Modern Bir Mersiye: Hayat Ağır, Ölüm Hafif

 

Acı; hazzın karşıtı, hoş olmayan, bizi huzursuz eden duygunun adıyken bazen “çok derinden gelen, yoğun bir hüzün sağanağı” olup insanı “en olmadık yerde ve en olmadık zamanda bir köşeye atıveren” bir yaraya dönüşür. Bu yara sevilen birisinden geldiğinde “başka türlü görülmeye” ve “yaşanmaya” başlanır. İnsan türlü duygular, türlü acılara sahip olduğu gibi bazen de “hiç beklemediği hâllere düçâr olur.” (s. 50). Her hâl; farklı bir yara, her yara farklı bir renge bürünür.

 

Hüseyin Su’nun son öykü kitabı Hayat Ağır, Ölüm Hafif, acının rengini tarif ederken modern edebiyatımızın “mersiye”si olarak karşımıza çıkıyor. Hüseyin Su, öykü yazma ve okuma anını, “kendimize ve insanlara en yakın olduğumuz bir baş başa kalıp halleşme durumu, ağzıma bakılarak dinleniyormuşum, gözlerinin içine bakarak dinliyormuşum gibi bir şey…” şeklinde tanımlarken Hayat Ağır, Ölüm Hafif’te ise bunun zorluğunu dile getirerek “Yarasını göstermek kadar insana zor gelen başka bir şey olabilir mi” diyor (s. 55) ve bu defa en yakınındakinin, en sevdiğinin ardından âdeta ağıt gibi yazılan öyküler kimi zaman iç konuşmaları, kimi zaman da kısa bir anın hesaplaşmasını içeriyor. Ayrılığı ıslak toprağın ayaklar altından çekilip gitmesine benzeten Hüseyin Su’nun öykülerinde, bu hakikati metanetle kabullenişine tanıklık ederiz. Kitaptaki her öykü; bu kabulleniş yolculuğunun bir anını, bir anısını anlatır. Ona göre hayatın içinde “ayrılık ve ölüm ve yokluk üzerine yakılmış bir türkünün ağır, acılı ezgisi gibi inceden inceye dolaşırken hep aynı günleri döne döne yaşar.”

 

Ölüm, ardından devam eden hayata ağırlığını bırakarak hafiflediğinde kalanlara acısını sevmeyi de öğretir. Bu iki tezat duygu, bir bakıma yazarın gerçeklik karşısında hayallerine tutunduğu, “sessizlik alfabesinin diliyle” korkularını yatıştırdığı anlarda aslında duygularından kaçamadığını gösterir. Yazara göre, “…İnsanın hayatı bir kez sarsılmaya görsün, artık hiçbir şey sarsıntıdan öncesi gibi olmuyordu. Galiba topraktan gelip toprağa gidecek olmak da böyle bir şey olmalıydı. Artık o andan itibaren önemli olan zaman ne getiriyorsa oydu.” Bu nedenle hayat ağırdı, ölüm gibi hafif değildi (s. 15). Ölüm, yere düşmek için çırpınan bir tüy kadar hafifken, iğne deliğinden geçebilirken; dallı budaklı olan hayat ne iğne deliğinden geçer ne de kolay yaşanır. Öyle ki “hep aynı günleri döne döne” yaşadığı bu ağır hayatta bazen bakkalın önünden geçerken, bazen apartmanın önünde acısını tekrar tekrar yaşarken aslında “acısını yemlemeye” devam eder. Bir taraftan hayatı sorguladığı bu anlarda, kapanmayan dil mesafelerinden bahseder. Cam kırığı gibi acılı sözcüklerden ibaret olan bu iç sesinden rahatsız olur. Cimcimesini, hiç ayrılmamış olmamasını dilediği o kapıda bulma hayali, yitip giden anların ve anıların pişmanlığına bırakır yerini. O hayalle birlikte o zamanların kıymetini bilip, onlara sımsıkı sarılma ve kimsenin ne dediğini umursamadan ânı yaşama isteği doğar. Yazarın içinde “hiç büyümeyen o sevimli ve afacan yumurcak” kalbinin tam ortasında, derin bir yerinde ama aynı zamanda “kalbini kaplayan çok büyük, canlı bir nokta”dır (s. 44).

