Sanatın Sosyolojik İmkânı

 

İnsani olana yönelik etkinlikleri tanımlama noktasında altı çizilebilecek pek çok husus, sosyolojik analizlerimizde merkezî bir rol oynar. Nitekim, insani edimleri anlamlandıran özne, yaşamın neredeyse tamamında aktif bir katılımcı olarak bu merkezîliği hak eder. Bu bağlamda özne, kendisinden sosyolojik anlamlar edinebileceğimiz bir temsil olarak karşımızda durur. İnsani edimleri tanımlama noktasında işlevsel kıldığımız öznenin sanat yapıtı ile bağlantısı, buradan sonrası için önem kazanır.

 

Sanat yapıtını anlamlandırmada; sanatı icra eden özne, sanatı temsil eden özne ve yapıtın muhatabı olan özne birlikte okunmalıdır. Diğer yandan sanatı icra eden öznenin ortamı, sanatı temsil eden öznenin ortamı, yapıtın muhatabı olan öznenin ortamı, sanat yapıtının yaşamla kurduğu bağı anlama noktasında bize ipuçları verecektir. Sanatın icrası, temsili, muhatabı ve ortamı bir araya geldiğinde ise, sanatın, sosyolojik okumanın neresinde durduğuna yönelik bir sorgulama önemli bir yerde duracaktır. Bu soru, insani edimlerin öznesinin düşünce ve eylemlerinin sadır olduğu toplumsal yapıdan beslenen bir sanatın varlığı ile kendisine cevap bulacaktır. Ayrıca, söz konusu soru, sanat eserini sahiplenenlerin her birinin anlam dünyası etrafında kendisine cevap bulacak, böylelikle bahsi geçen toplumsal yapıya, okur sayısı kadar “dünya” eklenebilecektir. Bahsedilenlerin tamamına yönelik bir sorgulamaya imkân bulacağımız Sanatın Sosyolojik İmkânı,* böylesi bir anlamlandırmayı temsil edecektir.

 

Sanat ve toplum, özne ve ortam ilişkisine yönelik bir bakış açısı edinebileceğimiz çalışmada, ilk önce kapak tasarımı göze çarpar. Kapak tasarımında, perdeyi aralayan el, manzara ile bir bütünlük kazanacaktır. Burada dikkat çeken nokta, öznenin saklı tuttuğu iç âlemini sanat vasıtasıyla dışarıya sızdırmasıdır. Bu yüzden, iç ve dış âlemin bir arada bütünlük kazanması, Sanatın Sosyolojik İmkânı’nı anlamak için gerekli bir ayrıntıdır. Diğer yandan bir sanat eseri, ortaya çıktığı andan itibaren iyi ya da kötü bir karşılık bekleyecektir. Bu karşılığı alabilmek; muhatabın da eserle bir ortaklık kurması ile mümkündür. Dolayısıyla perdenin arkası ve önü; burada da daima bir etkileşim hâlindedir. Bu yönüyle kapak tasarımı, kitabın içeriğinin nasıl bir yol izleyeceği konusunda bir önsezide bulunmamızı sağlayacaktır.

 

Din, ekonomi, siyaset gibi kurumlara nispeten sosyolojide, sanatın daha az zikredilmesi, kurucu sosyologların bu alana karşı ilgisizliğinden kaynaklanmıştır. Söz konusu kayıtsızlığa karşılık, sanat sosyolojisinin kendisine her zaman bir yer açabildiği ve gelişimini sürdürebildiği bilinmektedir. Sanat sosyolojisinin yer edinebilirliği ve sürdürülebilirliği, sosyolojik analizde kullanılan pozitivist ve anlamacı eğilim etrafında sağlanmıştır. Yer edinebilirlik ve sürdürülebilirliği sağlama ise, ancak iki eğilim iş birliği hâlinde olduğunda mümkün olabilecektir. Sanatın doğası, “anlama” ile bağlantılı olduğu için yalnızca açıklamacı bir eğilim, onu daima eksik bırakacaktır. Fakat sanatı, yalnızca bir “içerik anlamlandırması” olarak görmek, bu eksikliği devam ettirecektir. Bu yüzden sanat sosyolojisi için, eserin içeriğine odaklanan iç analiz ve toplumsal boyuta odaklanan dış analiz ile iş birliği içerisinde hareket etmek elzemdir.

