Seyreyle Bir Âlemin Bu Âlemden Vedaını

 

Ne yazılsa eksik kalacak, ne yapılsa boşluğu dolmayacak.

Elimizde simsiyah kelimelerle bahçenin en yalnız köşesinde öylece kalacağız.

Kelimelerimiz yüz geri olacak, hâle mutabık bir manzara ortaya koyamayacağız.

Cümlelerimizin boğazındaki düğüm günlerce açılmayacak.

Ağır bir taş göğsümüzün üzerinden günlerce kalkmayacak.

Hep böyle olur çünkü. Kolay değildir bir âlemin bu âleme vedaını yazmak ya da yaşamak.

 

****

 

Gidip gelinmese de, ‘orada’ olduğunu bilmek iyi gelirdi, güven verirdi herkese.

Çünkü El Emin olanın güzel ahlakından, güvenirliğinden bir tat, bir koku sinmişti üzerine.

 O, görkemli bir çınar gibi ‘orada’ durdukça, ayaklarını toprağa uzattıkça; kaybolmayız, karaya vurmayız diye düşünür, ferahlardık. Yol işaretçimiz, denge noktamızdı.

Daha çok şehrin öbür ucundan koşarak gelen adamlara benzerdi. Onlar gibi, yaptıklarına karşılık bir ücret talep etmezdi. Tıpkı onlar gibi, mirasın büyüğünü arkada bırakıp gitti.

Bir anlam pınarıydı bizim için, yaşadığımız şu anlamsız, kara kuru çağda bir abıhayat. Bir mana atlası. Bu mana atlasının ortasında bir dağ gibi azametle otururdu. O dağ bizim varoluş ahengimizdi.

Varlığı dünyamızı güzelleştirirdi, konuşması ve susması da. Sadece erbabının anlayabileceği suskun sözdü.

Biz, anlamlı ve güzel susmayı onda gördük. Susmak konuşmaktan daha fazla işçilik isterdi çünkü. 

Mahcup ve onurlu bir duruştu onunki, Âlemlerin Efendisi’nden kalma o mahzun duruş. İlkelerinden ödün vermeden yaşamanın verdiği klas duruş.

Darası alınmış bir hayattı, net ve sarih. Rabbine karşı mutlak mahviyet içindeydi, insanlardan müstağni.

Hocaların en sabırlısıydı, en yüce gönüllüsü; görünen bir üniversiteydi.

Yaşayan ahlaktı. Müslüman bir coğrafyanın bütün acısı, ıstırabı ve çığlığı alnındaydı.

Necip Fazıl'ın yoldaşıydı, Âkif’in günümüzdeki izdüşümü.

Ebuzer’den çağımıza yansıyan bir şavk.

Ali’nin derdini kuyulara anlatırkenki hali.

Kalbi Kerbela toprağıydı, şiirleri Hüseyin’in kanlı gömleği.

Sadece rüyalarımızı değil, Yusuf gibi hayatımızı da tabir etti.

Sadece bir şair değildi çünkü, şiirin bir ülkeye dönüşmüş hâliydi. Ülke gibi bir şairdi.

Bütün yazdıklarını toplasanız, ellerini semaya açmış kelimelerden ve secdeye varmış cümlelerden başka bir şey bulamazsınız.

 

***

 

Onunla ilgili birkaç imge aklımdan hiç çıkmayacak. Zannediyorum 2005 yılıydı. Diriliş Yayınları’nı ziyaretimizdeki vakur ve mütevazı hâli…Merceği kalın gözlüklerinin ardından sımsıkı kavrayan, kucaklayan; zekâ dolu gözleri. Maraş’a ve Maraşlıya hürmeten bizi kapıya kadar yolcu etmişti. Bin yıllık Türk şiiri bizi uğurluyor diye geçirmiştim içimden, yaşayan en büyük şairimiz bizi yolculuyordu çünkü. Bir de ah, o kol manşetleri ve yakası iyice eprimiş beyaz gömleği!.. Oysa isteseydi, elinin tersiyle itmeseydi, bu dünyadan neler alabilirdi! Ama o, dünyayı bir gölgelik bilen peygamber mesleğini seçti.

 

Sosyal medyada, sanki hayatını özetleyen kısa bir video var. Defalarca izledim, hüzünle. Elinde beyaz naylon bir poşetle yürüyor. Arada bir etrafına bakıyor. Sol omzu sağına göre biraz daha aşağıda. Çünkü kalbi bütün ağırlığıyla orada, çünkü emanet orada atıyor. Anadolu kalkıp yürüyebilseydi eğer, ancak bu kadar güzel yürüyebilirdi: bir gözü yerde, bir gözü gökte. Ve yalnız, halvet der encümen üzere. Dünyayla ilişkisi elindeki o naylon poşet kadar olmalı. Videonun sonundaki (son) bakış? Karlı, vakur bir dağın insanı delip geçen bakışı… Bir dağ bakar mı demeyin; bir dağ bakarsa, ancak Sezai Karakoç gibi derin ve anlamlı bakar.

 

Zor Zamanlar Senfonisi adlı şiirimi onun için yazmıştım: Bir utangaç mevsim daha geçmeli aramızdan belki acılarımız çoğalır ötesini de söyleriz belki  

 

Bundan böyle ‘ötesini’ söyleyebilir miyiz bilemiyorum, onun dünya sürgünü bitti, En Sevgili’ye emanet artık. Bizse şu anlamsız, çoraklaşmış çağda/dünyada biraz daha yalnızız; biraz daha yetim, biraz daha yoksul ve buruk.

 

Fakat kalbimizdeki bayrakları yarıya indirerek yaşasak da biliyoruz artık: Bu topraklarda yaşayan herkesin bir Sezai Karakoç’u var bundan sonra. Tıpkı Mevlana’sı ve Yunus’u olduğu gibi.

 

Mustafa Köneçoğlu 

 

Yitiksöz Sayı-8