Savrulmalar: İki Arada Bir Derede Kalmak

 

İnsanın bir eylemi yapabilmesi için ilk gereken bilgidir, bilmek fiilidir. Bunun hemen ardından istemek fiili gelir. Çünkü bilmeyen irade edemez, isteyemez, ne isteyeceğini bilemez. Bir irade sergileyemeyen de bir eylemde bulunamaz, bir şey yapamaz: Bilmek/Tanımak/İstemek/Yapmak eylemleri birbirleriyle bağlantılı eylemlerdir.    

 

Bilmeyen/tanımayan tereddüt eder. Mütereddit sözcüğünün dili dolaşmak, biraz duraklamak, bir işte sabit olmamak, kararsız kalmak… anlamları var. Başka bir deyişle tereddüt, bilme/tanıma -ilim ve irfan da denilebilir buna- eksikliğinden doğar. Bizim düşünce dünyamızda da sabit bir hâl yok, sorunlar karşısında duraklıyoruz, dilimiz dolaşıyor ve kesin, tereddütten uzak cümleler kuramıyoruz, kararsız kalıyoruz.  

 

Sanayi devrimi sonrası dönem, olguculuk (pozitivizm), aydınlanma aklı, bilişsel düşünce ‘kesinlik’ arayışının egemen olduğu bir dönemdir. Bu dönemle birlikte Tanrı yaşamın içinden kovulur. “Tanrı öldü” der Nietzsche. Tanrı’nın yerine insan konulur. Her şey insan içindir, insanın isteklerine göre olacaktır ve her şeyi insan gerçekleştirecektir. Teknopoli döneminde, teknolojiye iman döneminde bu yolun da bir çıkmaz sokak olduğu anlaşıldı. T. Eagleton, Hayatın Anlamı adlı yapıtında “bilimsel gerçeğin, hakikatin tek belirtisi olduğunu düşünerek fazla yaygara kopardık” der. Şimdilerde ise içinde yaşadığımız çağı ‘belki’ belirteci ile açıklayabiliriz: Belki Çağı. Her şey olabilir; bilim bunu açıklayabilir… Hakikat Sonrası Çağ deniliyor bu çağa. Artık hakikat, her insanın kendi dünyasında, bireysel olarak tanımladığı gerçekliklere dönüştü. Fetvalar hep bireysel. Her insan kendine göre bir hakikat belirliyor. Mutlak doğru kalmadı. Sanal bir dünyada yaşıyoruz. Her olgu, her gerçeklik bir oyun. Her şey her ân değişebilir. Dünya sanal hâle, bir oyun hâline geldi.

 

Bizim uygarlığımızda da dünya bir oyun ve eğlenceye benzetilir. Bu oyunda kazanmak da var, kaybetmek de; bu oyunda tuzak da var, sanal esenlikler de var. Sanal, çünkü geçici. İnsanlık uzun arayışların sonucunda bu hakikati kavrıyor denilebilir. Koca Yunus da “Nazar kıldım şu dünyaya/Kurulmuş tuzağa benzer” der.

 

İnsanlığın yaşadığı bu ikilem içinde biz de tereddütlere düştük. Yaşadığımız uygarlık bunalımı insanımızı iki arada bir derede, kararsız bırakıyor. İnsanımız, kendisi karar veremiyor. Bu insanın kesinleştirdiği, vazgeçemediği bir kararı yok. Şöyle de denilebilir: İnsanımız, çok çabuk karar değiştirebiliyor veya başkalarının kararlarını, başka uygarlıkların tercihlerini kendi kararları olarak meşrulaştırma çabasına girişebiliyor.

