Sinema ve İnsanlık Üzerine Birtakım Mülahazalar

 

Dünya sinemasında author olarak adlandırılan bazı yönetmenler vardır. 60’lı yılların Godard, 70’li ve 80’li yılların Tarkovski ve 90’lı yılların temsilcisi ise Polonyalı yönetmen Kieslowski’dir. Kamerasıyla şiir yazan Kieslowski, kader ve inanç konuları üzerine derin düşüncelere sahiptir. Aynı zamanda izleyen herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği filmler yapmıştır.

 

Krzysztof Kieslowski, 1941 yılında Varşova’da doğmuş, doğduğu yılın karanlık ve melankolik atmosferini her zaman filmlerine yansıtmıştır. Filmlerinin sanatsal olmasının yanı sıra insanın içine işleyen dokunaklılığı da vardır. Peki, yönetmene zaman ve mekâna meydan okuyacak filmler çektiren arayışın sırrı neydi? Bu soruyu kendisi “hayatın anlamı” olarak cevaplar. Kieslowski sinema kariyerine, dönemin şartları gereği rahatça toplumsal bilinç kazandırabileceğini düşündüğü belgeseller ile başlamıştır. Fakat politik tavrından uzaklaştıkça insan olmanın anlamı üzerine de filmler çekmeye başlamıştır. Dekalog dizisi ve Üç Renk Üçlemesi bu temanın en güzel örneklerini barındırır.

 

“Üç Renk Üçlemesi” adını Fransız bayrağının renklerinden alır. Mavi, özgürlüğü; beyaz, eşitliği; kırmızı ise kardeşliği temsil eder. Bu bayraktan esinlenerek üçleme ortaya çıkmıştır. Özgürlük, kardeşlik ve eşitlik tamamen insani bir bağlamda seyirciye sunulmuştur.

 

Üçlemenin ilk filmi olan Mavi (Bleu)’de, özgürlüğü temsil eden mavi rengi filmin renk paletinde önemli bir yer tutmaktadır. Yönetmenin mavi rengi kullanması aklımıza şu soruları getirmektedir: Özgür müyüz? Özgürlüğümüzün bir sınırı var mı? Bu filmde Juliet Binoche’un canlandırdığı Julie karakteriyle, seyircinin özgürlük üzerine düşünmesini sağlanmıştır. Julie, filmin başlangıcında eşinin ve çocuğunun ölümü üzerine artık kendini “özgür biri” olarak tanımlamaktadır. Çizeceği yol haritasında bunu belli etmeye çalışır. Çocuksuz ve çalışmayan biri olarak yeni bir hayat belirler. Muhitini değiştirdiğinde, yeni evine geçmişten sadece mavi lambasını getirdiği sekansı görürüz. Zenginliği, sorumluluğunun olmayışı ona özgürlük hissi vermektedir. Bir sahnede Kieslowski, Julie’nin sorumluluk almak istemeyişini ve kendini tamamen özgür hissedişini diyaloglarla anlatmak yerine, şu sahne ile göstermektedir: Julie, mal varlığının tamamının satılıp bir banka hesabına yatırılmasını ister. Avukatı bunun nedenini sorduğunda Julie cevap vermez, onun yerine kamera, elindeki mavi lambadan kopardığı boncukları gösterir. Kieslowski’nin birçok filminde olduğu gibi bu filminde de müzikleri Zbigniew Preisner bestelemiştir. Julie, geçmişi ardında bıraktığı için anılarını sadece müzikle hatırlamaktadır. Julie karakteri, bir müddet sonra geçmişi unuttuğu sanrısından uyanır ve özgür olmadığını fark eder. En bilinen sahnelerden biri olan Julie’nin elini duvara sürtme sahnesi, eşine duyulan kıskançlığı betimler. Hem bu filmde hem de üçlemenin diğer filmlerinde yer alan ortak bir sahne vardır. Yaşlı bir kadın çöp konteynerine cam şişe atar. Julie’nin bu yaşlı kadını izlediğini görürüz. Kieslowski bu filmiyle Julie karakteri üzerinden çok fazla diyalog kullanmadan, şiirsel sinematografisiyle özgürlük üstüne düşünmemizi sağlamaktadır.

 

