Özgürlük, Çalışmak ve Dostluk Üzerine

 

İnsanlık tarihinin en çok tartıştığı gündemde tuttuğu konular nelerdir denilse, sanırım özgürlük, şeffaflık ve çalışmak ilk sıralarda yer alır. Özgürlük kavramı hem felsefenin hem edebiyatın ilgi alanında yer alır. Hatta bu kavramdan hareketle akımlar doğar, dünyanın anlamıyla, varoluşla ilgili kuramlardan söz edilebilir.

 

Bulantı romanındaki Roquentine, inandığı değerleri veya neye inanmadığını bilir. Bu roman kişisi Tanrı’dan bağımsız bir şekilde salt akla, bedene, fiziğe inanır. Varlığın, eşyanın ilahi boyutunu reddeder. Dünyanın var olduğunu bilir, ama kendi varlığını açıklayamaz. Tanrıtanımaz bir varoluşçuluğu savunur. Bulantısının nedeni budur. J. P. Sartre, başkaları cehennemdir, sen kendi aklınla karar vermelisin der. İnsan, yeryüzüne fırlatılmış bir varlıktır ona göre. İnsan istediğini, aklının buyurduğunu yapmalı, yapacağı eyleme kendisi karar vermelidir; özgürlük budur onun için. A. Camus de çıkış yolunu bulmuştur. Ona göre dünya, hayat saçmadır, ama yine de yaşamaya değerdir. Kimseye özel bir değer vermek gerekmez ona göre. Meursault, anlatılar gezegeninde en nötr, en yansız, her şeyi oluruna bırakan bir öznedir. Meursault, kesin olan verilerden vazgeçen bir roman kişisidir; mutlak olan bir şey yoktur onun için; her şey saçmadır ona göre. Meursault, bir Arap’ı öldürür, neden öldürdüğünü bilmez.  

 

A. Camus’de de sınırsız bir özgürlük söz konusudur. Dünyanın saçma olduğunu düşünen A. Camus, yaşadığı zamanı da yorumlar, eleştirir. Geleceğin insanının sadece gazete, bugünün teknolojisi ile söylersek internet okuyacağını ve çiftleşeceğini söyler. A. Camus haklı çıktı desek, sanırım abartmış olmayız. Bugün çoğu insanın bir google gözlüğü var, dünyayı bu gözlükle anlamlandırıyor, yorumluyor. Bunun adına da özgürlük deniliyor, şeffaflık deniliyor.

 

Ne var ki çağdaş insanın kullandığı sözlükler/sözcükler/kavramlar kendine ait değil. Bu insan küresel bir sözlüğün, başkalarının ürettiği bir dilin sözcükleriyle düşünüyor. Şöyle de söyleyebiliriz: Çağdaş insan kendini dinleyip özgürce karar veremiyor, dijital çağın sunduğu seçeneklerden birini, kendine en yakın olanı seçerek yoluna devam etmek durumunda kalıyor. Başka bir deyişle, çağdaş insan özgür değildir. Çağdaş insan, kendisinin değil dijital dünyanın söylediklerini yineleyip duran bir varlıktır. Bu insan, Sartre’ın Roquentin’i, A. Camus’nün Meursault’u kadar da özgür değildir.  

 

İnsanın metafizik boyutunu kenara koyan, Tanrı, aşk, şefkat, merhamet… gibi insanın aşkın boyutunu ıskalayan, heva ve hevesle karışık aklı, bu akla bağlı olarak performansı öne çıkaran toplumsal bir çark vardır yürürlükte. Bir çalışma mitolojisinden söz edilebilir. Çağdaş insan, sürekli kendini iyi bir performans göstermek zorunda olan bir özne olarak düşünüyor. Bu performans öznesi, yeni, yenilik, ilerlemek, değişim gibi çağdaş mitoslarla düşünür. Bu özne eğitim alanında da kullanılan bir kavramla, koçlarla isteklendirilir. İnsanlar, başarı için parayla koçlar tutarlar. Bu insanların isteklerini de başkaları belirler. Koçlar sen yapabilirsin, sen büyüksün diyorlar sürekli. Özgürlükten ve mutluluktan da her şeyi yapabilmeyi, her hazzı tatmayı anlıyorlar. Her insan her şeyi yapabilir mi? İstek veya emir kipi olarak yapmalısın/yapabilirsin’in, yapılabileceklerin bir sınırı yok mudur?