 

18. yüzyıldan itibaren her alanda Doğu/Batı çatışması şeklinde uygarlığımıza yansıyan bu bunalım ve tereddüt nedeniyle sağlıklı düşünceler üretilemiyor. Olaylar sadece seyrediliyor. Tartışılan, çözüm bulmak adına masaya yatırılan sorular/sorunlar hep ikinci derecede, sorunu çözmeyen, çözüyormuş gibi görünen, sorunu sadece budayan ve daha da gürleşmesini sağlayan soru(n) lardır. Bu tür çabalar, aslı bozuk olan, sağlıklı bir zeminden hareketle inşa edilmemiş bir yapıyı güçlendirmeye, tamir etmeye, yamalık yapmaya yarıyor. Kısa süre sonra aynı sorun bir başka şekle bürünerek yine insanımızın/aydınımızın karşısına çıkıyor. Bu noktada hemen A. Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki roman kişisi Hayri İrdal’ı anımsamak meramımızı daha iyi açıklayabilir. Hayri İrdal kararsız, ne yapacağını bilemeyen bir kişiliktir. “Bende bir seyirci haleti ruhiyesi var” der.

 

A. Hamdi Tanpınar’a yakıştırılan en güzel sıfat tamlaması ‘entelektüel tereddüt’tür. Tanpınar camiyi reddetmez, ama Sultan Ahmet’e de girmez, penceresinden bakar. Kendi deyişiyle ne içindedir zamanın ne dışında. Eşikte durur, kararsızdır. Sürekli sorular sorar. Dede Efendi’yi terk edemez, ama bir tarafta da Bach ve Mozart vardır. A. Hamdi Tanpınar’a verilen ‘entelektüel tereddüt’ sıfatı aslında, onun ruh hâli, genelleme yapmadan söyleyelim, bizim aydınımız/insanımız için de söylenebilir. Bu ruhsal durum, bulaşıcı bir hastalıktır. Toplum içinde çok sayıda Hayri İrdal gözlenebilir. Tanpınar da bu topludurumu gördüğü ve anlatabildiği için büyük romancıdır. Edebiyatımızda, hukukumuzda, müziğimizde, mimarimizde, neredeyse her alanda bu tereddüdün örneklerini görebiliriz. Yaşanan bu tereddütler sonucunda seçimini Batı’dan yana yapan kişiler de vardır. Bunlar Galatasaray Lisesi, Dame de Sion… gibi yabancı okullarda okurlar. Aralarından kimileri kaçıp gittikleri ya da gönderildikleri ülkelerde rahip olurlar, rahibe olurlar.  

 

Sözgelimi, ülkesinde özgürlüğün yokluğu nedeniyle anne ve babasına bile haber vermeden yurt dışına kaçan Zeynep Hanım (1884-1923) Mekteb-i Sultani/Galatasaray Lisesi mezunudur. Sıkı bir Abdülhamit düşmanıdır. Onu bir despot olarak görür. Kadınlara özgürlük ister. 1906 yılında, annesine ve babasına haber vermeden P. Loti ile Avrupa’ya kaçar. Grace Ellison ile yazışır1. Kendi ülkesini Avrupa ile, kendi insanını Avrupa insanı ile karşılaştırır. Namık Kemal’in torunu Selma Hanım (1902-1986) da Amerikan Koleji’nde okur. O da ‘Peçeye Özgürlük’ diyerek Amerika’ya kaçar. Tevfik Fikret, oğlu Haluk’u İskoçya’ya mühendislik okusun diye gönderir. Haluk, ülkesine ‘ziya/nur’ getirecektir ama papaz olur. Fatma Aliye Hanım, Ahmet Cevdet Paşa’nın kızıdır. Bu ilk bayan yazarımızın iki kızından biri olan İsmet Hanım da Dame de Sion’da okur ve ortalıktan kaybolur. Kaybolmasının nedeni Katolik bir rahibe olmayı seçmesidir. Rahibe İsmet Hanım annesiyle, rahip olan Haluk da babasıyla görüşmeyi ömürlerinin sonuna kadar reddederler. Halide Edip Adıvar Üsküdar Amerikan Kız Lisesinden mezun olan ilk Müslüman Kadındır… Reşat Nuri Güntekin ‘Frères’ler Okulunda okur… Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet döneminde bu tür örnekler çokça görülebilir.

