Sözün Eylem Durağındaki Kadim Yolcu: Nuri Pakdil

 

Nuri Pakdil, eserleri ve düşünceleriyle yaşadığı çağda iz bırakan bir fikir işçisidir. 1934 yılında Maraş’ta doğan Pakdil, 2019 yılında Ankara’da vefat etmiştir. İlkokuldan itibaren yazmaya başlayan Pakdil’in düşünce ufkunun genişlemesi ve yazarlık oluşumunda ortaokulda okumaya başladığı Büyük Doğu dergisinin etkisi oldukça fazladır. Lise yıllarında Maraş’ta Hamle dergisini çıkaran Nuri Pakdil Demokrasiye Hizmet gazetesinde de sanat-edebiyat sayfaları düzenler. O, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuduğu yıllarda da gazetelerde sanat sayfaları düzenlemeye ve yazılar yazmaya devam eder. Pakdil, Şubat 1969’da, Ankara’da bir grup arkadaşıyla Edebiyat dergisini çıkarmaya başlar. Dergi Aralık 1984 yılına kadar yayınlanır. Pakdil, 1972’de Edebiyat Dergisi Yayınları’nı kurar. “Annemi ve babamı, ödünsüz Müslümanlıklarıyla ve beni bu bilinçle yetiştirmeleriyle tanıyorum.” diyen Pakdil’in yetişmesindeki temel etken anne ve babasının dindar kişilikleridir. Diğer bir ifadeyle anne ve babası ondaki ‘Çelik Adam’ kararlılığının kurucu özneleridir. Onun zihin evreninin teşekkülünde bilhassa annesinin rolü oldukça büyüktür. Bu bağlamda annesinin bir cümlesini hep hatırlar: “İçim, uzun bir yol.” Bu cümleyi, kendi hayatı için de vazgeçilmez bir ilkeye dönüştüren Pakdil, bu içsel uzun yolda klas bir şekilde yürür. Abisinin vefatından sonra, ailenin tek çocuğu olarak yalnız büyüyen ve yalnız yaşayan Pakdil’deki yalnızlık duygusu, onun ileri yaşlarında da kişiliğinin, hayatının temel dokusu olarak derinleşecek, katlanacak, büyüyecek, hayatı boyunca devam edecek ve hiçbir zaman yakasını bırakmayacaktır. Hayal kırıklıkları ve yalnızlığının, birbiri üstüne yığılarak katlanması sonucu düşünürümüzün iç derinliği artmıştır.

 

Nuri Pakdil hem düşünce hem de eylem ustasıdır. Şiir, tiyatro, günlük, çeviri ve denemeyi eylemin potasında toplayan Pakdil, insanın gönlünün derinliklerinde ava çıkar. Pakdil, bir entelektüel için gerekli olan uyanık bir bilince, keskin bir bakışa, müdahil bir akla, tedirgin, hassas bir ruha ve diri bir zihne sahiptir. Düşünmenin çekimi çok güç bir fiil olduğunu vurgulayan Pakdil’e göre bu fiili bütün zamanlarıyla çekmeden yaradılışımızın bilgeliğini kavramamız mümkün değildir. Onun dil ve söylemi, kuru bilgiyi öne alan bir nutuk değil, varoluşun derin boyutlarını açığa çıkaran dehşet cümleleri şeklinde gelişir. Onun yazıları, olup biten her şeyle, bütün varlıkla içli-dışlı oluşun insanî sıcaklığını yansıtır. Nuri Pakdil’in ümmetin vicdanı olmaya adanmış bir hayatı vardır. O, haksızlıklara, köksüzlüklere, sömürülere başkaldırıyı bayraklaştıran bir eylem ve ahlak adamıdır. Nuri Pakdil’in bütün yazıları onurlu, kimlikli, özgürce ve anlamlı bir hayat yaşamak için insana bir çağrıdır. O, insanı bir direniş, bir eylem hattına çekmeye çalışır. Çünkü bütün yeryüzü için en büyük tehlike onursuzca yaşamaktır. Bu yüzden düşünürümüz sürekli, onurlu bir şekilde yaşamayı yüceltir ve onu vurgular.