 

Bu insan kendini sayılar üzerinden tanımlıyor. Günümüzde niteliği olan değil, niceliği olan bir benlikten söz edilebilir. ‘Kaç paralık adam o’ denilir, adamlık parayla, rakamla, sayıyla ölçülür. Kaç paralık adam sorusu niceliğin, sayıların, neoliberal anlayışın zafer sorusudur. Çağımızda somut olarak paraya dönüştürülemeyen kazanımların bir değeri yoktur. Her şey paraya, paranın karşılığı olan bir niceliğe dönüştürülebiliyorsa güzeldir. Bu insan yoga yaparken, uyurken bile performansı düşünür, performans bileklikleri takar. Bu anlayışta, bedensel işleyiş performansa, sayısal üstünlüğe hizmet etmelidir. Ne var ki istatistik bilgilerin, rakamların varlık bunalımını çözecek, ben kimim sorusunu yanıtlayacak gücü yoktur. Sayılarla ilgili bilgi, insanın varoluşunu, kimliğini, niteliğini açıklayamaz.

 

Çağdaş insan, isteklerinin, kendi kendisinin kölesidir. Balzac, Tılsımlı Deri (La Peau de Chagrin) romanında “İSTEMEK, bizi yakar; GÜCÜ YETMEK bizi mahveder” der. Bu cümleyi kurarken iki fiili de büyük harflerle yazar. İnsanın istekleri bitmez. İsteğin, hazzın, buna bağlı olarak kariyer hesaplarının bir sınırı yoktur. Edinilen bilgiler insanı sağlıklı bir varoluş bilgisine götürmüyorsa bilginin bir kıymeti yoktur. Bütün bilgiler varoluş bilgisine ulaştırıyorsa değerlidir. Tatar Çölü adlı romanın başkişisi Teğmen Drogo varoluş bilgisine ulaşamayan bir roman kişisidir. 24 yaşından 54 yaşına kadar kariyer peşinde koşar, isteğine ulaşamadan bir handa yalnız başına ölür.

 

Dijital bir seri üretim dönemini yaşayan insanlık, dine dayanan bütün hipotezleri, kalbi kenara çekmiş, bunun yerine tekilleşen, arzularının esiri insanın kuru aklını, nefsini, çıkarını, haz duygusunu öne çıkarmıştır. İstemek/çalışmak/ başarmak eylemleri çağın dilinden düşürmediği eylemlerdir: Çok çalışmalısın sloganı çağdaş bir söylencedir. İstenilen bir varlık veya nesne, sahip olduğu değere göre bir kıymet kazanır.

 

Batı uygarlığında olmayan, sadece İslam uygarlığının literatüründe yer alan bir kavram var: Asli ihtiyaçlar. Sadece bu kavram bile İslam uygarlığını başka uygarlıklardan ayırmaya, onu öne geçirmeye, değerli kılmaya yeter. Bu uygarlık insan için vazgeçilmez olan asli ihtiyaçları belirlemiştir. Bu uygarlığın temel dinamiğinde yoksulun gözetilmesi vardır. Bu uygarlık, biriktirmeyi değil, asli ihtiyaçlarından fazla olanı yoksula vermeyi, görünmeyi değil, olmayı önerir. Çağdaş insan, ihtiyaçları için değil lüks bir yaşam için, görünmek/göstermek, görünerek, göstererek var olduğunu kanıtlamak için çalışır. Bu insan, içinde yaşadığı somut dünyayı mutlaklaştırır. Bu insanın Öte’si yoktur, Öte’ye inanabilir, Öte’yi idrak etmez. Haz ve lüks birinci önceliktir bu insan için. İnsan, insan aklı lükse yönelik bir varlıktır. İstemek kipliği insanı lükse yönlendirir. Lüks; ‘ihtiyaçtan, zorunlu olandan fazla olan’ demektir. Luxe sözcüğünün kökenbilimsel anlamında ‘gereksiz, yararsız olan şey, nesne…’ anlamı vardır. Çağdaş insan, lüksü yakalayamamışsa, marka tüketemiyorsa mutlu değildir. Her hazzı tatmaya, her istediğini yapmaya, her istediğini elde etmeye yönelen insan da bir tür köledir. Bu insan nefsinin, hazzın, bencilliğin, niceliğin, metanın, malın kölesidir, kendini sömürmektedir. Aslında lüks peşinde koşmak, tersinden bir çileciliktir. 

