Sis

 

Bu yüzden sevmiyorum sisli havaları. Ölümle yaşam arasındaki arafa sürükledi bedenimi zahir. Dizlerimle ehlîleştirdim bu şehrin çıkmaz sokaklarını. Yorulmadım, usanmadım, bıkmadım. Davetin düşlerim oldu, dağ tepe seni aradım. Seher vaktinden zifiri karanlık çökünceye kadar kervansız yolculuklara katıldım. Ümit dedim, yarın dedim, belki dedim.

 

Çığlığı kendini yakan darasız bir uçurumdum. Bir yağmur sesi olarak yalpalarla kaldırımlara vurdum. Özüme garazlı keskin bir ustura yerleştirdim bağrımın köşesine. Her kanadığımda acımı katbekat özlemine katladım. Hayalini gözlerime dolayıp devri âlem aynalarda dolaştım. Bir pusu suçladım sırasıyla bir kendimi kınadım. Hayıflandım, yerindim. Başımı taştan taşa vurup acımasızca dizlerimi dövdüm. Duyduğum vicdan azabıyla lacivert gecelere yama oldum. Affedilecek gibi değildi. Kendimi asla affetmedim. Bahanem ne olursa olsun minik ellerini bırakmamalıydım. Korkuyorum. Sisli havalarda dışarıya çıkamıyorum. Rüzgârda salınan yaprak gibi titriyorum. Betim benzim soluyor, nefes alamıyorum. Kullandığım psikiyatrik ilaçlar, göğsümün yükselip alçalmasına bariyer kuramıyor. Sığınılmaz bir sığınağın koynunda çırpınıp duruyorum.

 

Sevmiyorum buğulu havaları. Balyozlar inip kalkıyor beyin hücrelerime. Cevval bir yanardağın lavlarıyla eriyor bedenim. Çığ düşüren kasırganın çığında boğuluyor gövdem. Dağ gibi, kaya gibi ağrılar biniyor omuzlarıma. Taşladıkça taşırdığım okyanusun sonsuzluğuna gömülüyor varlığım.

 

Ne yapsam geçmiyor dün. Ne etsem gelmiyor yarın. Ağaç dallarından dökülen sarı, kuru bir hazanım. Sürüp çapalanmayan tarlalar kadar çorağım. Dev bir kaktüs, sere serpe boy atıyor yüreğimin üstünde. Yokluğun bir türlü bayatlamayan, taze, bıçkın bir jilet göğsümün gökyüzümde. O gün bu gündür dağılmadı başımın üstündeki buğu. Anılarım sis, umutlarım sis. Göğüm sis kristali tonları. Zaman usulca sızan bir duman saati. Geceyi islim, gündüzü buharla karıyor geçtiğim kapılar. Arkama dönüyorum bulanık, önüme bakıyorum karartı.

 

Suçluluk duygusu göğsüme yerleşmiş bir tamu. Vicdanım durmaksızın kendini yargılayan bir yargıç. Kulağımda kabahatimi ünleyen cüretkâr bir fısıltı. Gözümde tozlu bir perde. Flu bir sahnede feryat figan kaybolan çocuk. Kırmızı kurdeleli iki saç örgüsü. Aklıma ziyankâr. Falcısı, çingenesi… “Kaybettiğin yerde bulacaksın” diyorlar umudunu. Bu yüzden olsa gerek dönüp dolaşıp saat kulesi altında buluyorum Ecrin’in annesini. Yüzüme ödünç coşkular ekliyor tutunduğum ümit teknesi. Kirpiklerimde ince yağmurlar dilimdeki solgun dualarla gurbettir şimdi bana Ankara saat kulesi.

 

O gün altı, bugün on altısın. Boyun posun, endamın? Annen baban kardeşin? Razıyım, ismim yerine başka bir ismi anne diye hecelesin dudakların. Yeter ki hayatın çelik zırhlı kapıları kapanmış olmasın üzerine. Toprak kilitlememiş olsun körpe bedenini kendi bedenine. Dilimde bir düzine keşke. O gün okula götürmemiş olabilmenin, havanın sisli olmaması dileğinin, elini bırakmamış olabilmenin vs... Tarifsiz bir uçurum sarmalında benliğimi ele geçiren kelime. Belki de hatalarımız için arkasına sığındığımız bir paravan keşke.

 

Günlerden yine bir on altı şubat. Her on altı şubatta olduğu gibi üstümde hüküm süren bir ağırlık. Gözün gözü görmediği bir hava. Bütün evreni kaplamışçasına ilan etmiş hükümdarlığını sis. Bağrıma bastığım taşların sayısı darasızca artmakta. Uzak sesler çalınıyor kulak mikrofonuma. Küçük bir yürek vuruyor gönül kıyıma hesapsızca. İçimde bir kasvet. Uykuya kestiğim bilet kayıplarda. Zihnimden geçen yollar çıkmaz sokak sonlarında. Aynalara yüzümden yarım bir hayat aksetmekte. Gecenin atlası siyah, umudun atlası kapkara. Bakışlarımı çevirdiğim pencere, pustan başka bir şey yansıtmamakta. Odamı adımlayan anılar şahdamarıma sinsice atış yapmakta. Kalbimde celalli bir hortum. Çürük bir iple maziye sarılmışım. İpin bir ucunu saat kulesine diğer ucunu babanın beni terk ettiği günün dilsiz sanrılarına bağlamışım. Daldığım hayal okyanusunda, umutlarımı tsunami dalgasının pençesine kaptırmışım. Süratlice sönen ışıkların hengâmesinde bir sayhanın içinde gözlerine rastlamışım.

 

Kulağımda şiddeti gittikçe artıran bir melodi. Ninni. Duyuyorum, sezinliyorum. Uzak olmayan bir ses çağırıyor beni. Sokak kapısını aralayıp usulce dışarıya atıyorum kendimi. İşittiğim nağme yoğun bir sis yarenliğinde doludizgin peşinden sürüklüyor bedenimi. Ses artık içimde. Duruyorum. Nerede olduğumu algılamak için pür dikkat etrafıma bakınıyorum. Bulunduğum yerin koordinatları saat kulesini gösteriyor. Karşımda küçük bir kız çocuğu. Kırmızı kapüşonlu. Var gücümle açıyorum kollarımı. Sarılıyorum. Sis dağılıyor, Bir anda kayboluyor kapüşonlu kız çocuğu.

 

Gülçin Yağmur Akbulut 

 

Yitiksöz Sayı-25