 

Nuri Pakdil için yazmak: uzun bir yürüyüşe başlamaktır. O, sağlıklı sessizliği yazmanın vatanı olarak görür. Çağrısız konuklar gibi gelen sözcükleri kaçırmamak için yatağının yanında kâğıtla kalemi hiç eksik etmez. Pakdil’e göre yazmak üstüne atılan yaramaz sözcükleri giydirip kuşandırmak, düzenli ordular biçimine sokmak, sonra da büyük bir karagözlülükle ateş hattına sürmektir. Pakdil, bütün bir hayatı kendisine dert edinen bir dile sahiptir. Onun düşünceleri, kimi zaman bir gül gibi narin, kimi zaman çelik gibi sert yeni sözcüklerle, cümlelerle, yöntemlerle, tavır ve davranışlarla donanmıştır; her zaman uyarıcı, sarsıcı ve ürperticidir. Kelimeleri bir kuyumcu titizliği ile seçer, tartar ve en ağır çekeni kullanır. Hiçbir cümlesinde yapaylık olmadığını ifade eden Nuri Pakdil, yaşamıyla yazdıklarının özdeş olduğunu belirtir. Onun sözü ve yazısı, en derin ve en ince bir sükûtun süzgecinden geçer; darası alınmıştır; yüzde yüz nettir. Sözü ve yazısı, sükûtunda demlenir; kıvamını bulmayınca da söylenmez ve yayımlanmaz. Susarak konuşmak, onun temel ilkesidir. Suskunluğuyla bile çevresindeki her insanı diri tutar, dürter, acıtır. İnsanın derinliğini, onun adanmışlığında ve yaralanmışlığında arar ve görür.

 

Pakdil’in en büyük özelliği, “yerli düşünce” ye bağlı insanın eline kalem tutuşturması, ‘Edebiyat’ ile bir tavra çağrı yapmasıdır. Okumak, yazmak, sorgulamak bir tutkudur Pakdil için. Yazmak, yaşamak kadar önemlidir. Sözcükler onun için, canlı varlıklardır. Diğer bir ifadeyle Pakdil’de sözcüklerin bir canı, bir ruhu vardır. Kitaplar sayesinde okurla arasında sımsıcak düşünsel bir ilişki kurar. Kitap okumadan meydan okunamayacağını, insanın okumadığı gün karanlıkta kalacağını sık sık vurgular. Ona göre insan, okudukça, daha çok okuma gereksinimi duyar.

 

Nuri Pakdil yazarı, ulusunun varoluş sorusunu cevaplayan hüzün ustası kişi olarak görür. Ona göre bir yazar evrensel bakış açısını yeğlemeden ülkesinin bunalımlarına çözümler getiremez. Çıkış noktaları gösteremez. Bu bağlamda iyi bir yazar insanın derinliklerine kulaç atabilmelidir. Pakdil’e göre yazar çağının en etkili, en sorumlu, en yiğit, kendisinden en çok korkulan eylemcisidir. O, yazının yazılmasını ağacın çiçek açmasına benzetir. Doğum yapan kadının sancısının muştuyla sonuçlanması gibidir yazarın cümleleri.

 

Nuri Pakdil’in düşünce ve sanatta öncüleri diyebileceğimiz isimler; Mevlâna, Muhyiddini Arabi ve Dostoyevski’dir. Mevlana’nın, insan ruhunun derinliklerine doğru durmadan yürüdüğünü belirten Pakdil, Mesnevi’yi, insan ruhunu kuşatma, gizemli bölgelerde yeni yerler elde etme girişimi olarak görür. Ona göre “her çağın yazarına taşınacak bir kutlu yük vardır Mesnevî’de.” Pakdil, Mevlâna’nın elinden kanasıya su içenlerdendir. Şükür, zikir ve fikir çağlayanı olan Muhyiddini Arabî ise yazara göre “derin suların dalgıcı”dır. Pakdil, Dostoyevski’nin de aynı arayışın peşinde olduğu inancındadır. Ona göre Dostoyevski; insanın duygu yanını kavrayan yazarların öncüsüdür.