 

Oysa, çalışmak ve yaşamak bir madalyonun iki yüzü gibidir. Ne için çalışıldığı ne için yaşandığı önemlidir. Buna göre hayata, çalışmaya bir anlam, bir değer verilebilir. Özgürlük/bağımsızlık/şeffaflık kavramlarını öne çıkaran insan, kendisinin kölesi de olabilir. Hacmi küçük, içeriği olgun eserler veren bir Doğulu, bir Güney-Koreli olan Byung-Chul-Han bu kölelere neo-liberal köleler der.

 

Dijital dünya, internet sınırsız bir özgürlüğü de beraberinde getirmiştir. Jeremy Bentham’ın 18.yüzyılın sonlarında önerdiği gözetim evlerine gerek yoktur. Çağdaş insan, kendi sırrını kendi ifşa eder, görünür, kendini gösterir, âdeta bana bakın der. Bu insanın mahremiyeti yoktur. Kendisi şeffaflaşır; kendisi kendini göstermekten zevk alır. Gönüllü bir teşhirdir onun yaptığı. Bu şeffaflık da zor kullanarak ele geçirilmiyor, gönüllü bir şeffaflık, gönüllü bir soyunma söz konusudur. Teşhir; şöhretli olma, ünlü olma isteğidir. Şeffaflık bir hastalıktır. Çağdaş dünya iç denetimden çok dış denetimi, şeffaflığı önemser, önerir. Şeffaflık, açıklık, kesinlik çağı tanımlayan sözcüklerdir. Bu teşhir, bu şeffaflık ve iletişim de bir enformasyon ağıyla başkaları tarafından yönetilir. Bu şeffaflık ve açıklık çığırtkanlığının sonucunda, artık Orwell’in Big Brother’i değil, çağdaş panoptikonların ve sinoptikonların gözetimi, Big Data’ları vardır. Artık Big Brother değil, Big Data neler söylüyorsa insanlık onu yapacaktır. Big Data’nın ürettikleri, önerdikleri, kutsal öneriler ve nesnelerdir. Kutsal bir nesne olan akıllı telefonuyla çağdaş insan sanal âlemde cıvıldar durur. Hep başkalarına söz yetiştirir, çoğu zaman, kendine söyleyeceği sözü yoktur bu insanın. Bu durum ise insanı yutan bir girdaptır, insanın özgür iradesinin sonunu getirir.  

 

 Her haber değerli değildir. Enformasyon, bilgilendirmedir; insanın kendisinin keşfettiği değil başkasının aktardığı bir bilgidir, içsellikten yoksundur, zahirdir, kabuktur. Zevahire takılan özü kaybeder. Bilgili olmak, bilge olmak anlamına gelmez. Hikmet/bilgelik, ilim ve amelin meyvesidir.

İnsanlık, sanayi devrimi ile birlikte Tanrı’nın iktidarından, bilgelikten vazgeçti. Çalışmayı, çok çalışmayı, performansı önceleyen yeni bir disiplin toplumuna geçildi. Artık insanlar düzenli çalışacaklardır. Endüstri sözcüğünün anlamı da gayret ve çalışkanlık demektir. Endüstri, her türlü maddi üretimdir; ham maddelerin işlenmesine yönelik bütün etkinliklerdir. Güneşin doğumundan batımına kadar değil, gece gündüz, vardiya usulü çalışılacaktır artık. İnsan bedeni, bir üretim makinesidir. Üretmiyorsa bir değeri yoktur bu makinenin. Ortopedi; varlığın iskeleti, eklemleri ve kaslarıyla ilgilenir. İnsan eti ve kemiğiyle 80-100 kilogramlık etli-kemikli bir varlıktır. Çağdaş ekonomik kuramlar, düzenlenmiş ortopedilerdir. Bu ortopediden sağlam olması ve sürekli üretmesi istenir. Bu üretim etkinliği de kutsaldır. Saat kuleleri, önerilen çağdaş çalışma temposunun simgeleridir. Bu kuleler çalışmaya, üretime bir ritim vermek için, fabrikaların işlevini kaybetmemesi için inşa edilmiştir. İnsanlığın Müslüman Saati’ne ihitiyacı vardır. Şair Ahmet Haşim, bu saati özler, arar.