İkinci film Beyaz (Blanc) adını taşır. Beyaz, eşitliği simgelemesine rağmen bu filmde “tezat bir eşitlik” anlayışıyla kullanılmaktadır. Bu sebeple diğer iki filmdeki drama, yerini kara mizah sayılabilecek bir kategoriye bırakmaktadır. Lehçedeki bir özdeyiş bu filmin ana temasını oluşturur: “Bir eşit olanlar, bir de daha fazla eşit olanlar vardır.” Başkahramanımız Karol, evliliğinde başarısızdır, dilini tam bilmediği Fransa’da bir mahkeme salonunda görülen boşanma davası ile izleyicileri karşılamaktadır. Mahkeme salonunda, her bakımdan eşi ile eşit olmadığını düşünen ve kendisini tercüman aracılığıyla anlatabilen Karol, “Eşitlik olmadığı için mi, mahkeme iddialarımı ciddiye almıyor?” diyerek isyan eder. Ana hikâyede olmamasına rağmen mahkeme salonunda ilk filmdeki Julie karakterini de görürüz. Yönetmen, Karol’un Fransa’da kaldığı süre boyunca eşi ile eşit olmadığını çeşitli yollarla seyirciye gösterir. Boşanma sonrası beş parasız kalan Karol, bir dükkânda beyaz bir kadın heykeli görür. Bu heykel film boyunca karısına olan aşkını betimlemektedir. İlk filmde de olduğu gibi yaşlı bir adamın çöp konteynerine şişe atma sahnesinde Karol, Julie gibi manasız gözlerle bakmak yerine muzip bir şekilde güler. Bu da filmin sarkastik bir mizah anlayışı olduğunun göstergesidir. Fransa’da geçirdiği son gününde kendisine verilen iki frank, eşine duyduğu intikamı simgelemektedir. Karol, kendi eşitliğini sağlamak için vatanı Polonya’ya gidip para kazanmak ve intikam almak planları yapmaktadır. Filmin sonlarına doğru intikamın bir parçası olan parayı tabutun içine atarak bir nevi intikamını alır. Karol, dilini bilmediği bir memlekette; kendisini beş parasız bırakarak terk eden eşini Polonya’ya getirtmiştir. Ardından onu benzer bir durumda bırakarak kendince durumu eşitlemiştir. Bununla birlikte intikamın alınması Karol ve eski eşi arasındaki aşkı da yeniden hatırlatır.

 

Üçlemenin son filmi Kırmızı (Rouge), kardeşlik teması üzerine inşa edilmiştir. Fakat daha farklı bir kapsam üzerinden bu tema ele alınmıştır: “Kan bağı olmaksızın, menfaat gözetmeksizin iyilik yapabilmek.” Bu film de, Mavi filmi gibi drama üzerine inşa edilmiştir. Başkahramanımız Valentine aracıyla bir köpeğe çarpar. Sonra köpeği arabasına alıp veterinere götürür. İyi bir kalbe sahip olduğunu anladığımız Valentine, çarptığı köpek sayesinde yargıç ile tanışır. Yargıç, mahalle sakinlerinin telefonlarını dinlemektedir. Buna şahit olan Valentine başlangıçta bu davranışın etik olmadığını düşünür. Yargıç ona bu konuda neden bir şey yapmadığını, bir şey yapmamasının iyilik olmadığını söyler. Valentine açısından doğruyu söyleme arzusu; vicdan azabı ile kötülük yapma endişesi arasında sıkışıp kalmasına neden olur. Bu nedenle bir şey yapmamayı tercih eder. Yargıç ile Valentine’in insanlara yardım etmek üzerine felsefi konuşmaları, filmin çoğunluğunu teşkil etmektedir. İyiliğin neden yapıldığı ya da vicdani tatmin amacıyla mı yapıldığı, yönetmen tarafından seyircilere de sorgulatılır. Filmde ana hikâyeden ayrı bir hikâye daha görülmektedir: Auguste’nun hayatı. Auguste’un hayatı, yargıcın hayatının bir kopyası gibidir. Yargıcın yaşadığı hemen her şey yıllar sonra Auguste’nun da başına gelmiştir. Kierkegaard’ın, “Keşke geçmişe dönebilsek ve yaşadığımız hayatı daha iyi bir şekilde yaşayabilseydik.” sözü Auguste ve yargıcın hayatı üzerine düşünmemizi sağlar. Valentine de diğer filmlerde olduğu gibi yaşlı bir kadının çöp konteynerine cam şişe atmaya çalıştığını görür. Fakat Valentine, yaşlı kadının çöpe cam şişeyi atmasını izlemek yerine yardım ederek filmin ana temasına uygun davranır. Kırmızı filminde bir başrol karakteri daha vardır: kader. Kieslowski, kaderin olaylara müdahale edilse de edilmese de yapması gerekeni kusursuzca yapmaya devam ettiğini son sahnelerde gösterir. Auguste ve Valentine arasında bir aşkın başlayacağına dair işaret filmin final sahnesinde gösterilmektedir.

 

Kırmızı (Rouge) filminin sonunda bir feribot kazası yaşanır. Üç filmin başrol karakterleri de kazadan sağ kurtulur. Kader, onlara bir şans daha tanımıştır. Bu durum, bilindik üçlemelerden farklı bir yol çizer. Üç filmde de ortak sahneler vardır: bir yaşlının çöp konteynerine cam şişe atması ve mahkeme salonu sahneleri gibi. İnsanlığın ortak bağları üzerine düşünmemizi sağlayan bu filmler, Kieslowski’nin en son ve en önemli filmleri olarak dikkat çeker.

 

Ebru Özdemir

 

Yitiksöz Sayı - 13