Stepne Kraliçe

 

Yarım cumartesiler yıllardan beri en verimli zamanlarım olmuştur. Neden mi yarım cumartesi? Artık çocukların da büyümesiyle hafta sonları erkenden kalkıp güzel bir kahvaltıyla güne başlamak mümkün olmuyor. Yıllardan beri haftanın her günü oldum olası erken uyanırım. Evdekiler uyanmadan vakti değerlendirmeli. Haftalar öncesinden gelen edebiyat dergileri ve sipariş edildiği günden beri beni madem okumayacaksın, niye aldın der gibi gözlerini üzerime dikmiş bir kitabı alırım, okuyabildiğim kadar okurum, dergilerden bir dosyayı bitireyim diye çabalarım. Hafta içi yoğun mesai bunaltıyor insanı. Ne çok istiyorum, istediğim zaman telefonu kapatmayı, uyuz olduğum herkesin bana ulaşamamasını, neler de neler… Hafta sonu kimse, özellikle patron aramasın istiyorum. Aradığınız aciz kula geçici bir süre ulaşılamıyor, en iyisi siz tekrar tekrar aramayın, kayıtlı anonsunu dinletmek istiyorum herkese. Başıboş dolaşmak, acıkmak, susamak, yorulmak, bir söğüt ağacının altında uyumak, yol kenarlarında yabani meyvelerden koparmak istiyorum. Cami çeşmelerine ağzımı dayayıp lıkır lıkır su içmek de istiyorum. Malumunuz modern çağda caddelere sokaklara çeşme yapılmadığı için ya marketteki şişe suyuyla ya da cami çeşmelerinden gideriyorsunuz susuzluğunuzu. Yani velhasılıkelam insan bazı vakitler, sahipsiz itlerin özgürlüğüne imrenmiyor değil. Fransız Liberte terminolojisine bir reddiye yazmak istiyorum. Adı da “Sahipsiz İt Özgürlüğü” Patronlar, müdürler tatilde rahat bıraksın insanları. Fabrika dışında bolca zaman geçirdiği Uludağ’daki ahşap evinde (kendisi özellikle ‘bungalov ev’ denmesini istiyor) kışın şöminenin başında yazın da bahçedeki oturma yerinde (kendisi özellikle kamelya denmesini istiyor) tatsız bitki çayını yudumlarken telefonu eline alıp “ Atıf Bey, hafta içi İtalya’ya yollayacağımız sevkiyat için bütün hazırlıklar tamam değil mi? diye başlayan ve arkası gelmeyen cevabı tamam olan sorularla örülü çağrılara muhatap olmak istemiyorum. İtalya başbakanıyla bizzat görüştüm, ticaret bakanına elektronik posta yazdım hatta sevkiyatın meşruiyeti için Vatikan’dan onay aldım. Her şey tamam diyerek ihracat şefi Atıf ’la çalışıyorsanız şöminenin başında meşe odunu ateşinin kızıllığında meymenetsiz bitki çayınızı höpürdete höpürdete içebilirsiniz, diye sükûnete davet etmek istiyorum onu.

 

Boş verin patronu şimdi. Ben yarım cumartesilerime trende okuyacağım bir kitap, dergi; geriye kalan zamanda da birkaç eş dost, çay simit muhabbeti, kaçırırsam üzüleceğim bir konferans, konser, sinema filmi sığdırmak isterim. Mümkün olur mu bunlar? Her zaman olmaz elbette.