 

Byung-Chul Han, Güney Kore’den Batı dünyasına seslenerek ‘sizin toplumunuz yorgunluk toplumudur’ der. Modern toplumun metaforu köstebektir. Dijital toplumun metaforu ise bukalemundur, yılandır. Köstebek çalışır, çalışır, hep çalışır; yer altını kazar durur, yorulur. Gözü görmez, neden çalıştığını da bilmez köstebek. Kazarken de zarar verir. Yılansa, kayıp gitmenin, sinsiliğin; bukalemun, araziye uymanın simgesidir.

 

Postyapısalcı felsefenin önemli ismi G. Deleuze Kartezyen budalalıktan ve yeni/çağdaş budalalıktan söz eder; düşünme eylemini yüceltir. Düşünen insanın bir direniş simgesi olduğunu söyler. Ona göre Kartezyen budala kesinlik, nedensellik, şeffaflık, apaçıklık peşindedir, şüphelere gark olmuş bir şekilde sorular sorar. Kartezyen akılda bir bilmeme korkusu vardır. Her şey bilmek’le, bilimle, bilimsellikle açıklanmaya çalışılır. Çağdaş budala ise kesinlik peşinde değil, saçma olanın, ‘ne olsa gider’in peşindedir. Hiçbir kesin bilgi, hiçbir mutlak değer yoktur bu çağda. Dijital çağda her şey, olabilir sözcüğü ile açıklanır. ‘Öyle de olur, böyle de’ sloganı bu çağın, postmodernizmin, neoliberalizmin sloganıdır: Ne olsa gider; anlam sınırlandırılamaz… Gösterilen tüketilemez… Çağdaş dünya olasılıkların sonsuzluğuna inanır. Neoliberal toplum da bu olasılıkları kabullenir, kendini teknolojiye, dijital görüntülere teslim eder, ‘böyle işte!’ der. Bu ise bir tür anlamsızlıktır; özgürlük değil bir tür esarettir. Düşünmek, durmayı gerektirir. Gündelik dilde ‘hele bir dur, bir düşün’ deriz. Bu dijital dünyada gözler önüne serilen o kadar resim, o kadar çok görüntü, o kadar çok kalıp/biçim, o kadar çok hızlı resmigeçitler vardır ki düşünmek zorlaşmıştır: İster doğru ister yanlış ister haram ister helal, ‘işte böyle’ demek bir çıkış yolu olarak görülür.

 

Dünya bir oyun ve eğlencedir. Heidegger dünyanın bir oyun olduğunu hayatının geç döneminde kavramış, kulübesine çekilmiştir. Doğa’yı doğa, kuşu kuş, ağacı ağaç olarak görmek istemiş, bir süre evine teknolojiyi sokmamıştır. Çağımızda inziva, münzevi, zaviye sözcükleri sözlüklerden çıkarılmış, değersiz sözcüklerdir. Heidegger yalnız olmakla tek başına olmayı birbirinden ayırır. Şehirlerde yaşayan insanların, başka hiçbir yerde olamayacak kadar yalnız kalabildiğini, ama asla tek başına kalamayacağını söyler. Ona göre tek başınalık, bizi tecrit eden değil, aksine bütün şeylerin özüne doğru yaklaşmayı, öze doğru açılmayı sağlayan kendine özgü bir güçtür. Tefekkür, kalp ile yapılan anlam araştırmasıdır. Teknopoli, insanı bir an bile kendi kendine bırakmaz, tek başına kalmasını, kendi başına düşünmesini, sezmesini, inzivayı engeller; insanı kendi istediği gibi düşündürür.

 

 Microsoft’un bir zamanlar bir sloganı vardı: “Be What’s next/ Bir sonraki adım ol!” Yani geride kalma, sürekli yeni bir şeyler yap!.. İnsanın, insanlığın yarını, sonu mutlaka ‘iyi’ midir? ‘Sonra’lar, ‘yarın’lar kötü, yanlış bir mekân olamaz mı? Her ‘evvel’in iyi olmayacağı gibi her ‘sonra’ da kötü olamaz mı? Kutsal kitapta da bir sonraki adımdan söz edilir.  Ölüm sonrasında, yarın insanın sorgulanacağı, ona neler yaptığının sorulacağı bildirilir. ‘İnsan yarın için ne takdim ettiğine baksın’ denilir. Bu öz söz kavranmazsa, ‘sonra’nın kıymeti ne kadardır?      

