Sanat ve Metafizik

 

Sanatın kaynağı, mahiyeti, amacı, işlevi, niteliği ve adlandırılması gibi hususlarda tanımlamalar, değerlendirmeler ve yorumlar yapılmak istendiğinde öykünmeci veya taklitçi gerçekçi, toplumsal gerçekçi, doğacı (naturalist), idealist, metafizik gibi nitelendirmelerde bulunulmaktadır. Akım bağlamında yaklaşıldığında Klasisizm, buna koşut olarak Yeni (Neo) Klasisizm, Romantisizm, Realizm (Gerçekçilik), Naturalizm (Doğacılık), bir hayli tartışmaya açık ve mahiyet ve nitelikleri itibariyle kolayca belirlenemeyen Modernizm, hatta Postmodernizm gibi kavramlaştırılmalara da başvurula gelinmiştir.

 

Bu tür sınıflandırmalar kuşkusuz birtakım kavramlar, simgeler, yaklaşımlar, yerine göre üsluplar ve bunları kuran ve çağrıştıran sözcükler, benzetmeler, istiareler veya teşbihler, sanat alanında önemi yanında belirleyici anlamlar ve işlevler üstlenmişler, çoğunlukla da vurgulanmışlardır.

 

Sanatın kendine özgülüğü saklı tutularak, benzer durumun düşünce alanında da, kimi zamanlarda sanatı önceleyen biçimde söz konusu olduğunu belirtmek abartılı sayılmamalıdır. Öyle ki, belirli dönem sanatının düşünce alanında ortaya çıkan yeni ve özgün birtakım düşüncelerin, aynı zamanda düşünce akımlarının izleği niteliğinde belirdiğini, benzetmek yerindeyse, fışkırdığını ileri sürmek olasıdır, hatta kaçınılmaz görünmektedir. Kuşkusuz böyle bir durum sanatın kendine özgü imkânlarını, gizilgücünü (potentielle) göz ardı etmek veya yadsımak anlamına gelmez, gelmemelidir de. Her şeyden önce, bilinmesi gereken bir olgu olarak insan duyarlığı ve zihni varlığı bir anda ve bütün olarak algılamak ve kavramak bakımından belli bir süreci izlemek niteliğindedir. Sözgelimi Duyumcu veya Akılcı Düşünce, İdealist veya Maddeci, Sezgici ya da Gerçekçi Düşünce gibi ayrımlara başvurmak kaçınılmaz olabilmektedir. Biraz karışık görünse bile, dinî bir kavramı, ilkeyi ya da dinin içeriğinde olan bir konu hakkında, mesela “…metafiziği”, “…gerçekçiliği” şeklinde tanımlamalara, nitelendirmelere yer verilebilmektedir.

 

Gerek sanat alanında, gerekse düşünce alanında, bir başka anlatımla, bunların insani bir olgu olarak kaynaklarına, mahiyet ya da içeriklerine, işlevlerine, nitelik ve özelliklerine ilişkin yapılan veya yapılacak olan tanımlamalarda, değerlendirmelerde ve yorumlarda, yukarıda belirtilen ayrımlara zorunlu bir biçimde yer verilmiştir.

 

Bu bağlamda, Öykünmeci, Gerçekçi, Doğacı, İdealist, Modernist tanımlar veya nitelendirmeler bir dereceye kadar zorunludur denebilir. Böyle yapmakla bir ölçüde sanat eserine nüfuz ederek özümleme süreçleri diyebileceğimiz duyumsamayı, anlamayı ve anlamlandırmayı, kavramayı, açıklamayı, değerlendirmeyi ve yorumlamayı, sanat eseri yoluyla kendi dünyamıza taşımaya, ama aynı zamanda sanatın alanına kendimizi teslim etmeye de başlarız. Belki de, bunun için tanımlamaların, adlandırmaların, nitelendirmelerin etkileyici, aydınlatıcı ve kolaylaştırıcı bir işleve sahip olduğu bile kurgulanabilir. Aksi takdirde, sanat alanında ortaya konulmuş bir eserin veya ürünün birbirlerinden farklılıklarını, daha önemlisi kendine özgülüğünü tam olarak ifade etmede güçlükle karşılaşmak kaçınılmaz olabilir. Sanatın gerçekliği ve sanatta metafizik nitelendirmesini bir açkı, anahtar biçiminde tasarımlamak ne kertede açıklayıcı olabilir?