 

Yarım cumartesime Heykel’de Ahmet’in ofisine uğramakla başladım. Adam, kriminal psikolog. Zavallının ömrü klinik psikologla kriminal psikoloğun farkını el âleme anlatmakla geçti. Dış ticaret danışmanlığı da yapıyor Ahmet. Ara sıra uğrayıp iş tüyoları alıyorum ondan. Küçük ve düzenli ofisinde yarış arabası tasarımlı ikili koltuğa bırakıverdim kendimi. Ahmet’in vaktinin çoğu yurt dışında geçiyor. Makkiyato, latte, espresso ne istersin, demesin mi gülümseyerek. Pekmez şerbeti diyecektim ki tam. Göz göze geldik ve gülümsedik. Önceden alt kattaki çay ocağından söylüyordu siparişleri. Şimdi ofise bir çay bir de kahve makinası almış. Aşağıdaki çaycı müşteri varken zırt pırt içeri girip “ çayım taze, kahvem var, bitki çayı deniyorum” falan diyormuş. Usandırmış herif anlaşılan bizimkini. Canım sıkıldı bir süre sonra, çareyi bu makinayı almakla buldum, dedi. Sade Türk kahvesi dedim. Makinada yapılan Türk kahvesi nasıl olursa öyle içecektim artık. Sadrazam torunu elbette Türk kahvesini sade içer, dedi. Bir asilzade tutuşuyla başladığım kahve içme seremonim, içme süremin aşırı kısalığı fiyaskoyla sonuçlandı. Müsaade isteyip çıkarken ekselansları programlarına devam edebilir, dedi. Ofis merdivenlerinden aşağı tahtırevanımla değil çocuk parklarının kapalı kaydıraklarını andıran loş ışıklı merdivenlerinden indim.

 

Fidan Pasajı’na gidip talebelere burs ve barınma desteği veren küçük ölçekli bir vakfın istişare toplantısına katılacağım. Hızlıca yürüyorum.

 

Yol üstündeki meydanda bir çeşme ve etrafında da orta boylu bir çınar ağacı var. Daha önce buradan geçerken ağaçtaki kuşların bol kükürtlü talih sıvısını siyah tişörtüme nişanlamasını asla unutmadım. Bugün üzerimde başka bir siyah tişörtüm var ve aynı şeyi yaşamamak için büyük bir titizlikle adımlarımı atıyorum. Etrafta otobüsten bozma Kızılay kan verme aracı, emekli zammını protesto eden herhangi bir ilçenin herhangi bir emekliler derneği üyeleri, ezberlediği spot birkaç cümleyle yanınızda bitiveren anketçi kızlar var. Nihayet yetişiyorum büyük istişare toplantısına. Büyük derken hayırlı iş neticede. Pasajın giriş katında vakfın yeri. Küçücük bir dükkân. Üç beş tane plastik sandalye var dükkânın önünde. Sandalyelerin yanında bir sehpada parçalanmış bir ekmek ve yanından dilimlenmiş tahin helvası. Dükkânın içerisi eski kitap ve kolilerle dolu. Dedim ya küçük ölçekli bir talebe yardım vakfı. Öğrendiğimize göre yetmişli yıllarda otel olarak kullanılıyormuş burası. Sonrasında küçük dükkânlara, tespih, yüzük, saat tamircilerine ve terzilere bırakmış yerini. Kimler kaldı acep buralarda, şehirden ve dışardan kaç kişinin yazılmamış hikâyesi var? Vakfın resmî işlerini takip eden Berat Hoca karşılıyor beni. Yanında etine dolgun, kalın çizgili bir gömlekle rahat keten pantolon giymiş kırk beş elli yaşlarında bir adam var. Tanışıyoruz adamla dekoratif taş ustasıyım, diyor. Özgür. İş yeri yokmuş, sipariş alıp ekibiyle götürü usulü çalışıyormuş. Anadolu’nun dört bir yanından gelen yaptığımız projelerde kullanacağımız kaba taşları bir keski ve çekiçle şekillendirip onlara yüz verip kaplamalar, duvarlar, havuzlar yapıyoruz, dedi. İnsan gibi dedi. Yani terbiye edilen, şekli, yüzü değişen insan gibi. Bir el, bir yol olması gerekiyor insan için. Kaba taşlar, yollarda alt malzeme olarak kullanılıyor, dedi. El değmeli insana. Taş gibi şekillenmeli. Kalbi yumuşamalı. Yurdunu bulmalı. Heba olmamalı.