 

Bunlar, Batı’yı tercih etseler de Batılı olamazlar, Doğulu oldukları bir yerlerinden sırıtır. Yaşadıkları olaylar, onlara kendilerini, kendi uygarlıklarını düşündürür. Zeynep Hanım kendi uygarlığını eleştirir, ama ne yaparsa yapsın, Avrupalılar gibi de olamamaktadır. Batı’yı görürler, kendilerini düşünürler, ne yapılması gerektiğine karar veremezler. Bu insanlar, hep mütereddit insanlardır. Sabit bir hâlleri yoktur, dilleri dolaşır, duraklarlar, kararsızdırlar, iki arada bir derededirler.  1 Zeynep Hanım, Bir Türk Kadınının Avrupa İzlenimleri, Everest Yay., 2016.23 yitiksöz

 

Zeynep Hanım, Fransa’da sosyete hanımlarının, gazeteleri şevkle aldıklarını dile getirir. Bu hanımlar kendilerini göstermek istemektedirler. Zeynep Hanım insanın kendi adını gazetede görmek istemesinin hastalıklı bir zevk olduğuna inanır. Onun kendi ülkesinde böyle bir hastalık yoktur. Fransızların bu hastalıklı zevkine, kibarlık taslamalarına kızar. Ona göre Avrupa’da mahremiyete saygı yoktur, gösteriş ve reklam, yaşamla iç içedir.  

 

Müslümanlara özgü bir konukseverlik vardır. Zeynep Hanım da Doğu’nun konukseverliğinden söz eder. Doğu’da, kendi ülkesinde en mütevazı evde bile bir misafir odası bulunmaktadır. Bu insanların, misafir olmadan sofraya oturmak istemediklerini vurgular. Fransa’da ise her şey karşılıklıdır. Fransa’da birisi bir yemeğe davet edilince, mutlaka bu yemeğin karşılığı olarak diğerinin de onu davet etmesi gerekmektedir. Batı’da sebepsiz bir ziyaret olmaz. Zeynep Hanım’ın ülkesinde ise insanlar, birbirine haber bile vermeden ziyarete gitmektedirler. Yoksul insanlar, zengin insanların sofrasında yemeğe oturabilmektedirler. Hatta halktan insanların saraya girip yemek yiyebileceği kapılar yaptırılmıştır. Zeynep Hanım, özellikle Ramazan davetlerinin, gerçek konukseverliğin gösterildiği davetler olduğunu Fransa’da düşünür. Avrupa’da kaldığı süre içinde anlar ki her uygarlığın kendine göre bir mutluluk anlayışı vardır. Bir Türk kadınının Batı’da yaşamasının olanaksız olduğunu söyler. Mektubunda muhatabına şöyle der: “Ben ülkemin değerini Batı’da öğrendim.”

 

Namık Kemal’in torunu Selma Hanım da çarpıcı bir örnektir. Selma Hanım Amerika’dadır. Çaya koyacak şekeri kalmamıştır. Komşusundan şeker istemeyi düşünür. Birlikte kaldığı arkadaşları bunun mümkün olmadığını söylerler. Şöyle bir tespitte bulunur: “O zaman anladım ki Amerikan kentlerinde komşu olan yalnız evlerdir”2. Ne var ki Selma Hanım kendi uygarlığıyla ilgili konuşurken, yazarken en sık kullandığı sıfat, kara sıfatıdır. Evlerinde babasının Paris’ten getirttiği bir piyanoları vardır. Fransızca öğreten bir mürebbiyesi, Kur’an öğretecek kara cübbeli bir Kur’an hocası vardır. Selma Hanım Kur’an okumayı öğrenmek, okumak istemez. Peçeyi çıkarmak, özgür olmak için Amerika’ya kaçmıştır. Zeynep Hanım da Selma Hanım da Haluk da nur aramaya gitmişlerdir. Bulamazlar. İkisi de ölünceye kadar aileleriyle görüşmezler, ailelerini de kaybederler.

 

Tanzimat’tan itibaren romanlarımız bu tereddüdü yaşayan anlatı kişilerinden oluşur. Peyami Safa da tereddütlerin romancısıdır: Bir Tereddüdün Romanı’nı yazar, Fatih/Harbiye’yi yazar. Onun da Neriman’ı vardır. Neriman, Şinasi ile Macit arasında gider gelir. Kemalettin Kamu da I. Paylaşım Savaşı sonucunda Şam kaybedilince üzülür. 1 Kasım 1918’de Şam’a mersiye yazar. 11 yıl sonra, 1929 yılında da Kâbe’yi Arap’a verir, Çankaya’nın kendisine yettiğini söyler. Bu da bir başka savrulma biçimidir.