 

Diyelim ki, Cemal Süreya şiirinde sevgi ya da aşk soyutlanmış imgelere başvurulmuş olsa da gerçekçilik sınırları içinde tasarlanmış gözükmektedir. Belki “düşünülmektedir” biçiminde bir değerlendirmeyi güçlendirici öğeler de ileri sürülebilir (mi?) Mesela, “Kırmızı bir kuştur soluğum/Kumral göklerinde saçlarının/ Seni kucağıma alıyorum/Tarifsiz uzuyor bacakların” (San, Üvercinka, de yayınevi, İstanbul 1966, s.5).

 

Burada gerçekliği (burada “sanat eseri” olarak düşünülebilir), çağrışım yoluyla, tema olarak tensel (içrek anlamıyla “cinsel”) boyuta indirgeyerek ortaya koyma isteği bağlamında nitelendirelim. Ne var ki, gerçekçi nitelendirmesi, dolayısıyla bu yönde yapılan benzetmeler, benzetmelerde başvurulan nesnelerin, varlıkların mahiyetleri derinlemesine yorumlanmak istendiğinde, belli belirsiz bir niteliğe bürünebilme özelliği sergileyebilir, en azından böyle bir ihtimal yoksanamaz gibi geliyor bana. Nitekim kuş ile soluğun gerçekliği, verilecek anlam ve yorumlara göre, bütünüyle gerçeklik sınırı içinde tutulamaz bir nitelik alabilir olasılığını belli ölçüde güçlendiriyor, denebilir.

 

Bu bağlamda, sanatın metafiziği ile sanat ürününün metafiziği arasında bir ayrım yapılıp yapılamayacağının ne kadar mümkün, ne ölçüde anlamlı, hangi açıdan işlevsel olup olamayacağı biraz sorunlu gözüküyor. Sorunu belirgin hale getirebilmek için, sanıyorum, “metafizik” kelimesinin kavram haline dönüştürülmesi olgusunu tespit etmek yararlı olabilir.

 

Felsefe Tarihi’nde “metafizik” kelimesinin kavram haline dönüşmesinin, Aristoteles’in eserlerinin tasnif edilme işlemiyle ilgili olduğu bilinmektedir. Romalı asker ve siyasetçi Sulla, Aristoteles’in eserlerini Yunanistan’dan Roma’ya götürür (M.Ö. I. yüzyıl) ve konularında uzman kişilerce, içeriklerine göre sınıflandırılır.

 

İlk kitaba “Physika” (Fizik), onu izleyene “Ta meta ta physika” (Fizikten sonra gelen), kısaca “Metafizik” adı verilir. Gerçekten daha önceleri felsefe alanında olduğu gibi, genel düşünce ve sanat alanında “metafizik” kavramına rastlanmaz, ancak metafizik kavramlaştırılmasını temellendiren konu ve sorunlar bu alanlara ait eserlerde sıkça, yoğun bir tarzda ve etkili bir şekilde ele alınmaktaydı. Sophokles’in, Euripides’in, Homeros’un eserlerini hatırlamak yeterlidir.

 

Öte yandan bir başka iddiaya da yer vermek yerinde olur: Bu ad, Aristoteles’in tüm eserleri bakımından işgal ettiği konum ile ilgilidir ve adlandırma da bir Peripatetik’ten (Meşşai, Yürüyenler) kaynaklanmıştır. O ise, Aristoteles’in felsefi sisteminin hocası Platon’dan farklılığını göstermek için, “metafiziğini” fiziğinin üzerine temellendirdiğini vurgulamak istemiştir. Oysa Aristoteles, “metafizik” kavramının kapsadığı konulara “prote philosophia” (İlk Felsefe) adını vermişti. Bu konular evrenin veya varlığın ilk ilkelerinin bilimiydi. Elbette felsefe alanında söz konusu olan kavramlar, konular, sorunlar hep aynı, herhangi bir değişikliğe uğramadan kalamazlar. Metafizik, felsefeye, bazen ve bazı yazarlarca bir eleştiri, hatta noksanlık olarak izafe edilse de, felsefe bu tür değişiklikler, farklılıklar, yerine göre çelişki ve çatışkılar ile vardır, varlığını sürdürür.