 

Özgür, Doğu Karadeniz’den. İşini yaptığı bir adam Bursa’da bir şeyhten bahsetmiş. Git onu bul. Mutlaka bul. Senin benim gibi bir adam şeyh, demiş. Sokaktaki insanlardan biri gibi dolaşır. Ancak hususi sohbetlerinde tanıyabilirsin onu, demiş. Özgür, bir şeyh sevdasıyla uzak bir ilçeden gelmiş, Berat Hoca’nın şeyhle tanışıklığını duyduğundan gelmiş bulmuş burayı. Salık vermişler ki Berat Hoca’yı bulursan o seni şeyhe götürür. İşini gücünü bırakmış gelmiş adam, sadece şeyhi görmeye odaklanmış. Sandalyede oturarak namaz kılan biri gibi elleri önünde bağlı vaziyette duruyor. Bir ara kayboluyor Özgür. Berat Hoca’yla göz göze geliyoruz. Geliyor diyor farklı farklı yerlerden değişik değişik adamlar. Zengini, amiri, fakiri, garibi geliyor zaman zaman. Polisi istihbaratçısı da geliyor. Zamanla anlıyoruz farklı niyetlerle geldiğini. Ancak çoğunda fark ettiğim şu: hepsi geldiğindeki adamlar değil. Suların durulması gibi, taşların yumuşaması gibi bir şey oluyor onlara. Buyurun diyor Berat Hoca. Helva koyup ekmeğin arasına iştahla yiyoruz, Özgür’e de bir helva dürümü yapıyoruz. Helva ağzımızda tatlı bir yolculuğa çıkıp yumuşuyor. Taş gibi. İnsan gibi. Taş, zayi oluyor işlenmezse. İnsan da helak olabilir gönlünü doğru yere vermezse. Özgür, nereye gelmiş? Olmaya mı pişmeye mi köleliğe mi hürriyete mi? Kendini bulmaya mı yok olmaya mı?

 

Pasajın öbür ucundan bir adam yaklaşıyor yanımıza. Kısa ve hızlı adımların sesi gittikçe yükseliyor. Michael Douglas sanki hergele. Beyaz saçları arkaya taranmış, yaşına göre genç gösteren bir gözlük çerçevesi. Sinekkaydıyla ortaya çıkan kumral yanaklar ve özgüvenli bakışlar. Yakalı ve iki düğmeli bir tişört, altta ütüsü zor bozulan gri pantolon, ayakkabılar yeni boyanmış parlıyor. Dinç duruyor adam acaba kaç yaşında? Özgür, Berat Hoca ve bende aynı soru: Acaba kaç yaşında? Plastik sandalyelerden birini çekip karşımıza kuruluyor. Elindeki deri el çantasını yavaşça sehpaya bırakıyor. Yaşına ve fiyakasına hürmeten doğal bir gülümseme beliriyor yüzümüzde. Ben İbrahim diyor. Emlakçı İbrahim. Bu şehrin yerlisi. Kaç kişi kaldı sahi bu şehrin yerlisi? Berat Hoca’yı önceden tanıyor. Pasajlarda herkes birbirini tanır. Bir yabancıyı taş duvara sonradan eklenmiş şekilsiz taş misali bir çırpıda tanır. Yontulmamış taşı ustası tanır; yontulmamış adamı olsa olsa eğri odunlar tanır. Gözleriyle siz kimsiniz anlamındaki bakışlarına Özgür ve ben kısa künyelerle cevap veriyoruz. Özgür bu kez, taş ustasıyım demiyor. Taşı yontuyorum ben de onunla şekilleniyorum, diyor. Seksen bir yaşındayım, diyor adam. Pasajın orta sütunları titremeye başlıyor, tespih dükkânlarının boncukları eski geniş karo taşlarının üzerinde dağılmaya, terzilerin overlok iğneleri ellerine batmaya başlıyor. Seksen bir ha? Birden üçümüzün de bakışları Emlakçı İbrahim’de toplanıyor. Jilet gibi pantolon yorgun yıllara ana muhalefet, gözlük gençlik iksiri oluveriyor. Tişört ve arkaya taranmış düzgün saçlar, baharım bitmedi, yaz da beri beri gelsin söylüyor. Varlıklıymış, emlakçılığı adresimiz belli olsun diye yapıyormuş anlattığına göre. Markası kapatılmış uzun namlulu bir sigara yakıyor ara sıra. Kendine bakıyormuş, kahvaltısız çıkmıyormuş evden. Tatil, yürüyüş, düzenli uyku, seyahat… Oturuştaki Michael Douglas özgüveni. Araya girip soruyorum: Dinçliğinize ve şıklığınıza mugayir bir bu sigara var efendim, o bozmadı mı Emlakçı İbrahim’i? Elindeki sigarayı göstererek keh keh gülüyor: Kaliteden ödün vermiyoruz da ondan etkilemiyor bu meret. Ayrıca içime çekmiyorum. Dudak tiryakisi de sen işte. Altmış yıldır bu böyle. İkna olmuş gibi bakıyoruz Evkuran Emlak’ın delikanlısına. Biz araya girmesek aralıksız konuşacak gibi İbrahim Amca. Amca mı dede mi? Ne desek bilemiyoruz. Dede kelimesini ağzımıza hiç alamıyoruz. Alırsak ağzımız eğilip çarpılacağız hissine kapılıyoruz. Hacı anneniz bana iyi bakar; aç göndermez dışarı, ütüsüz elbiseyle çıkarmaz sokağa. Sabah ceketimi giydirir, kolonyamı döker, dualarla uğurlar beni.