 

 Sermaye/Emek; proleter /burjuva; zengin/yoksul şeklindeki diyalektik paradigmalar artık iflas etti. Proleter; malvarlığı ve zenginlik olarak çocuklarından başka bir şeye sahip olmayan kişi demektir. Şimdilerde bu tanıma uygun yoksul yok. Burjuva da kentsoylu demektir. Şimdi herkes kentsoyludur, dünya kocaman bir kenttir. Proleter, burjuva, köle, işveren, liberal, neoliberal… Her insan, kendi varlığına açıklama getirecek yeni kavramlara muhtaçtır.

 

Çağdaş bunalım, özgürlüğü ve mutluluğu tanımlayamamaktan kaynaklanıyor. Özgürlük, mutluluk dostlarla beraber olmaktır. İnsan, ancak dostlarının yanında, emin insanların yanında emniyettedir; bu insanların yanında göğsü gürdür, cesaretlidir. Esaret; dostsuz kalmaktır. Çağdaş dünyada artık birey de değil, yalnız kalmış insanlar vardır. Bu insanın her şeyden haberi vardır ama gerçek bir dostu yoktur. Depresyon, stres, ruhsal bunalım, bıkkınlık, sıkıntı, özgürlükle ilgili derin bir krizin dışavurumudur. Performans öznesi insan haristir, hırslıdır, rızık endişesi ile doludur. Çağdaş insan olumsuzlukları sevmez. Ondan beklenen sürekli bir performanstır. Ne var ki gül, diken ile aynı daldadır. Tatlı olanla acı olan, aynı hayat heybesinin içindedir. Hayatta sürekli mutluluk yoktur, mutlu anlar vardır. Sürekli yaz, çiçeği soldurur, öldürür.

 

Performans öznesi insan, koçlar, girişimciler amaçtan yoksun illetsiz bir dostluk düşünemezler. Bir genelleme yapmadan belirtelim ki Batı’nın epistemolojik kavramlarıyla konuşan çağdaş teologlar, sosyologlar, koçlar, günümüzün işletmecileri, finans yöneticileri, pazarlama uzmanları anamalcı sistemin değirmenine su taşıyan sakalar, motivasyon antrenörleridirler.    

 

Günümüzde tüketim tiryakisi bir toplumdan söz edebiliriz. Yaşama emek, sermaye, haz penceresinden bakmak dünyayı açıklayamaz. Emek ve sermaye karşıt kavramlar değildir. Emek ve sermaye aynı madalyonun iki yüzüdür. Adam Smith bu madalyonun sermaye tarafına, Marx ise emek tarafına takılır kalırlar. Emek de sermaye de ne için vardır? Ne uğruna emek veriliyor? Bu soruların yanıtlarını arayıp bulmak önemlidir. Asıl olan, emek de değildir, sermaye de değildir; emeğin de sermayenin de doğru, yerli yerinde kullanılması, niçin çalışıldığının bilinmesidir.

 

Bu çağın haramları yoktur, hayır demek de yoktur bu çağda. Her şey, olabilir, belki… sözcüklerinin içine sığdırılıyor. S. Beckett’in de en çok sevdiği sözcük belki sözcüğüdür.  İnsanlık bir kapana sıkıştı. Hızlı, takip etmekte zorlandığımız bir dünya var. Düşünmeden bu dünyaya tabi olunmamalı. G. Deleuze budala olun diyor çözüm için. Okumak/düşünmek zor olan eylemlerdir. Özgür, esir, zengin, yoksul, işçi memur, Doğulu, Batılı, Hıristiyan, Budist, Müslüman… Biz Müslümanız. Kendimizi nasıl açıklayalım? Nerelerde özgürüz? Neleri yapabiliriz? Ne için çalışılmalıdır?

 

Endüstri sözcüğünün anlamları arasında ruhsal etkinlik yoktur. Fakat orthopédie mystique/ ruhsal ortopedi şeklinde bir sıfat tamlaması vardır. Bizde bunun karşılığı kalp’tir. Kalbin ortopedisi, kendi içinde işleyişi düzgün olursa bedenin ortopedisi de düzelir, düzgün çalışır. Yüzyılın şairi Sezai Karakoç, sadece sosyolojik Müslümanlığın yetmediğini söyler. Kalp bozulursa bütün beden bozulur; can tenden çıkar.

 

Tefekkür, kalp ile doğruyu aramaktır. İnsan ancak kalbini görebilirse özgürdür. Kalbi kirletmemek ve kenara çekmemek, olmuş ya da olası lekelere dikkat etmek gerekecek belki. İnsan, selim olan kalbiyle karar verebilirse ancak o zaman özgürdür.

 

Hilmi Uçan 

 

Yitiksöz Sayı-5