 

Doğal olarak, felsefe alanında her ne halde ortaya çıkmış olursa olsun, bizzat onda bile metafizik kavramı her yazara, düşünüre ve filozofa göre belli farklılıklar göstermiştir. Sanat ve sanat ürünleri bakımından ise, metafizik kavramının felsefe alanındakinden hayli farklılık ve değişkenlik göstereceğini söylemek yerinde olur. Buna rağmen, sanat ve sanat ürünü açısından metafizik kavramının çok belirgin, çok açıklayıcı ve genellikle pratik yönden işlevsel olup olmadığı tartışmaya değer gibi gözüküyor bana.

 

II

“Metafizik” kavramının ortaya çıkışıyla, bu kavramın kapsamında kabul edilen felsefenin konularının başlangıçtan itibaren ele alınışını birbirine karıştırmamak gerekir. Bir başka söyleyişle, “metafizik” kelimesinin kullanılma gereğine bağlı sayılacak kavram haline gelmesi ve öylece kabul edilmesi, ona atfedilen konuların doğuş kaynağı görülmemelidir. Zaten, onun kapsamında telakki edilen konular çok önceden düşüncenin, dolayısıyla düşüncenin kendine özgü sistemleştirilmesini içkin olan felsefenin konuları olarak ortaya konulmuş ve tartışılması sürüp gitmiştir ve böyle olması, sadece felsefenin değil, genel olarak düşünce ediminin doğal yansımasıdır. 

 

Nitekim felsefenin aynı konuları, Humanizma’nın insanı yeni bir sorun olarak kavramasıyla, onunla bağlantısı zorunlu görülen birçok konu âdeta yeni bir yaklaşım temelinde kurulmaya başlanacaktır ki, bütün bu gelişmeleri ifade etmek üzere “Rönesans” (Renaissence: Yeniden doğuş) kavramlaştırmasına başvurulacaktır. Rönesans döneminde ise, metafiziğin kapsamında olan konuları anlatmak üzere “Doğa Felsefesi” (Philosophia Naturale) kavramı tercih edilecektir.

 

Aslında “Doğa Felsefesi” kavramının kökleşmesi, öncelikli olarak felsefenin metafiziğine başvurulmaksızın, sanat ve edebiyat eserlerinin içeriklerinin ve bunları yeni insan sorunu bağlamında araştıran girişimlerinde gözlemlemek gerekmektedir.

 

İtalya’da Francesco Petrarca (1304-1374), bu gelişmelerin öncü ismi olarak anılır. Roma Kilisesi karşısında Hıristiyanlığın farklı bir yorumunu temsil eden Avignon Kilisesi’ne katılır ve orada tanıştığı Laure de Noves, kısaca Laura’ya karşı ilgisi sanatının, daha doğrusu şiirinin devindirici kaynağı olur. Daha sonraki Batı edebiyatında Klasik Akım adını alacak olan hareketin, bir bakıma habercisi ya da öncüsü sayılacaktır. Çünkü Petrarca, şiirlerinde Humanizm’in kurmaya yöneldiği yeni insan anlayışını, insanın evrendeki ya da doğadaki yalnızlığı temasından hareketle, hem insanı, hem doğayı ve bu ikisinin birlikteliğinde Tanrı’yı kavramanın yolu olarak sanatı önceler. Dolayısıyla, metafizik kavramı değil, doğa olgusu sanatının kurucu unsuru işlevini üstlenir.

 

Bu hatırlatmadan sözü şuraya getirmek mümkün görülebilir: Sanatın metafiziği ile sanat eserinin metafizik olarak adlandırılan konuları ele alması, incelemesi, bir sorun olarak ortaya koyması, aynı kapsamda değerlendirilebilir mi?

 

İlk bakışta, ayırt edici bir farkın bulunmadığı algısını edinmek mümkün gibi görünebilir. Ancak, sanatın varlığını (varoluşu da denebilir) “metafizik” kavramının içeriğinden çıkartmanın mümkün olduğu ileri sürüldüğünde, hem metafizik kavramının felsefi yaklaşımlara göre farklılaşması, hem de sanatın özü itibariyle varlığa gelişi daha başka sorunları, kaçınılmaz olarak beraberinde getirebilir. En azından bir sorunsallık durumu önünde sonunda bu türden soruların ileri sürülmesine yol açabilir.