 

Bir de diyor genç kalmamın sırrı stepnesiz yaşamamak. Hayatımın farklı dönemlerinde hep stepneyle yaşadım ben. Üçümüz de stepneyi gerçek anlamda kullanmadığını biliyoruz. Kırk sekiz yaşında dul, varlıklı biriyle görüşüyormuş yıllardır. Kadının epey gayrimenkulü varmış, sadece on iki daireden kira geliri. Saygıya dayalı bir ilişkileri varmış. İnsanın ulan dürzü o paraları harcamaktan kavga etmeye, tartışmaya zamanı kalır mı? diyesi geliyor. Yani anlıyoruz ki Michael Douglas, evde piyasa filmlerinde dublörlük yapıp dışarıda festival filmlerinde kendini oynuyor. Taş gibi yaşamamak gerek diyor bu dünyada. Mutlu ve severek ölmeli insan. Taş kelimesini duyunca Özgür’ün elleri titremeye başlıyor. Yaptığı duvarlar, çeşmeler, havuzlar çatırdamaya başlıyor. Ben dayanamayıp yine araya giriyorum: Kalp bölünebilir mi İbrahim Bey? Yumuşadığında mı bölünür kalp? Sen nasıl yaptın bu işi? Kalbi bölmek, ayı bölmek, ekmeği bölmek, denizi bölmek gibi bir şey mi? Berat Hoca bir şey anlattı bu sırada:

 

“Yakışıklılığıyla dillere destan Narcissus, birçok kadının kalbini çalar ama kalbini kimselere vermek istemez. Bu duruma kızan tanrıça Nemesis, Narcissus’un kalbini taş eder. Kalbi taş olan yakışıklı adam aslında bir anlamda bilincini yitirir. Çünkü bir gün bir suya bakarken sudaki yansımasını gördüğü kendisini tanıyamaz ve kendisine âşık olur. O kadar âşık olur ki sudaki yansımayı elde etmeye çalışır. Çabaladıkça suya batar, battıkça nefesi kesilir ve sonunda hayata gözlerini yumar.”

