Sezai Karakoç’un Şehrine Dair: Şehrin Düşündürdükleri

 

Sezai Karakoç’un şehir telakkisinden bahsetmek, esasında medeniyetten söz açmak demektir. Karakoç’un her anlayışı, esasında onun medeniyet fikrinin bir uzanımına tekabül eder. Medeniyet, Sezai Karakoç için tüm yaşama saha ve safhalarını, dahası akıbete hazırlanma yollarını ihata eden bir “hayat küre”yi seslendirir. Bu çerçevede Karakoç, her şeyi medeniyet üzerinden anlamaya ve anlatmaya gayret eder. Düşüncesinin kurucu kelimelerinden olan diriliş, onda bizi medeniyete davet eden esaslı kavramlardan bir tanesidir. Bu yazıda diriliş kavramı ekseninde Karakoç’un düşüncesinden hareketle medeniyetin kurucu unsurları ve bu unsurların şehri nasıl inşa edebilecekleri üzerinde durulacaktır.

 

Hayat küreyi inşa edebilmek için insanın bir medeniyet fikrine ihtiyacı olduğu söylenebilir. Bu fikir, içerisinde tahayyülü, tasavvuru ve taakkulü ihata eden bir bütüne tekabül eder. Medeniyetin ana unsurlarına baktığımızdaysa her şeyden önce birisi ontik, diğer ikisi epistemik üç büyük kavram çıkar karşımıza: Ontik olan insanın ihtiyaçlarıdır. Bu ihtiyaçlar fıtrî ve ilahî olduğu müddetçe yüksek bir medeniyetin kaynağı olma vasfını haiz olabilir. Epistemik olanlar ise, ilki mahal (space) yani uzay da diyebileceğimiz boşluk; ikincisi, zamandır. Mahallin işlenmesi, inşa edilmesiyle karşımıza yeni bir kavram çıkmaktadır. Bu yeni kavram, mekândır. Mekânı, var olma biçimlerinin, var oluşma imkânlarının tezahür ettiği/ettirildiği, ihtiyaçların temin ve tatmin edildiği yer olarak anlayabiliriz. Zamanın inşasıyla karşımıza çıkan bir kavram vardır; tarih. Burada tarih, sadece geçmişe işaret etmez. Dolayısıyla geçmişin biliminden ziyade, geçmişi, şimdiyi ve geleceği ihata eden ve varoluş biçimlerini kendisinde saklayan bir bütüne işaret eder. Dolayısıyla ihtiyaçlar ekseninde mahallin ve zamanın işlenmesi bakımından karşımıza mekân ve tarih çıkmaktadır.

 

Peki bu işleme ve inşa etme işini kim yapacaktır? Bu sorunun cevabı, içerisinde nitelikli bir özneyi gizlemektedir. Soruya cevap verebilmemiz için kurumsal bir faile ihtiyacımız söz konusudur. Bu fail zihniyettir. O zaman önce zihniyet inşa edilmelidir. Zihniyeti kurabilmemiz için beşeri insan kılan, insanı diğer mahlûkattan ayıran, onun emniyet ve emaneti yüklenmesine vesile olacak melekeleri açığa çıkaran bir zeminin olması gerekir. Bunlar insanda fıtrî ve potansiyel olarak bulunan idrak, vicdan, irade ve hissiyat yetileridir, melekeleridir. Ancak Karakoç’un altını hassasiyetle çizdiği bir husus vardır; idrakin, vicdanın, iradenin ve hissiyatın inşa olunabilmesi, tazelenmesi ve dirilmesi için kişinin vahye ihtiyacı vardır. Dolayısıyla vahiyle inşa olunan idrak; vahye muhatap olan vicdan, irade ve hissiyat, zihniyetin inşa malzemeleri olarak belirmektedir. Bunlar, bahsettiğimiz zihniyetin temel bileşenleridir. Bu temel bileşenlerse mahalli ve zamanı inşa ederler, inşa edilen mahal ve zaman karşımıza mekân ve tarih olarak çıkar.