 

Öte yandan, sanat eserinde metafizik konuların ele alınıp ortaya konulduğu veya tartışıldığı şeklinde yapılacak tespitler, kaçınılmaz olarak hangi metafizik görüşe göre bu konuların belirleneceği sorununu doğuracak, dolayısıyla tartışmayı ya da irdelemeyi genişletip ister istemez yatağından taşar bir niteliğe büründürebilecektir.

 

Çünkü sanatçının eserinde ele aldığı ve metafizik olarak nitelenen konunun temelini oluşturacak metafiziğin öncelikle belirlenmesi sorunu bir güçlük doğuracaktır. Üstelik sanat eserinin özgünlüğü değil, metafizik konu olarak ele aldığı tema sanat eserini kendi aracı haline dönüştürme tehlikesini beraberinde getirecektir. Tıpkı, belli bir ideolojinin istemlerini kendine vazgeçilmez konu olarak algılayan ideoloji güdümündeki sanat eserinin karşı karşıya bulunduğu bir durum, burada da söz konusu olabilecektir. Öyleyken, sanatın, genel anlamda bir metafizik yönü veya boyutundan söz edilmeyecek midir?

 

Tartışmaya değer olan konunun bir de bu yönü vardır.

 

III

Sanatın bir olgu olarak varoluşuyla, bu varoluş bağlamında ele aldığı tema veya konuların kavranmasında ve açıklanmasında, tanım ve nitelendirme gereği, insanın düşünme ve duyma yetisine giren alanlardan birtakım öğelere başvurulduğu görülmektedir. Sanat olgusunu irdelemeye yöneldiğimizde, onun varoluşunu tezahür ettirirken gerek tema, gerekse anlatım yönünden tanımı için bu türden öğeleri âdeta ödünç alarak nitelendirme yoluna gidilmektedir. Metafizik kavramı da bu öğelerden biri, hatta en çarpıcı olanlarındandır.

 

Anlaşılacağı üzere Metafizik kavramı felsefenin belli bir döneminde, yaklaşık M.Ö. birinci yüzyılda Aristoteles’in eserlerini konularına göre yapılan tasnif dolayısıyla kullanılmış ve kabul görmüştür. Fiziğe (physus), yani doğaya ait konuları içeren eserleri “Fizik” başlığı altında toplanırken, ruh, ölümsüzlük, erdem, iyi-kötü vb konulara ilişkin eserleri “fizikten sonra gelen” anlamında metafizik başlığı altında toplanmıştır. Bu ayrım felsefi düşüncenin iç tasnifi bakımından genel bir kabule mazhar olmuş ve kullanılagelmiştir.

 

Ne var ki, Batı düşüncesinde, sadece felsefe alanın da kalmayarak insan etkinliğinin diğer alanlarında da kendine yer bulmuştur, ama tercihen “Doğa Felsefesi” kavramına ağırlık verilmiştir. Özellikle Skolastiğin yöntem ve düşünme konularına bir tepki olarak “Metafizik” kavramı yerine “Doğa Felsefesi” deyimi öne çıkmıştır.

 

Aslında Doğa Felsefesi kavramının kullanılmasında belirleyici öğe yöntem farklılığında kendini göstermiştir. Metafizik kavramının içerdiği konular, yeni yöntem arayış ve kuruluşları esnasında yine göz önünde tutulmuştur. Elbette yöntem/lerin farklılaşma sürecinde incelenen ve irdelenen konulara yaklaşım, tanım ve açıklamalarda farklılaşmalar ortaya çıkmıştır.

 

Herhangi bir dönemin sanat ve edebiyat eserinde ele alınan tema ve konunun daha başlangıcında metafiziğin içerdiği bir konu olup olmadığı tespitinin yapılamayacağı açıktır. Üstelik sanat ve edebiyat eserinin ele aldığı tema ve konunun işlenmesinde başvurulan öğeler, ilkeler, üslup ve anlatım biçimleri, sanat ve edebiyatın imkânları ölçeğinde değerlendirilmek durumundadır. Sözgelimi bir şiirde, romanda, hikâye ve tiyatro eserinde ele alınan temanın ve konunun, o zamana kadar hiçbir eserde ele alınıp alınmamış olması kendi başına bir özgünlük veya yenilik özelliği taşımaz. Fuzuli Leyla ve Mecnun’da, Shakespeare Romeo ve Juliet’te, Şeyh Galip Hüsn-ü Aşk’ta, Tolstoy Anna Karanina’da aşkı, sevgiyi ve yol açtığı dramları ortaya koyarlarken, daha önce hiçbir yazar tarafından işlenmemiş, düşünülmemiş bir temayı ve konuyu ele almış değillerdir.

