Şiir Evim

 

Kalem ile duvarlarını yıllarca sabırla ördüğüm, kâğıtla çatısını kapattığım bir şiir evim var. Kapım her çalışa, metafizik duyuşlara, mevsimlere, çiçeğe, kuşa ve sayamadığım maddi, manevi; canlı, cansız her varlığa açık. Kapımı kapatarak, perdelerimi örterek, gelenlere duyarsız kalarak yazamıyorum. Kimi misafir vardır gece yatıya konuk ederim, kimine bir şeyler ikram eder sonra yolcu ederim, kimini de içeri bile almam, nezaketen kapıda ayaküstü sohbet eder gönderirim.

 

Nasıl ki ağaç yaşken eğilirse, şairin şairliğe erken kayıt olmasının ilerleyen yıllarda kendisi adına bir avantaj sağlayacağını düşünüyorum. Burada kastım, küçük yaşlarda hemen şiir yazmaya başlamak değil, sadece kalbin şiire hazır hâle getirilmesi. Kalbini eğitemeyen kaleme söz geçiremez çünkü. Kalem şairi esir aldığında, kıyafeti, konuşması gayet iyi ama huyu, seciyesi bozuk şiirler çıkabiliyor ortaya. Örnekleri şiir okurunun malûmudur.

 

İlkokul sıralarında ilk aşkı da talim etmeye başlamıştım. O kızın örgülü siyah saçları, sabun kokulu, ütülü siyah gömleği, hâlâ aklımda. Her gün onu görecek olmanın heyecanıyla okula koşarken, kızın beni değil de arkadaşımı sevdiğine dair aldığım duyum, çocuk ruhumda nasıl bir karşılık bulmuşsa, akşamında elime kalemi alıp ilk şiirimin başlığını şöyle atmıştım: “Aldattın Beni”.

 

Nasıl ki fizikte etki kuvvetine bir tepki kuvveti ile karşılık verilirse, ben de bana gerçek anlamda dokunan şeylere şiirle karşılık vermeye çalışıyorum. Yaşadıklarım, tanıklıklarım, kırgınlıklarım, umutlarım ama sanırım en çok da kalbime karşı olan mahcubiyetim bana dokunuyor. Sonrasında bir görüntü beliriyor; film karesi gibi. O görüntüyü izlerken bazen bir imge bazen de doğrudan bir dize düşüyor muhayyileme. Böylelikle şiirimin doğum süreci başlıyor. Gördüğüm kareye ait dize/ler, imge/ler her zaman bütünlüklü olarak bir şiiri oluşturmuyor. Muhayyileme düşen bir dize, yıllar sonra yazdığım bir şiirin içinde yer bulabiliyor kendisine. Bazen bahsetmiş olduğum, gördüğüm ilk karedeki manzara için bir şiir planlıyorum. Sadece o manzaranın, o manzara ile gelen bir imgenin, yazılan bir dizenin hatırına bir şiir çıkıyor ortaya.

 

Zor yazıyorum. İlkokuldan beri şiir yazıyorum. Tabii ki yazdıklarımın gerçek anlamda şiir niteliğine kavuşması yılları aldı. İlk şiirim 2015 yılında yayımlanmıştı, kitabım 2024 yılına yayımlandı. Arada neredeyse on yıl var. Kitabımda otuz şiir yer almakta. Bu da yılda ortalama üç şiire işaret eder. İlk gençlik yıllarımda, şairliğimin çıraklık zamanlarında ilham tetiklemeleriyle şiirler yazdım. Sonrasında iyi şairleri okudukça ve kendim de tecrübe etmeye başladıkça, şiirin yazılmaktan ziyade kurulan bir şey olduğunu gördüm. Şiir evim: Temelinden kolonlarına, kirişlerine, salonuna, oturma odasına, misafir odasına ve hatta balkonuna kadar her ayrıntısını elimden geldiğince kur(- gula)maya çalıştığım hanem. İlk kitabım olan Gök Yankısı’nın temelini bahsetmiş olduğum, ilkokulda yazdığım ilk şiirimle atmaya başladım. Sonrasında ortaokul, lise, üniversite, yirmili, otuzlu yaşlar derken kırk yaşında şiir evimi ikamete hazır hâle getirip anahtarını okura verdim. Kitabımda yer almayan, dergilerde yayımlanmamış ancak ilkokulda yazdığım ilk şiirden dergide yayımlanan ilk şiirime kadar yazdığım tüm şiirleri, dolgu malzemesi olarak şiir evimin temeline serdim.

