ancak o kadar duyulurdu sesi. Ben sesinden ziyade başörtüsünün altından saçlarını aradım. O çıldırmada tüm saçı bembeyaz oldu zannettim. Bir taraftan yedi nokta yedi şiddetindeki depremin artçı sarsıntıları devam ediyor. Diğer taraftan; alt katları, iyi bir usta elinden çıkma kerpiç duvar gibi üst üste binmiş, yukarıda üç beş katı yarım yamalak ayakta duran binaların sağından solundan dökülen parçaların sesleri, ambulans, cenaze arabası ve kulakları tırmalayan kornalar. Öyle bir felaket ki, Türkçedeki beş yüz yetmiş bin kelime arasından bu felaketi tarif edebilecek bir kelime bulamıyorum. Kim bilir belki bizden sonra gelenler bu felaket için yeni bir kelime bulurlar.

 

Bizim aile ancak öğleye doğru Gülbike Apartmanı’nın güneybatı cephesinde, Celal Abigilin dairesinin bulunduğu tarafta toplanabildik. En son Emre ile Meryem geldi. Adana’dan geliyor onlar. Orada çalışıyorlar. Emre’yle Meryem’in gelmesi her şeyi yeniden altüst etti. Emre’ye; ilk sarsıntının Merve’yi birinci kattan dışarı fırlattığını, vücudunda yaralar olduğunu, onu yerde görenlerin bir müddet kalp masajı yaptıklarını ama kurtarılamadığını ve şu anda hastanenin morgunda olduğunu anlattık. Emre ağladı… Emre, orada bulunan herkese tek tek sarıldı. Sarıldığı kız-oğlan, kadın-erkek herkesin omuzlarında hiç çekinmeden doya doya ağladı. Sonra omuzlarında kocaman bir dağ ölüsü taşıyormuş gibi zar zor, geceden beri bir saniye durmayan yağmurun cıbalağını çıkarttığı bir beton parçasının üzerine oturdu. Yine ağladı, Emre. Sanki ağlamayı ilk defa keşfetmiş, çok hoşuna gitmiş ve ağladıkça ağlayası geliyormuş gibi kendisini sıkmadan, nasıl ağlayacağını düşünmeden, hıçkırıklarını yutmadan ağladı, sere serpe, rahat rahat ağladı. Mürşide ve Meryem de ağladı; kardeşlerinin öldüğüne, annelerinin, babalarının enkaz altında kaldığına. Merve, Meryem’in ikiz kardeşiydi. Ağlamak en çok onun hakkı olmalıydı. Celal Abi ve Nuran Abla her anne baba gibi bütün çocuklarını severdi ama Mehmet Emin sanki bir adım önde miydi ya da bana mı öyle gelirdi? İstanbul’da çalışıyor. Akşama, olmadı geceye ancak yetişir.

 

İki kişiyi, iki kulpundan tuttukları bir çorba kazanı ile yanımda gördüğüm anda daldığım düşüncelerden sıyrıldım. Aslında bir şey düşündüğüm yok, geçirdiğimiz son bir haftaya takılıp kalmışım, o kadar. Şu, paslanmaz sacdan yapılmış, hangi daireden yere düştüğü belirsiz tarhana fıçısının içinde yanan ateşin başında oturan kimsenin de bir şey düşündüğü yok. “Hayır, düşünmüyordum; hatırlamak demek düşünmek demek değildir.” diye bir cümle görmüştüm Cengiz Dağcı’nın bir kitabında. Hangi kitabı olduğunu hatırlamıyorum. Mehmet Emin geleli bir hafta oldu. Merve’yi toprağa vereli beş gün. İyi ki de gelmiş Mehmet Emin. Morglarda cenazeler karışmış. Mehmet Emin’le Meryem yüzden fazla cesede bakmış Merve’yi bulabilmek için. İyi ki gelmiş Mehmet Emin. Son gece kardeşini arabasında misafir etti. Arka koltuğunda yatırdı. Nuran Abla göçük altında olmasaydı, kızını, Merve’sini koynunda yatırırdı, toprağa verilmeden önceki son gecesinde. Hasan Anıl ateşe iki odun, daha doğrusu ne olduğu belirsiz iki ahşap attı. Çıkan alevle birlikte çirkin bir boya kokusu yayıldı etrafa. Az sonra da o çirkin koku, enkazlardan dağılan daha çirkin kokulara karışıp kayboldu. Günlerdir yardımsever milletimizin gönderdiği odunların yanında, enkazlardan bulduğumuz yanacak her şeyi yakarak ısınıyoruz. O kadar pahalı vitrin, çeşit çeşit dolap, oturma odalarının, salonların o kadar güzel koltuk takımlarının parçalarını ateşlere veriyoruz. Salon, koltuk deyip geçmemek lazım. O salonlar, o koltuk takımları ki ne nişanlar bozdurmuş, ne evlilikleri sonlandırmıştır. Ne kalpler kırılmıştır, ev ahalisinin bile rahat rahat gidip oturamadığı o salon takımları için. O salonlar ki nice insanlara tapınak, niceleri de o tapınaklara şövalye olmuştur. Hatırlamak demek düşünmek demek değildir, şu önümüzdeki ateşte yanan parçalar bana Hazreti Ömer’in helvasını hatırlattı. “Helvayı yapardık, ona tapardık. Sonra acıkınca yerdik.” Bin beş yüz yıl sonra geldiğimiz nokta! Nokta… Bir anda tüm makineler motorlarını durdurdu. Jeneratörler kapatıldı. Işıklar söndü. Herkes sustu. Zifiri karanlığın karnında bir ses yankılandı. “Sesimi duyan var mı?” Bir daha. Bir daha. Sesini duyan olmadı... Jeneratörler açıldı, motorlar gürüldedi. Bana uzatılan çorba bardağını alırken, çorbayı uzatan ele bile isteye dokundum. Milyonlarca güzel insanın kalbinin attığı bir el. Daha çorba bardağını avuçlamadan içim ısındı. Son bir haftadır büyük küçük, baba çocuk herkese istediği zaman istediği kadar ağlamak serbest. Çorba içerken bile. Oturduğum tahtanın üstünde vücudumu komple kapatan, üzerinde AFAD yazılı battaniyenin altından telefonumu koyduğum cebimi buldum. Saat gecenin üç buçuğu. Şu saatte evlerinde sıcak yataklarında mışıl mışıl uyuması gereken, hangi şehirden geldiğini bilmediğimiz insanlar çorba dağıtıyor. Başında beklediğimiz enkazda gecenin saat üç buçuğunda dört tane iş makinesi çalışıyor. Millet yanımızda, devlet önümüzde…