 

Oysa Metafizik başlığı altında belirtilen konuların felsefede incelenmesi, irdelenmesi, tartışılması ve o zamana kadar neredeyse başka bir kimse tarafından ortaya konulmamış içerikte olması şarttır. Mesela Platon’un ruh anlayışıyla Aristoteles’in ruh anlayışı birbirinden farklıdır. Ama her ikisinin ruh anlayışlarını metafizik kavramı içine yerleştirebilmekteyiz.

 

Öte yandan felsefe alanında, tasnif imkânı veren “İde” ve “Madde” kavramları temelinde, maddeyi temel töz (substantia) kabul eden ve maddecilik olarak tanımlanan anlayışlar, açıkça metafiziği reddederlerken, bir noktadan sonra “Madde”ye dayanan bir metafiziği kurmaktan kendilerini alamamışlardır. Sözgelimi Varoluşçuluğun metafizik boyutunu açıkça yadsıyan, dolayısıyla tanrıtanımazlığı sisteminin odağına yerleştirdiğini ileri süren J.P. Sartre, “insan özgür olmaya mahkumdur” derken, son çözümlemede metafizik yapar. Ne var ki, felsefi iddiasını sanat (roman, piyes) eserlerine giydirmek suretiyle, bir bakıma metafizikten kurtulmaya çalışır, ama asıl felsefeye ait olan alanda sanata boyunduruk vurma yolunu seçer. Burada karşı karşıya kaldığı çelişkiyi ortadan kaldırmak umuduyla “Güdümlü Edebiyat” deyimini devreye sokmaya çalışsa da, çelişki varlığını sürdürür.

 

Özetle, felsefenin içeriğinde yer alan metafizik, kalıp veya kategori olarak varlığını sürdürse de, içeriğinin her filozofa, her felsefi anlayış, yaklaşım, sistem ve okula göre değişkenlik göstereceği, öyle olmasının nerdeyse kaçınılmazlığı söz konusudur.

 

Kuşkusuz herhangi bir sanat eseri, belli bir felsefi anlayışın, sistem veya okulun metafiziği benimsenerek ortaya çıkartılabileceği gibi, felsefi anlamda herhangi bir metafiziğe rağmen kendini ifade edebilir. Ancak, felsefi herhangi bir metafiziğe yaslanmadan yine de metafizik sorunları sanatın imkânları ve anlatım biçimleri, yani üslupları içinde ele alabilir, bir sorun boyutunda tartışıp irdelemelerde bulunabilir. Bu durum, sanat eserini veya ürününü kendiliğinden belli bir metafiziğin uygulayıcısı, yansıtıcısı, izleyicisi veya savunucusu şeklinde değerlendirmeye götürmemelidir bizi.

 

Tıpkı belli bir inanç veya dinî ilkenin kaynak alınıp sanatın varlık ve imkânları ölçeğinde ortaya konulmasında sanat eserini dinî bir eser konumuna getirmediğinde olduğu gibi. Her ne kadar belli bir inanç veya dinî kavramlara, konulara, ilke ve simgelere yer vermiş olsa bile, mesela Mevlana’nın Mesnevi’sinde, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde, Sezai Karakoç’un Hızırla Kırk Saat’inde olduğu gibi, bunlar dinî bir eser olarak değil, sanat eseri olarak nitelendirilmektedir. Bu belirlemeden sonradır ki, sanat eserinde metafiziğin sorunlarına yer verilip verilmediği, ne ölçüde ve nitelikte ele alınıp alınmadığı gibi sorunlar irdelenmek durumundadır. Aksi bir tutum, sanatı ve sanat eserini ikincil konuma, hatta basit bir araç-gereç haline getirebilir ki, bu da sanatın bağımsızlığını, özgünlüğünü, biricikliğini yadsımak, en azından göz ardı etmek anlamına gelir.

 

İsmail Kıllıoğlu

 

Yitiksöz Sayı-1