 

Bir sorumuz daha kendisini tam burada dayatır. Peki, bunlar nerede görünür hâle gelmektedir? Biz onların göründüğü yerin şehirler olduğunu düşünmekteyiz. Zira insanca bir varoluşun mekânı ve dünyaya yayıldığı memba, Medine’dir. Medine, tüm insanlığın hayrı ve selameti için takdim edilen temeddünün ve dinin vatanıdır. Medine’den hareketle onun izdüşümlerinden hareketle âdeta cennette yaratılan ve yeryüzüne indirilen şehirlerden bahseder Karakoç. O zaman ifade ettiğimiz bu zihniyetle, mahal ve zamanı inşa etmek ve buradan hareketle kendisinde mekânın ve tarihin en güzel hâllerini terennüm eden şehirler kurmak gerekmektedir. Esasında bunların hepsi medeniyetin çatısı altındadır, medeniyete işaret eder ve medeniyet kapsamına giren unsurlar olarak belirirler. Söz konusu medeniyetin inşa farkındalığıysa bir tür diriliş hâlidir: Medeniyetin dirilişi, medeniyetin şehirlerde şehirle dirilişi...

 

Karakoç’un düşüncesinde medeniyetin dirilişi, esaslı bir mesele olarak yer alır. Medeniyetin dirilişiyse karşımıza âdeta iç içe geçen bütünler olarak çıkar. Bir bütün kaldırılır, onun içinden başka bir bütün çıkar, o kaldırıldığındaysa bu sefer onun da içinden başka bir bütün çıkar. Bu bize matruşkayı anımsatır. İç içe geçen bütünlüklü birlik, nihayetinde kesrette vahdeti işaret eden unsurlar olarak görünür. Medeniyetin dirilişi, bünyesinde İslâm’a, ruha ve insanlığa dair üç büyük dirilişi saklar. Karakoç, söz konusu dirilişler hamlelerini ayrıntılı şekilde ele alıp etüt ettiği üç eser telif etmiştir. Eserlerin telif yıllarının da dile getireceği bazı şeyler olabilir. 1967’de İslâm’ın Dirilişi, 1974’te Ruhun Dirilişi, 1976’da İnsanlığın Dirilişi eserleri yayımlanmıştır.

 

Önce insanlığın dirilişi değil, önce ruhun dirilişi de değil, her şeyden önce İslâmın Dirilişi kendisini gösterir. İslâmın Dirilişi adlı eser, bize varlık anlayışında ve bilgi anlayışında vahdeti anlatır. Çünkü Allah’ı, insanı ve âlemleri anlayabilmek, bunları bütüncül bir şekilde anlamlandırabilmek, İslâm’a ve vahye muhatap olarak, onları bir bütünde kuşatabilmek anlayışını ihtiva eder. Karakoç, İslâmın Dirilişi’nde İslâm’ı yenilemekten falan bahsetmez. İslâm’ın sahip olduğu, vaz’ ettiği ezelî-ebedî hakikatlerin ve ilkelerin yeniden taptaze bir şekilde, hazır bulunulan çağda anlaşılması gerektiği anlatılır. Dolayısıyla orada tazelenmesi gereken İslâm’ın ilkeleri değildir, tazelenmesi gereken vahye muhatap olan idrak, vicdan, irade ve hissiyat yetileridir. İslâm’ın dirilişiyle aynı zamanda Sezai Karakoç bilgi unsurlarını da tevhidî bir nazarla, tevhidî zeminde yeniden ele alma gayretine girer. Zira bilgi elde eden melekemiz sadece rasyonalite yetimiz değildir; bilakis akıl, vicdan ve irade bir bütün hâlinde o bilgileri elde ettiğimiz kaynaklara ve yetilere tekabül eder. Birisinin olmadığı ya da ötekini dışladığı bir eşikte hiçbir şey tam olamayacaktır. İslâm’ın dirilişiyle İslâm halklarının dirilişinden de bahsedilmektedir. Ve bunu yapabilecek diriliş erlerine muhtaç olduğumuz ifade edilmektedir.

 

Diriliş eri ifadesinin ehemmiyeti kendisini ikinci kitabında yani, Ruhun Dirilişi’nde izhar etmektedir. Bu eserinde ise insanın ve değerlerin tevhidini bulabilmek mümkün görünür. İnsanın tevhidinden kastımız, Karakoç’un vurgusuyla “beşeri insan kılan melekelerin metafizik ürpertiyle kıyama davet edilmesi”dir. O hâlde biz, beşeri insan kılan yetilerimizden, insanın emaneti yüklenmesine vesile olan melekelerden söz edebiliriz. Bu melekelerin esasında yeniden ihyası ve metafizik ürpertiyle inşası, diriliş erinin kuşanması gereken erdemler olarak belirir. Bu kitapta Karakoç, aynı zamanda söz konusu çerçeveyi bütüncül bir hâle getirecek şekilde benlerden de bahseder ve insanın ‘üç ben’ine dikkat çeker. Bu üç benin de nizama ve kıvama kavuşturulması gerektiğini düşünür. Birinci ‘ben’deki kasıt, fizik yani ‘vücut ben’idir, bedendir, bu ‘ben’, maddeye bağlıdır. İkinci ‘ben’, duyarlılığın, aklın, hissedişin kaynaştığı ‘psikolojik ben’dir. Ve üçüncü ‘ben’, insanı Allah’a rapteden, manevî olana yükselten, metafizik bir dirilişe vesile kılan ‘manevî ben’dir. Bu üç ‘ben’in birbirinin rakibi olmadan refiki olarak birbirini tamamlaması gerektiği, üçünün birlikte yaşanması ve yaşatılması hususu ön plana çıkar. Bunu şöyle ifade edebiliriz: Dünyaya mahkûm ve bağımlı olmadan, ondan mahrum da kalmama hâli. Dünyayı bir emanet olarak görebilme bilinciyle, iyilikle, güzellikle ve doğrulukla dünyayı şehirlerimizde inşa ve imar edebilme hâli.