 

Nuri Pakdil’in düşünce dünyasının anlaşılmasında yazdığı mektuplar ayrı bir öneme sahiptir. Mektupları her yere serptiği tohumlar olarak değerlendirir. Mektuplarla çevresindeki insanları canlı ve diri tutmaya çalışır. Nuri Pakdil mektuplarında muhataplarına yüzde yüz ve sürekli umut aşılar. O, mektuplarla bütün insanları birlikte yürümeye, bir dostluğa, bir anlama, inanca, dini varoluş bağlamında anlamaya ve algılamaya, bu anlamlı yolu bilinçli olarak seçmeye; sorumluluğu, eylemin yükünü, kalemin yükünü üstlenmeye çağırır. Nuri Pakdil, sorumluluk duygusunun, bilinç ve ciddiyetin sürekli olmasına, saman alevi gibi gelip geçici olmamasına neredeyse her mektubunda dikkat çeker. İnsan üzerine, bir kazı bilimci dikkati ve titizliğiyle sonuna kadar bıkmadan, yılmadan, usanmadan çalışır.

 

Nuri Pakdil düşüncesinde toplum ve insanın durumunun analiz edilmesi hayati öneme sahiptir. Bu bağlamda “İnsan! Seni savunuyorum; sana karşı!” diyerek seslenir tüm insanlara. Nuri Pakdil için insan, sonsuza bir eklentidir. Bütün anlamlar insanda birikmiştir. İnsanî özelliklerin devamlı bakıma, gözetilmeye, beslenmeye ihtiyacı olduğunu vurgulayan Pakdil, insanı bir bütün olarak görmemiz gerektiğini düşünür. Pakdil’e göre Batı düşüncesi ve Batılı yazarlar insanı daha çok akıl ve mantık çerçevesi içinde düşündüğü için insanın bütünlüğünü kavrayamamıştır. Oysa insanın içi çok zengindir. İnsanı anlayabilme ve anlatabilmenin tek yolu sürekli olarak onun iç dünyasına eğilmektir. Zira insan çok zengin, çok gizemli, çok görkemli bir iç dünya ile donatılmıştır. Ona göre insan, iç dünyasını bakımlı tuttuğu oranda yaratılışındaki bilgeliği kavrayabilir. İnsanın kendi anlamını kavrayabilmesi manevi içeriğini zenginleştirmesine bağlıdır. Nuri Pakdil, insanın giderek duyarsızlaştığı, sevgisizleştiği ve anlamsızlaştığını belirtir. Ona göre bağsızlığın sıkıntısını duyan insanlar birbirine yaklaşacağına, birbirini ıssızlığa itelemektedir. İnsanların bu hâlinden büyük bir ıstırap duyan Pakdil, “Büyük Sevdam için, en hoşuma giden sözcük; bağlanma.” der. Bu noktada “Ben, bir şeyi, hiç mi hiç, az sevemedim; hele orta sevemedim: hep çok sevdim. Arkadaşlarımı da çok severim. Yeryüzüne biterim.” diyen düşünürümüz bütün insanlığı bambaşka bir ruhla sever.

 

Nuri Pakdil’in eserlerinde öne çıkardığı, üzerinde ısrarla durduğu kavramlar vardır. Umut bu kavramlardan birisidir. Pakdil umudu, okumayı, düşünmeyi, eylemi gün gün arttırmamızı ister bizlerden. Her sabah güneşe yeniden kavuştuğumuzun sevincini bütün benliğimizle duymamızı ister. Şartlar ne olursa olsun umudunu asla yitirmeyeceğini vurgular. Ona göre büyük bir irade gücüyle, asla sarsılmadan, daima sınırsız umutla ileriye bakmak gerekir. Zira insan ancak sıkıntılara direne direne ilerilere gidebilir. Pakdil’in temel ilkesi her zaman umutlu olmaktır. O, umudu içimizde tükenmez bir coşku kaynağı olarak görür. Bu noktada hayattan şarıl şarıl umut aktığını ifade eder.