 

Yakup Kadri hem Kiralık Konak’ı yazar hem Ankara’yı yazar. Onun Okun Ucundan adlı kitaptaki yazıları 1915 yılında Peyam gazetesinde yazdığı yazılardır. Bu yazılar, 1339/1923 yılında Osmanlıca olarak Orhaniye Matbaası tarafından basılmış. 1946 yılında Latin harfleri ile Remzi Kitabevi tarafından Okun Ucundan/ Nesirler adıyla yeniden yayımlanmıştır. Daha sonraki baskılarda, bu kitaptaki yazılardan bazıları kenara çekilmiş, yayımlanmamıştır. 1970 yılında MEB Devlet Kitapları arasında çıkan Erenlerin Bağından adlı kitapta, Okun Ucundan adlı kitapta yayımlanan yazılardan bazıları çıkarılmış, bu baskıya alınmamıştır: İstimdat, 2 Selma Ekrem, Peçeye İsyan (Namık Kemal’in Torununun Anıları), Anahtar Kitaplar, 1998, İstanbul.24 yitiksöz Bahara Dair Bir Hitabe, Yıldızların Bîkesliği, Kuvvetli Bir Ruh, Yahya’ya Göre İncil, Çarşafa ve Peçeye Dair başlıklı yazılara bu baskıda yer verilmemiştir. Erken Cumhuriyet döneminde birçok yazarımız önceden yazdıklarını sonra reddetmişler ya da gündemlerinden çıkarmışlar, topluduruma uyarak eserlerinde değişiklikler yapmışlardır.

 

 Yakup K. Karaosmanoğlu, Okun Ucundan adlı kitabında yer alan Çarşafa ve Peçeye Dair3 adlı yazısında ‘çarşafın “dil-firîb”, cazip, gönle hoş gelen bir giysi olduğunu, bu çirkin asrın ve bu çirkin ortamın yegâne süsü, yegâne güzelliği olduğunu, çarşafsız bir kadın tahayyül edemediğini söyler. Laubali bir yabancı gözün kadınlara değmemesini ister. Ona göre memleketlerden, vatanlardan evvel ilk ‘müdafaa’ edilen, kadındır.  Kadına el uzatılırsa o zaman savaş çıkar. Yazısında, “Sakın onları çıkarmayınız, atmayınız” der. Aynı kitapta, Yoldan Çıkmış Bir Kadına öğütler verir. Bu tür kadınların yaptıklarını “vahametli bir ukubet”, son derece tehlikeli bir ceza olarak niteler. “Ne yaptınız da böyle bir ukubete duçar oldunuz? Neden büyükbabalarınız gibi düşünmek kuvvetini, tesellisini kaybettiniz? Biliniz ki kadınlar hakkında yalnız onlar, eskiler doğru düşünüyordu” der.  

 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bunları yazdığı tarih 1915 yılıdır. Daha sonraları ‘reybileşmek’ten, yani her şeyden şüphe eder duruma gelmekten söz eder. Bunu da bir iman iflası olarak niteler. Tekrar tereddüdün zirvesi sayılabilecek bir anlayışla, Yahya Kemal ile birlikte ‘nev-yunanilik’ten, Akdeniz uygarlığından, Yunan uygarlığının önceliğinden, üstünlüğünden, öne geçirilmesinden söz eder. Yaban yazarı, ilk gençlik yıllarında Ayasofya’da okunan mevlitten çok etkilenir. Öldükten sonra ise resmî veya dinî bir tören istemez, doğrudan mezarlığa götürülmesini ister, şöyle der: “Karımdan ve dostlarımdan son dileğim, ölümümden sonra ne resmi ne dini merasim isterim. Hastaneye kaldırılacak cesedimin doğrudan doğruya mezarlığa nakli!”