 

daireyi tamamlayan üçüncü merhaleyle ifadelendirilir: İnsanlığın Dirilişi. Emanetin ve ‘hayat küre’nin kurucu unsurlarının bir mesele ve kutlu bir dava uğruna işe koşulmaları. Nihayetinde tüm insanlığın selameti için iyiliğin, güzelliğin ve doğruluğun bir araya gelmesi... Esasında sadece zikrettiğimiz hususların değil, bunların yanında şehri kuran unsurların da yani bilimin, tekniğin, sanatın, kültürün, edebiyatın, felsefenin, ahlâkın, hukukun, siyasetin ve maarifin el ele vererek bir araya gelmesi... Zira selamet şehri-İslam sitesi, ancak kendisini inşa edebilecek beceriler ve araçlar vasıtasıyla var olabilir. Söz konusu yetilerin, imkânların ve araçların keşfedilmesi ve açığa çıkarılması ise insanlığın dirilişiyle mümkün olabilecektir. Bu itibarla Karakoç’un özlemini çektiği “şehir, İlahî nizama aklını ve kalbini açan ruhun dirilerek din, ahlâk, felsefe, bilim ve sanatla insanlığın dirilişinin tecessüm ettiği mekânın ve tarihin rahmidir.” İnsanlığın Dirilişi’nde, Karakoç bir anlayışı terennüm eder, “insan vecdiyle vahye gider, vahiyle aklını kullanır, vahye muhatap olan ve vecdle donanmış akılla dünyaya tasarruf eder, böylece fiziğin son ucuna kadar atar adımını ama orada yine ilk çıktığı noktadaki gibi Tanrı ile yakın, öteki âlemlerle de iç içedir.”

 

Şehrin ekseni ve merkezi vardır. Medeniyetin diriliş hamlelerinden sonra bunların görünür olduğu, insanlığı şefkat ve adaletle kuşatan, bir mekân ve tarihin rahmine ihtiyacımız söz konusudur. Bunun şehir olduğunu ifade edebiliriz. Sezai Karakoç, kent, site, şehir kelimeleri arasında bilinçli bir ayrıma gitmez. Onun için mezkûr tüm kelimeler aynı ideal gerçekliği işaret eden kavramlara bürünürler. Karakoç, şehrin eksenine ve merkezine iki unsur yerleştirir veya hâlihazırda yerleştirilmiş olan unsurları anlatır. Şehrin görünür merkezinde ve âdeta moment noktasında Camii vardır. İslâm şehirleri birer külliye olur ve camiinin etrafında şekillenir. Camii de esasında tevhidi anlatır, birliği gösterir. Camii neyi birleştirir? Hayatı tüm unsurlarıyla birleştirir. Hayat, basit şekilde yaşam değildir. Hayat, yaşamı ve ölümü kapsayan bir bütündür. Çünkü hayatın değil, yaşamanın zıddı ölümdür. Hayat, yaşamın ve ölümün birlikte tecrübe edildiği dairevî küredir. Şehrin merkezinde kabristanla pazar ve bedesten aynı yerdedir. Şehir, camii etrafında yaşamı ve ölümü birbirinin refiki kılar. Böylesi bir refakat ise bize hayatı mümkün kılar.