 

İki bölümden oluşan eserde, Sanatın Sosyolojik İmkânı’na yönelik sorgulama, öncelikle bu imkâna yönelik anlama etkinliğini mümkün kılan kavramsal bir girişle başlar. Bu kavramsal giriş, sanatın sosyolojik temelinin anlaşılması ve sanat eserine yaklaşırken nasıl bir gözle bakılması gerektiği noktasında bize rehberlik edecektir. Bu bağlamda ilk olarak, sanat sosyolojisinin imkân ve inşasına dair bir başlık bizi karşılar. Burada sırasıyla; tarihî seyir, sanat ve toplum, üretim, aracılık ve kabul, toplumda sanat veya sanatta toplum, sanat eserini anlama ve yorumlama gibi alt başlıklar açıklanır. Üç dönem şeklinde aktarılan tarihî seyrin birinci kuşağında, sanatın nasıl ortaya çıktığı, hangi işlevleri üstlendiği, bir şeyin sanat olup olmadığının nasıl kararlaştırıldığı üzerinde durulur. Bu evrede sosyolojik gözle önem kazanan estetik ön plana çıkmıştır. Sosyolojik estetikten sonra gelen ikinci evrede ise sanatı somut toplum içerisinde görmeye çalışan yapıtlar ön plana çıkacaktır. Bu kuşakta sanat ve sanatçının gelişim gösterdiği bağlamlar üzerinde durulmuştur. Kuşağın temel kaygılarının başında, geniş toplumsal bileşenlerin sanat üretimi ve kabul süreçlerine nasıl etki ettiği gelmiştir. İkinci kuşakla geçişkenlik içerisinde aktarılan üçüncü kuşak ise birinci ve ikinci kuşağın ötesinde, toplum açısından sanat konusunu ele almıştır. Son olarak tarihî seyirde yol gösterici olan kuşak dördüncü bir kuşakla ifade edilmiştir ki bu kuşakta da içten anlamacı, obje ve olguları açıklamanın ötesinde aktörlerin üretimi olan sanat sosyolojisine yönelim önem kazanmıştır.

 

Sanatın insani edimlerin iç ve dış yüzlerini görme noktasında kaynaklık ettiği göz önünde bulundurulduğunda, insanın sırasıyla bir başka insan tekini tanımlama, bu insan tekinden hareketle kendisini tanımlama ve toplumda varlık sergileyen bir özne olarak toplumu tanımlaması, sanat vasıtasıyla da sağlanabilecektir. Bu tanımlamayı yaparken sanat sosyolojisi, eserden yola çıkarak aktörün tasarrufunu yapabilmeli, sanat eserinin kendisine yönelerek onun değerini analizlerine dâhil edebilmelidir. Eserin değerinin tanımlanmasında, üretim, aracılık ve kabul süreçlerine yönelik bütünlüklü bir okuma yapılmalıdır. Ayrıca eserin üretim, aracılık ve kabul sürecinde sanatçının bizzat kendisinin toplumun bir parçası olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Diğer yandan sanat-eser ile okur arasındaki ilişkiye ek olarak kişi ve kurumlardan oluşan aracılar da sanat eserinin bir parçasıdır. Parçası olduğu eseri yeniden yaratıma tabi tutan okur ile anlam bulan kabul görme süreci de, eseri nihayete erdirecektir.

 

Üretim, aracılık ve kabul süreçlerinden sonra üzerinde durulan bir başka konu, sanat sosyolojisinin geçmişi ve bugünü olmuştur. Geçmiş ve bugün bağlamında sanat sosyolojisi, geçmişindeki birikimlerden faydalı olanları alarak üzerine yeni birikimler eklemiştir. Burada, aktörün etkileşimde bulunduğu çevre, bir toplumun kültürü ve sanatı arasındaki zorunlu etkileşimi gösterdiği için önemlidir. Öznenin arzuları, ilişki ve etkileşimlerinin bu çevre etrafında gerçekleştiği düşünüldüğünde çevre, kültür ve sanat ilişkisi daha anlaşılır olacaktır. Anlaşılmayı bekleyen öznenin arzu, ilişki ve etkileşimleri de geçmiş ve bugünün birikimleri ile mümkün olacaktır. Dolayısıyla arzu, ilişki ve etkileşimleri barındıran insani hâller ile şeyler, sanat metninde, anlaşılmaya muhtaç vaziyette muhatabını beklemektedir.

 

Toplumsal bir değer olan sanatın ortamı ile bağlantısına paralel olarak ikinci bölümde, sanat ve siyaset ilişkisi üzerinde durulmuştur. Bu izlekte, sanatın yaşamla ve yaşamın sanatla olan bağı; ideoloji, iktidar ve devrim başlıkları ile sınırlandırılmıştır. Burada, sanatçının tıpkı toplumun diğer bireyleri gibi belirli değer ve inançlarla donatıldığı vurgulanmıştır. Sanatçı, eserini meydana getirirken bu değer ve inançlardan etkilenmiştir. Dolayısıyla sanatçının ideolojisinin bir şekilde sanat eserinde yer bulduğu görülmüştür. Bu etkileşim bağlamında mekânlara yayılmış bir toplumsal ilişkiler ağı olarak iktidar da en mahrem ayrıntılarına kadar her yerde kendisini göstermiştir. Sanat ve siyaset ilişkisini anlamlandırmada kullanılan ideoloji ve iktidar kavramlarından sonra devrim olgusu önem kazanmıştır. Doğrudan olmasa da sanat, insan davranışlarına etki etmeye yönelik amacı ile devrimle bağdaştırılmıştır.