 

Bugün sekizinci gün. Elbistan depreminin üzerinden yedi buçuk gün geçti. Bir fırtına çıkmış gibi ağaçların dalları sağa sola savrulmuştu. Bulunduğumuz yerde ağaç gövdelerine sarılarak ayakta durabilmiştik. Bugün sekizinci gün. Sabahın erken saatleri. Gönülsüz bir güneş bulutların arasında yükselmeye çalışıyor. Ne bulutlar güneşi kapatmak için ne de güneş bulutlardan kurtulmak için çaba harcamıyor. Öylesine. Kadere kısmet. Hangisine ne gelirse. Ama aşağısı öyle değil. Üzerimizden bir helikopter geçiyor, ben geçen helikoptere bakıyorum. Hemen yukarıdan Nahırönü’nün üzerinden de bir helikopter geçiyor; ona da bakıyorum. Kafamı şehrin üstüne doğru çevirip helikopter arıyorum: Bakmak için. Gözlerim kuş sürülerine takılıyor. Yağmura, kara, fırtınaya aldırış etmeden günlerdir havalanıp, havalanıp iniyorlar. Şimdi yine uçuyorlar. Enkazlarda can veren ablalar, abiler geliyor aklıma ve çocuklar; kuşlar için balkonlarına yem bırakan ablalar, abiler, çocuklar. Bir helikopter uçuyor, arkasında bir sürü kuş. O demir yığını makineyi şefkatli bir nineye benzetiyorum. Kuşları öksüz çocuklara...

 

İş makinesinin kovasından dökülen eşyaların arasında buldum bu kitabı. Cennet mekân Erdem Bayazıt’ın şiirler adlı kitabı. Celal Abi’nin kitapları arasındaydı. Onun da soyadı Bayazıt’tı. Her iki ailenin de Bayazıtoğulları’ndan geldiğini, birbirlerine uzaktan akraba olduğunu söylerdi Celal Abi. Kitabı bulandığı tozdan temizledikten sonra çevirdiğim ilk sayfada, “Hiçbir sır kalmamış ardında hiçbir duvarın/Nereye gitti diyorum benim elbisem nerede/Şehir soyunmuş diyor biri/Şehrin elbisesini çalmışlar.” diyor şair. Şehir soyunmuş, diyen benim ey şair! Ben gördüm şehri, elbisesini çalmışlar, çırılçıplak işte önümüzde dümdüz yatıyor. Buradan bakınca kale görünüyor, Malik Ejder Türbesi görünüyor. Önümüze dökülen her kovanın ardından hayallerimizden uzaklaşıyoruz. Umutlarımız azalıyor. Mürşide’nin minik kızı İpek’in oyuncak bebeği çıktı bir kovadan, kafası kopmuş olarak. İpek çok ağladı. Sonra bir asker geldi. O da ne! İpek’e bir bebek hediye etti. İpek yeni bebeğini çok sevdi. Akşam karanlığı henüz çökmemişti çıplak şehrin üstüne. Enkazda arama yapan askerlerden biri elinde kırmızı bir kese olduğu hâlde yanımıza geldi. Kesenin bizim beklediğimiz enkazdan çıktığını, bizimle ilgisi olup olmadığını sordu. Mürşide kesenin annesine ait olduğunu, içinde Merve’nin altınları olduğunu söyledi. Cep telefonunu çıkartıp, geçen hafta çekilen nişan fotoğraflarını gösterdi. Merve’nin kolunda, gerdanında altınları gören asker keseyi Mürşide’nin avcuna bıraktı. Acele işi olan birini taklit edermiş gibi başı yerde yanımızdan uzaklaştı. Mürşide, elindeki keseye aşağılayıcı bir gözle baktıktan sonra, “Biz bunu depremin ilk günü görmüştük, ben elime aldım sonra aldığım yere geri bıraktım, annem, babam gitmiş, kardeşim gitmiş!..” dedi.

 

Birkaç yıldır bayramda kurbanlarımızı Elmalar köyünde kestiriyoruz. İş bitince kesilmiş kurbanlarımızı alıp evlerimize dönüyoruz. Böyle ailecek, kalabalık bir şekilde gidiyoruz her defasında. Tıpkı buraya geldiğimiz gibi. Merve’den sonra iki kurban daha vermişiz Gülbike apartmanına. Tek biz değil tabii, burada bekleyen herkes vermiş. Kurbanını alan yola düşüyor. “Ölüm aslında pahalı bir şeydi. Fakat bazen ucuzlar, herkesin olurdu.” diyor, A. Tanpınar. Bugün ölüm bedava…

 

Hasan Keklikci

 

Yitiksöz Sayı-22