 

Şehir, hayatın mekânıdır, dolayısıyla sadece yaşamı anlatmaz bize. Veya sadece yaşama pratiklerini göstermez. Ölüme hazırlayan bir tarafı da vardır, olmalıdır. Camii, şehri derler ve toparlar, dahası insanları toplar, hayatın temel bileşenlerini toplar, hukuku, iktisadı, siyaseti bir araya getirir. Dertleri toplar, tasaları toplar, hüzünleri ve sevinçleri toplar, toparlar. Dolayısıyla camii esasında derleyen, toparlayan, bir araya getiren aslî bir kurumdur. Onun etrafında ise şehir kurulur. İkinci kurucu unsur ise manevîdir. Şehirlerde görülmeyen çoğu zaman fark edilmeyen bir eksen vardır. Karakoç, üç eksenden bahseder. Birinci eksen estetiktir. Bunun vatanını Karakoç, Antik Yunan olarak gösterir. İkinci eksen egemenlik ve hegemonyadır. Bunun vatanıysa Roma’dır. Derleyen ve toparlayan üçüncü eksen ise fazilettir. Bunun mekânı ve vatanı İslâm şehirleridir ve başta Medine’dir. Sadece estetik eksende kurulan şehirlerde bir tür mahrumiyet vardır. Orada güzellik tecelli edebilir ama onun sürdürülebilirliği ve istikrarı noksan kalır. Çünkü istikrarın kaynağı olan güçten, doğruluktan ve iyilikten mahrumiyet kendisini hissettirebilir. İkinci eksen olan hegemonya üzerinden teşekkül ettirilen şehirlerde ise güzellik, güç ve ilmî doğruluk söz konusu olabilir ama orada insanlığı huzura ve selamete davet eden bir iyilik şuurundan ve hissiyatından mahrumiyet hissedilebilir. Ancak öyle bir eksen vardır ki, o eksene sahip olunduğunda işin içerisine güzellik, güç ve doğrulukla beraber iyilik de dâhil olur. İslâm, vahye tâbi olmayı gerekli kıldığı için bu eksende ayrıca yücelik de kendisini hissettirir. Yüceliğin, iyilikle bir araya geldiği yerde güzellik ve doğruluk da sürece davet edilmiş olur. Dolayısıyla fazilet temelli Medinetü’l Fâzıla, merkezinde fâzıl insanların ve topluluğun olduğu bir şehir ekseni etrafında tüm insanların bir araya geldiği, tüm insanlığın selametinin gaye edildiği kutlu bir zemin söz konusudur artık. Bu fazilet, cehaleti hikmete; rehaveti cihada; gafleti ferasete; ihaneti sadakate dönüştürme iklimini sunar insanlara. Karakoç bir şiirinde der ki;

 

Sabah kalkıp da tartılsak

Bilge bir kantarda

Biraz eksilmişizdir

O kadarını yatak yemiş

Bir ülke de işte böyle kalkıyor ortadan

Halk artsa da çoğalsa da

Evler göğe ulaşıp yitiyor.

 

Ne oldu da bu şehirleri kaybettik? Bunun kuşkusuz birçok sebebi vardır. Tarihin yitimi, mekânın yitimi, şuurun yitimi, bendeki bizin, bizdeki benin yitimi… Neden ve sonuç arasında istikrarlı illiyet bağlarını kuramamak ve illetlere mukavemet gösterememek... Zamandan ve mekândan kopmak esasında böyle yitimlere sebebiyet verebilir. Zihniyet yitimiyle beraber ontolojik güvenlik duvarlarımız kalkmış, bunun yerine epistemik güvenlik duvarlarını da inşa edememiş gibiyizdir. Başkasının zamanında ve mekânında “yaşadığını” zanneden sözde özneler hâlini yaşamaktayızdır sanki. Tüm bunlar medeniyet duyarlılığımız için bir kopuşu, çoraklaşmayı ve çölleşmeyi meydana getirmektedir. Bu soruna çareler üretmeye çalışanlar da öyle görünüyor ki sadece keşf-i kadim yaparak meseleleri çözebileceğimizi ifade eden romantik bir tavır içerisinde salınmaktalar. Öbür tarafta ise tüm hesabı geçmişe kesip dahası günümüzü ıskaladığımızı düşünüp, yalnız vaz’-ı cedid yapmak suretiyle günümüze ilişkin yeni şeyler söylemeyi ama tüm sorumluluğu geçmişe atarak böyle bir tavrın köksüzlüğü ve işlevsizliği içerisinde sanki debelenip durmaktalar. Sezai Karakoç esasında böylesi bir tevhidi de işaret ediyor gibidir. Geçmişteki mensubiyet ve mesuliyet bağından hareket ederek tarihin o gelecek hamlesini inşa edebilme cesaretini ve kudretini göstermek. Ama bunu biz kalarak, Doğu’nun Yedinci Bilgesi olarak yapabilmek.

 

Muhammed Enes Kala

 

Yitiksöz Sayı - 19