 

İktidar, ideoloji ve devrimin somut tezahürlerini gösterme; roman, öykü, şiir ve müzik ile sağlanmıştır. Bu vesile ile, Batılılaşmanın ana hedefi, merkezî yönetimin gücü, merkezîleşme güdüsü, kültürel kimlik inşası, dil tartışmaları gibi dönemi ilgilendiren konular, Araba Sevdası-Felatun Bey ve Rakım Efendi romanları üzerinden okunmaya çalışılmıştır. Her iki eser de yapmış olduğu Batılılaşma eleştirisi ile ortak bir noktada buluşmuştur. Araba Sevdası bu eleştiriyi Bihruz Bey tiplemesi üzerinden gerçekleştirirken Felatun Bey ve Rakım Efendi -Doğu ve Batı’yı temsil eden- iki zıt karaktere odaklanarak gerçekleştirmiştir. Aynı zamanda Türk düşüncesindeki sentez arayışlarını değerlendiren bir başka başlıkta, Doğu-Batı ikilemi, Halide Edip Adıvar’ın eserleri üzerinden okunmuştur. Batılılaşma süreci içerisinde değerlendirilen kimlik ve din, bu olgulara yönelik ideolojik yaklaşımlar, geleneksellik ve modernlik, yerlilik ve yabancılık gibi konular söz konusu eserlerden hareketle tartışılmıştır. Burada, toplumsal yaşam, gelenekler, görenekler ve insan ilişkilerinden öte, dönemin siyasi yapısı hakkında bilgiler sunduğu için Sinekli Bakkal; Türkçülük fikrinin edebî kamuflajı olarak düşünüldüğü için Yeni Turan romanları ele alınmıştır.

 

Sanat ve siyaset ilişkisinin çocuk edebiyatı üzerindeki etkisi, eğitim ile ideololoji ilişkisi bağlamında sirayet etmiştir. Bu etkiyi ele alırken öne çıkan isimler, Ömer Seyfettin ve Cahit Zarifoğlu’dur. Batılılaşmanın Türk’ün ruhunda bıraktığı tahribatı Türklüğün yeniden keşfi ile aşmaya çalışan içeriği ile Primo Türk Çocuğu isimli öykü; İslam inancına rengini veren içeriği ile Yürekdede ile Padişah isimli öykü burada zikredilen iki eserdir. Söz konusu eserlerden hareketle çocuk edebiyatı bağlamındaki eserlerin, toplumda var edilmek istenen çocuk tipine göre şekillendiğini söylemek mümkün olmuştur.

 

İnsanın âlemini okuma noktasında bize kaynaklık eden şiir, diğer türlere nispeten zor bir yazını temsil eder. Bu yüzdendir ki şiir, başlangıçta toplumun bilgisine mazhar değilmiş gibi görünür. Oysaki tıpkı herhangi birinin hayal dünyasının bir şekilde gerçek dünyası ile harmanlandığı gibi, şairin hayal dünyası da bu dünya ile bütünleşecektir. Bu açıdan bakıldığında şair, bireysel ve toplumsal gerçeklikleri kalbine kadar indiren, kalbini sözlere döken bir tipleme olarak karşımıza çıkacaktır. Bu tipleme, Sanatın Sosyolojik İmkânı’nda, Mehmet Âkif ile örneklendirilir. Tamamen bir inanç ekseninde yoğurduğu şiirlerinde Mehmet Âkif; din, eğitim, ekonomi, aile, günlük yaşam ve siyasetin iç içe olduğu tasavvurlara yer verir. Dolayısıyla şair, hisleri ve duyguları ile canlılık kazanan toplumun âdeta iç âlemidir.

 

Toplumun duygularını yansıtması bakımından ele alınan müzik; toplumun dilinden, tarihinden, dininden, örf ve âdetlerinden beslenen, kendine özgü mantığı olan bir türdür. Türk müziği açısından düşünüldüğünde; toplumsal değişime bağlı olarak inşa edilen ideal gençlik tasavvurunun müziklerle sağlanmak istendiğini görmek mümkün olacaktır. Nitekim müziğin değişimi ile toplum değişecek, toplumun hafızası, duyarlılıkları, beğenisi, kimliği ve kişiliği yeniden kurulacaktır. Roman, öykü, şiir, müzik ve en genel hâli ile sanata dair tekrar edilecek son söz ise, her birinin insani bir etkinlik olduğu, insani olanı temsil ettiği, insani olana ithaf edildiği olacaktır.

 

Rukiye Geçer 

 

Yitiksöz Sayı-6