 

Bu özlem duygusu arasında yazar sık sık yaşadığı teslimiyet duygusunu şu sözlerle ifade eder: “Böyle acıların dengemizi alt üst ettiği veya dünyanın bin bir türlü gailesiyle sarhoş olup kendimizi yitirdiğimiz zamanlarda bile hep umutla, varsın öyle olsun, deriz. Nasıl olsa bir pencere, bir kapı sonsuza dek, bir ömür boyu insana kapalı kalmaz, diye düşünürüz. Evet, doğru, tabii ki kalmaz. Güneşin ve ayın ve yıldızların hepsinin birlikte söndüğü, kaybolduğu vaki değildir. Birisi battığında, mutlaka diğeri beliriverir gökte. Hiç ummadığımız ve hiç beklemediğimiz bir kapının bir anda önümüzde birden açılıverdiğini görürüz. Ufuk, tek çizgi hâlindeki sabit bir sınırdan ibaret değil ki hem. Aynı zamanda ardı ardına sıralanmış umutlar demek değil mi ufuk... Zaten sen de ufkun ardındaki sonsuzluğa geçmedin mi bir umut gibi.” (s.51)

 

Bu teslimiyet; gidenin her şeyden haberdar olduğu tesellisiyle güçlenir. Bunun için onun “gelip geçtiği, izinin bulunduğu her yeri” yol, “selam verdiği herkesi -haberleri olmasa bilecandan dost edinir. Böylece varlığını kanlı canlı hisseder. Yine bunun için “ölüm” kelimesini onunla yan yana anmaz, anılmasına izin vermez. Di’li geçmiş zamanla kurulan cümlelerden kaçınır. Bu kaçış, dile getirdiği kabullenişe ters düşüyor gibi görünse de aslında cimcimenin hayatının her anını doldurduğu düşüncesinin bir yansımasıdır. Bununla birlikte hayatının her anında kendisini izleyen bir çift gözün artık kendisine bakmadığı andan itibaren hayata bakışının nasıl değiştiğinin de izlerini görürüz. Suskunluğu bundandır. “İnsan işte o zaman, yani alışamadığında tutunur sabra da duaya da. En önemlisi de ölümün ve acının güzelliğine tutunur. Ölümlü olduğuna şükreder. Sonra da bu şükrüne tutunur.” (s. 81).

 

Yazarın sık sık hatırlattığı “Acı ama öyle böyle bir acı değil!” sözü kırmızı renkle bütünleşir. Sessizce gelip giden bu acı, yazarın damarlarında dolaşan kanın rengidir: “Açığından koyusuna kırmızının bütün tonlarına batar çıkar. Koyu kırmızı, kıpkırmızı, kankırmızı!”. “Kızarmış bir ateş yalımı” olarak tarif eder acıyı. Bu acıyı dindiren tek şey, cimcimenin adını mütemadiyen diline dolayıp onu anmaktır. Onun çocukluğunu, afacanlıklarını, yetişkin hâllerini, dilli oluşunu, ona son kez sarılışını… Bütün bunları hatırlamak onu yaşatmak, ona ait herhangi bir şeyi unutmamak içindir.

 

Hikâyelerde ölümle yan yana anılan “toprak” yazarın altından kalkamayacağını sandığı “ağır ve acılı” yükünü hafifleten bir mekânın parçasıdır. Cimcimenin artık zamansız olduğu, kendi seçtiği o mekân, yazar için huzurun ve acının kaynağıdır çünkü toprak, insanın yükünü ve acısını hafifletirken aynı zamanda “insana sakinleşmeyi ve razı olmayı öğretir.” (s. 114).

 

Yazar, acının beraberinde getirdiği sükûnetten söz ederken aslında acıların insanı nasıl sağlamlaştırdığını, çevresindekilerin kim olduğunu sorgulamasını sağladığını anlatır. İnsanın ne olduğunu cimcimenin gidişiyle öğrendiğini belirtir: “Kimsenin birbirine arkadaş, yoldaş, sırdaş, eş dost, yakını uzağı veya bir dert ortağı olduğu, olacağı falan yokmuş. Böyle bir derin uykudan da ancak sen gittikten sonra, beni her zaman dalgınlığımdan uyandırdığın gibi yine senin miras bırakır gibi bıraktığın acının bazen ipeksi bazen sert dokunuşlarıyla uyandım.” Çünkü ona göre acı paylaşılmaz ve bu nedenle göz dikeni hep batacak bir acıdır.

 

Hüseyin Su acının bir misafir gibi hayatının tam ortasına nasıl yerleştiğini anlattığı Hayat Ağır, Ölüm Hafif’te insanın yangınıyla, bu yangının acısıyla yaşamayı nasıl öğrendiğini okurla paylaşırken aynı zamanda küskünlüklerini, pişmanlıklarını ve iç hesaplaşmalarını da dile getirir. Bu yönüyle öyküler, bir kaybın ardından duyulan çaresizliğin ağıtıdır.

 

Aliye Uslu Üstten

 

Yitiksöz Sayı-22