 

Pakdil, sabrın öğretilmesi ve öğrenilmesinin en zor ders olduğuna inanır. Ona göre önemli olan yılgınlığa kapılmayarak dayanmak ve sabretmektir. Bu bağlamda insanın sabır ve dirençle bütünleşmesi gerektiğini belirtir. Sabrın yürekte bekledikçe insanoğlu için besin olacağına, her durumda insana kuvvet vereceğine ve insanın içinde yeni düşüncelerin boy atmasını sağlayacağına inanır. Sabrın insan hayatı üzerindeki önemini sıkça vurgulayan yazar, bu bağlamda “sabredemeyen insanın ömrü küldür” der. Bu yüzden kim ne yaparsa yapsın, kişinin yolunda yürümeye devam etmesi ve sabretmesini ister. Pakdil’e göre yiğitlik tüm engelleri kıra kıra yaşamaktadır. Bu yüzden yiğitçe yaşamaya bakmalıdır insan. Zira insan, yaratılışındaki bilgeliği ancak yiğitçe yaşadıkça algılayabilir. Aksi takdirde insan siner ve silinir. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse kişinin en büyük yanı, kendi kendini kurması ve direnebilmesidir.

 

Nuri Pakdil içinde bulunduğu çağa çok ağır eleştiriler yöneltir. Ona göre XX. yüzyıl insanının yüreği inmelidir. İnmeli yüreklerin gerçek manada sevmesi ise çok güçtür. Yirminci yüzyılda bir çarpılmışlık hâlinin olduğunu vurgulayan Pakdil söz konusu çağı, ıssız, boğuk, irin dolu bir mağaraya benzetir. Ona göre insanı kuşatan çağdaş etkilerin hemen hepsi, kişiliğini korumak, beslemek, geliştirmek şöyle dursun, tam tersine kişiliğini güçsüzleştirmek, çürütmek isteyen bir öldürücülükle yüklenmektedir insanın üstüne. Bu bağlamda çağ, insanın ahlak ve onurunu her geçen gün daha da ufalamaktadır. O yüzden her insan çağından sorumlu olduğu bilinciyle hareket etmeli, vicdanını kanatmalı ve bilincini kırbaçlamalıdır.

 

Pakdil, gökyüzü gönüllü bir insandır. Dünyadaki herkes ve her şeyden sorumlu hisseder kendisini. Bu bağlamda tüm duyumsama gücümüzle Anadolu insanını anlamaya çalışmamızı ister bizlerden. Devamında Ortadoğu halklarına yakın ilgi duymamız gerektiğini bunun boynumuzun borcu olduğunu belirtir. O, sadece ülkemizi değil Afrika’yı, Asya’yı, özellikle Ortadoğu’yu hatta tüm yeryüzünü ruhuna katar. “Yaşasın; yeryüzündeki tüm inananların birlikteliği!” sözü bu hassasiyetinin bir yansımasıdır.

 

Nuri Pakdil’in tutkuyla bağlı olduğu şehirler vardır. Kudüs, Mekke, Medine ve İstanbul benliğinin her noktasına nakış gibi işlenmiştir. Kudüs bilinci, Mekke ateşi ve Medine gözyaşıyla karanlıkların yok olacağına inanır. Ona göre Kudüs sevilmeden insanlığa girilemez. Kudüs’ü savunmak gerçek bağımsızlığı savunmaktır. “Yüreğimizin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır” diyen yazar Mekke’yi, Medine’yi, Kudüs’ü sürekli düşünmemizi ister. Pakdil’in İstanbul’a olan muhabbeti de bambaşkadır. Ona göre İstanbul, yeryüzünün en güzel şehridir. Bir yazar için ilham kaynağı olabilecek yegâne şehirdir. “Peygamber Efendimizin fethini müjdelediği, yeryüzünün tek şehridir. Bu yüzden İstanbul, benim için kutsal bir şehirdir. İstanbul’u bunun için çok seviyoruz” diyen Pakdil, İstanbul’un Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra, insanın, yaratılışını en iyi, en sağlam gerekçelendirdiği şehir olduğuna inanır.

 