 

İnşaat mühendisi olmanın verdiği alt yapıyla şu benzetmeyi de yapmak isterim: Temel kazısından başlayarak, çatısına kadar şiir evimin inşa sürecinin her aşamasında, kullandığım çimentodan, demire, betona kadar her malzemede aklımın erdiği andan itibaren bahsetmiş olduğum bana dokunan şeyler var. Yaşamadığımı yazmadım. Görmediğimi, hissetmediğimi, hislenmediğimi yazmadım. Şiirimi yazarken gelenekten, heceden, kafiyeden de beslendim; İkinci Yeni ile yerini muhkemleştiren serbest vezinden de. Meramımı, derdimi olabildiğince az sözle, sadece ama etkileyici bir söyleyişle aktarmaya çalışıyorum. Eskilerin “sehli mümteni” olarak ifade ettikleri şeyin bendeki karşılığı, sade anlatımla dizenin yoğunluğunu, etkinliğini, estetiğini artırmaktır. İnsanda gerçek anlamda karşılığı olmayan, başta şairi sonra da okuru yoran ve bunu da sözü yorarak yapan şiirden uzak kalmaya çalışıyorum. En azından şimdiye kadar ki gayretim bu yönde oldu.

 

Her şairin sadece bir şiiri olduğunu düşünüyorum. Yazdıklarıyla -kendisi farkında olsun ya da olmasın- o büyük şiirini oluşturuyor; büyük bir duvarın tuğlaları gibi. Ben de şiir evimi tuğla tuğla örmeye çalışıyorum yıllardır. Allah’a olan hayranlığım, tabiata olan hayretim, kalbi yerinden düşmesin diye onu âdeta billur bir kâse gibi taşıyan insanlara olan muhabbetim, o billur kâseleri acımasızca yere çalan ve hatta üzerinde tepinen insanlara olan kızgınlığım, kırgınlığım, irademin hakkını veremiyor oluşum, yetimlerin sessizliği, kimsesizliği, sevenin sevdiğine sıklıkla kavuşamaması, derman olmasını beklediğimiz insanın dert olabilmesi, çocukların oyuncağa bakarken hissettikleri katıksız sevinç, çocuğun annesinin içinden bir parça olarak çıkması ve bu parçanın bir damla sudan yaratılmış olması, Güneşin ve Ayın dünya yaratıldığından beri emr’e uymakta bir salise bile geç kalmaması, acıların haber bültenlerinin alt yazılarında pervasızca akması, bir evladın hatta onlarca evladın vefat haberini sağ baş parmağımızı ekranda bir kere sola kaydırarak görmezden gelmemiz, muhabbetimizi kayan ekranlardaki küçük kırmızı kalplere emanet edişimiz, sahte gülümsemelerimiz, artmayan takipçi sayılarımız, kanalıma abone olmayı unutmayınlarımız, ahde vefasızlığımız, aşksızlığımız, kadir bilmezliğimiz yine de umudu yitirmediğimiz, insanın göğsünde Rahman’ı içine alabilecek kadar geniş bir alanın var olduğunu bildiğimiz, sabahın seherinde türkü söyler gibi öten kuşlara karışan ezan sesleri, ön saflardaki ak sakallı amcalar, teravihte gülen çocuklar, yolda bulduğu onlarca altını sahibine teslim edenler, yetimin saçını okşayanlar, sağdan verip sola duyurmayanlar, ama en çok da Allah’a Yunus gibi âşık olanlara gıpta ettiğim için şiir yazıyorum.

 

Yazdıklarım yarama merhem olsun diye yazıyorum.

 

Aziz Kağan Güneş

 

Yitiksöz Sayı-23