 

Halide Edip çarşafıyla Sultan Ahmet Meydanı’nda o ünlü konuşmasını yapar. Daha sonra Vurun Kahpeye romanını yazar. Anadolu insanının adam edilmesi gerektiğini düşünür. Sinekli Bakkal’da bir Doğu/ Batı sentezi önerilir. Reşat Nuri Güntekin’in Feride’si, Acımak romanındaki Zehra öğretmen de büyük bir özveri ile Anadolu insanını doğru yola getirmeye çalışırlar. Doğrunun ne olduğunu bir hakikat derecesinde, başka bir deyişle içten, keşfedilen bir bilgi olarak yakalamadan başkasını doğru yola getirmek, adam etmek ne kadar mümkün olabilir?

 

 Osmanlı/İslam uygarlığı bizim romanlarımızda yaşlı bir erkeğin genç bir kızla evliliğine, görücü usulü evliliğe, yanlış evliliklere indirgenir. Bu romanlarda erkekler evini yönetemez, kadınların tuzaklarına yenilir: Dirayetsiz, kararlarında ikircikli, kötü kadınlar ve kötü erkeklerden oluşan bir toplumsal yapı manzarası sunulur.  Bir taraftan Batılı bir insana özenilir; onlar gibi giyim kuşam, onlar gibi bir yaşam arzu edilir. Diğer taraftan aynı insanlar, kendi uygarlığından vazgeçmek istemezler. Ahmet Mithat Efendi Sevdâ-yı Sa’y ü Amel adlı risalesinde çalışkan bir esnafın ‘karı’sının Batı’daki ‘leydi’lerden daha iyi ve daha mutlu olduğunu söyler.    

 

İki arada bir derede kalmak, Türkçemizin güzel bir deyimidir. Kararsız kalmak, bir savrulmadır. Neyin doğru neyin yanlış, neyin güzel neyin çirkin olduğu konusunda bir kırmızı çizgi çekememek önemli bir düşünsel sorundur. Sorunların hep kıyısında dolaşıp bir türlü sadede gelememek insanın içini acıtan bir durumdur.

 

Uygarlık bağlamında bir tercih yapabilmemiz, yapmamız gerekiyor. Tanzimat ve sonrasında Türk aydınının sentezci bir düşünme biçimi var. Bu tür bir düşünme biçimi sorunu çözmüyor. Sorunlarımızı ‘hakikat’ bağlamında, ‘Hakikat Uygarlığı’ bağlamında düşünmek gerekiyor. Sezai Karakoç -Allah ona rahmet etsin- bu sentezci duruşu reddeden, sağlıklı düşünen, ilk olarak “İslam/Müslüman” kavramlarıyla düşünen, yazan bir sanatçıdır. 1960’lı yıllarda yazdığı yazılar bugün de güncelliğini koruyor. Sütun-2’de şöyle diyor gür bir sesle:

 

“Ne kapitalizm ne komünizm, bırakın bunları… Dirilin ve kendinize gelin arkadaşlar. Ne Nitzsche’nin çılgınlık nöbetleri. Ne Freud’un cinsiyet kitabeleri. Ne Marx’ın öç ve kin sahifeleri. Bozulmuş darmadağın Ortadoğu bahçeleri. Kim bozmuş bu bahçeleri düşünün. Kim soldurmuş güneşini. (…) Kanmayın batıdan gelen saralı birsam rüzgârlarına. Kollayın kendi baharınızdaki sabayı. Sabah rüzgârını. Siz kulaklarınızı dışarıdan gelen seslere vermişsiniz. Kendi sesiniz hani?”.

 

Kendi uygarlığımız adına, din adına yaptığımız birçok tartışma bile insanımızı tereddütlere salıyor. Kesin doğrularımız, helallerimiz ve haramlarımız üzerinden, kendi sesimizle söz söylemek, kendi penceremizden bakarak düşünce üretmek, dünyayı anlamlandırmak bizi tereddütlerden, savrulmalardan kurtarabilir.

 

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Hayri İrdal’ı gibi yürüyüşü dışarıdan seyretmek, başkalarının sesi olmak, başkalarının her işi yola koymasını beklemek bir tür hamakat olsa gerektir.

 

Hilmi Uçan 

 

Yitiksöz Sayı-10