Nuri Pakdil’in eserlerinde konu edindiği en önemli kavramlardan birisi de yabancılaşmadır. Ona göre yabancılaşma, uygarlığından kopan bir ulusun alın yazısıdır. Pakdil, ülkemize edebiyatla birlikte gelen, yerleşen yabancılaşmanın yine ancak edebiyatla ülkemizden dışarı atılacağına inanır. Düşünürümüze göre yabancılaşma bir ölçüde hepimizi yaralamıştır. Yüreklerimiz yabancılaştırma bıçaklarıyla doğranmıştır. Nuri Pakdil yabancılaşmadan kurtulabilmek için insanların sorumluluk duygusuna sahip olmasının ve özeleştiri yapmasının kaçınılmaz olduğunu düşünür. Ona göre sorumluluk duymayan kişinin çağımızda yeri yoktur. Sorumluluk yabancılaşmanın karşıtı olduğu için sorumluluk duyan kişi yabancılaşamaz. Pakdil, insanın insanlığını hissetmesinin ancak sorumluluk alanını genişletmesiyle mümkün olabileceğine inanır. Bu noktada yazar, “Ben her an, herşeyden, herkesten, her edimimden sorumluluk duygusu içinde olmazsam, nasıl kanıtlayabilirim varlığımı?” diye seslenir okurlarına. Pakdil’e göre sorumluluk duymayanlar, yaşamın güzelliğini kavrayamaz. Aynı şekilde kişinin atılım yapması ve kendi kendisini aşması için de özeleştiri yapması zorunludur. Zira özeleştiri insanı onarır.

 

Nuri Pakdil’in hem düzyazılarında hem de şiirlerinde fizikötesi bir mayalanma sürecinin olduğu söylenebilir. Ona göre insanın metafizikle uğraşması varoluşunun gereğidir. Çağdaş insan metafizikle bağını unuttuğu için yapayalnızdır. İnsanın varoluşunu anlamlı hâle getirebilmesi için düşünce ve tasarılarını metafizikle beslemesi gerekir. Buradan hareketle Pakdil, öte dünyayı düşünmeyen ve yaradılış bilgeliğini algılayamayan insanın kendi kendisine kıydığını söyler. Pakdil’e göre insan ölüm karşısında duygusuzlaştıkça, çözülmekte, dağılmakta ve tükenmektedir.

 

Pakdil için sessizlik çok önemlidir. Bu bağlamda susmanın da, konuşmak kadar önemli olduğuna inanır. Ona göre içimiz’le dışımız’ın kolkola yürüyebilmesi; yani, bizi mütemadiyen oluşturması, ancak sükunetle mümkündür. İnsanlara toprağın sabrını taklit ederek tam gün’ü olmasa da hiç değilse yarısını en azından üçte birini net sükûnette yaşamalarını tavsiye eder. Pakdil gürültüyü zihnin yoğunlaşarak devinebilmesinin önündeki en büyük engel olarak görür. Ancak Pakdil her ne kadar ikamet ettiği yerde sükûnet çiçekleri açmasını dilese de hiçbir zaman aradığı sessizliği bulamaz.

 

Nuri Pakdil acı, hüzün, ağıt, yoksulluk gibi kavramların insan varoluşuna derin anlamlar kazandırdığı inancındadır. Hüznü; hissedilmesi kolay olmayan, çok narin, ince bir ses olarak tanımlayan Pakdil, kimsesizliğin hüznünü, göğüse takılan bir güle benzetir. Tebessümden ziyade figanın daha yakınında olduğunu, ağıtın insana güç verdiğini insanı daha anlamlı hâle getirdiğini vurgular. Ona göre manevi acının fizikî acıdan derin olması ve insana boyut kazandırması da bu yüzdendir. Varsıllıktan çok yoksulluğun insana gizemli bir güç verdiğini ifade eden Nuri Pakdil, yoksulluğun insanı yücelttiğine inanır.

 

i Pakdil klas duruşundan ödün vermeden yaşamıştır. Sabrından, vicdanından, ilkeli duruşundan asla taviz vermemiştir. Umudunu hiçbir zaman kaybetmemiştir. Yazdıkları ve yaşama biçimi arasında çelişki yoktur. Her koşulda, doğru bildiği şeyin arkasında durmayı başarmıştır. Özenle korumaya uğraştığı kişiliğini hiçbir surette örseletmemek için elinden geleni yapmıştır. Kimliğinin her noktasında gözünü bir ân dahi kırpmadan nöbet tutmuştur. Hızlandırılmış idman programı uygularcasına içini koşturmuştur. Hayatın yükü bütün ağırlığıyla ruhuna çökse de o; günbegün, saatbesaat içdenetim, içarınma, içonarım, içdonanım, içkeskinlik, içderinleşiş ilkelerinden taviz vermediği klas duruşunu bütün insanlığa miras bırakmıştır.

 

Erol Çetin

 

Yitiksöz Sayı - 7