 

İki kalbim var dedi İbrahim Bey. Biri yapay diğeri organik. Lazım olanı alıyorum her sabah. Birbirimize bakıyoruz: Hangisi yapay hangisi organik? Berat Hoca, merakını yenemeyip soruyor: Hacı annemiz üzülmüyor mu? İbrahim Bey, tüm soğukkanlılığıyla cevap veriyor: Üzülmesine imkân yok. İçerdeki dışardakini bilmiyor; dışarıdaki içeridekini biliyor. Ayrıca dışarıdaki içeridekinin varlığından da rahatsızlık duymuyor. Özgür’le benim eller, gayri ihtiyari sol göğsümüze kayıyor. Bizimki hangisi? Berat Hoca, Emlakçı İbrahim’e bizim kart horoz kendi denklemini kurmuş, bilinenleri ve bilinmeyenleri yerine koymuş, işlem sırasını da şaşırmıyor, der gibi bakıyor. Birden İbrahim Bey’in akıllı telefonu çalıyor, ekrana bakıp gülümseyerek açıyor telefonu: Buyur kraliçem! Tamam. Lafı mı olur. İbrahim Bey’in yüzünde erken açan çiçeklerin parıltısı beliriyor. Taş gibi kadın diyor İbrahim Bey. Özgür’ün bu kez kalbi titremeye başlıyor, sertleşiyor taş kesiliyor âdeta. Kraliçesi Müjde Ar’dan bile güzelmiş. İbrahim Bey’in stepnesi, ulu kraliçemiz ona “alçalan yıllarımın yükselen yıldızısın” diyormuş. İki lafın arasında onu da anlattı bize koltukları kabara kabara. Biraz sonra telefonu ikinci kez çaldı İbrahim Bey’in: Tamam hacım! Bir tane tam buğday ekmeği. Bulamazsam taş fırın.

 

Bu kez hepimizin yüzüne fırın ateşinin yalımı vuruyor. Şekil verilen taşların yüzleri dökülüyor. Düz bir boşluğun ortasında el yordamıyla yönümüzü arıyoruz. İbrahim Bey, önce kraliçesinin huzuruna çıkıp yüz görümlüğünü almak sonra da sultanının otağında istirahat edip reyhan şerbetini içmek için aramızdan ayrılıyor. Zengin kalkışının Fidan Pasajı versiyonu. İki kalbi nerede? Belki de yanından ayırmadığı el çantasının geniş gözünde.

 

Bu kez Berat Hoca’nın telefonu çalıyor. Arayan şeyh efendinin hizmetkârı. Eski Bursa’nın ara sokaklarından birindeymiş şeyhin yeri. Etrafı taş duvarlı bir bahçenin ortasında tarihi bir tekke. Kabul buyurur mu diye soruyor Özgür bu kez heyecanlı heyecanlı. Su dolu bardağı taşırmayan her yaprak tekkeye alınır, diyor Berat Hoca. Özgür, taşın sertliğiyle kuru yaprağın hafifliği arasında darağacında sallanmaya başlıyor. Benim de tekkeye gelmemi istiyor Berat Hoca. Davetsiz giden mindersiz oturur, hadsizlik olur, usulsüzlük olur, diyorum. Yürüyelim, diyor. Ayaklarımız nereye götürürse oraya gidelim. Hava kararmaya yakın pasajdan çıkıyoruz. Ağzımızdan helva tadı yavaş yavaş kayboluyor. Yolda Berat Hoca’ya istişare toplantısı niye olmadı, bizden başka niye kimse gelmedi vakfa, talebe, yurt, burs diyorum. Parke taşlı yollardan aşağıya inerken tatlı tatlı gülümsüyor. Talebelerin işi görülmüş ki bugün Özgür nasibini aramaya gelmiş, diyor. Adımlarımızın yumuşaklığı taşlı yolların sertliğiyle birleşiyor. Taşları ezmekten korkuyorum artık. Kalplerimizi yokluyoruz, yerinde mi? Pasajın karanlık koridorlarında mı, İbrahim Bey’in çantasında mı yoksa şeyhin kapı eşiğinde yumuşayacağı zamanı mı bekliyor? 

 

Ahmet Şevki Şakalar

 

Yitiksöz Sayı-22