Sünnetçi Fındık ve Sezai
Yaz geldi mi mahalledeki sünnetsiz erkek çocuklarının yüreği sızlamaya başlardı. Tatlı tatil hayaline bir kâbus sisi çöker, ha bugün ha yarın derken sünnetçinin karanlık gölgesi oğlanları huzursuz eder dururdu. Kulaktan kulağa anlatılan acılı, kanamalı sünnet hikâyeleri de daha sünnet olmadan canlarını iyiden iyiye yakardı. Uykuları bölünür, kız olarak doğmadıkları için pişman olurlar ve endişeli gözlerle o günü çaresizce beklemeye devam ederlerdi.
O gün doğduğunda Fındık Dayı sokakta görülür, film başlardı. Oğlunu kucaklayan gelir, sünnetçi de sanatını icra ederdi. Bütün sünnetler ilk sünnetin yapıldığı evde olurdu. Aslında o evin sahibi sünnetçiyi çağırırdı da herkes gelmişken bizim işimiz de görülsün derdi. Gelenek böyleydi. Feryat figan ucundan azıcıklar, köşe bucak kaçışan çocuklar derken o gün ortalık karışır, mahalleye kargaşa hâkim olurdu. Sonraki günler etekli oğlan çocukları önlerini tuta tuta sokakta gezmeye başlar, on güne kadar da hayat normale dönerdi. Seneye sünnet olacaklar için heyecanlı hikâyeler dilden dile dolanır, efsaneleşirdi. Senelerdir yazın herhangi bir günü bu durum mutad olarak yaşanırdı.
Sezai de o sene sünnet kaygısıyla içi sızlayan çocuklar arasındaydı. Fazlaca duygusal, canı da kıymetli olduğu için sünnet ona korkunç geliyordu. Asla sünnet olmak istemiyor, korkudan öleceğini bile düşünüyordu. Bu korkularından babasına bahsedemese de annesini durmaksızın didikliyor, sünnet anılarını abarta abarta anlatırlar diye büyük çocukların yanına da gidemiyordu.
“Fındıkmış, bu işi yapan adamın adı Fındık mı olurmuş? Olsa olsa acı biber olur, Ustura Kemal, altın makas falan olur. Hem belki ben sünnet olmak istemiyorum. İllaki olacaksam bari hastaneye götürün beni. Anne, çok korkuyorum, canım çok acır, ne olur beni sünnet ettirmeyin.” diye diye annesinin başının etini yiyordu.
Annesi elinden geldiğince onun korkularını dindirmeye çalışıyor, sünnetin gerekliliğini anlatıyor ama çocuk bir türlü ikna olmuyordu. Annesi, bunları babasına asla söylememesi gerektiğini ona tekrar tekrar hatırlatıyor, beyinin “Ökkeş Usta’nın oğlu sünnetten mi korkar lan!” diye diye çocuğu pataklamasından korkuyordu. Sezai’nin umurunda mı? Kapı gibi iri yarı, kara yağız Ökkeş’in pamuk gibi beyaz, nazik, duygusal oğluydu işte Sezai. Bu nahifliğinin yanında dik başlılık konusunda babasını bile illallah ettirirdi. Adam onun inadına güç yetiremez, uğraşmayı bırakırdı.
Sezai o gün sünnetçinin geldiğini gördü.
Kasap Haliller iki oğulları için çağırmışlardı Sünnetçi Fındık’ı. O da Anadol’una binip sabahın köründe gelmişti. Elinde kocaman çantasıyla kapıdan içeri girince figanlar kopmuş, oğlanlar bir yandan, anaları bir yandan ağlarken ortalık harman yeri olmuştu. Evdeki akil kişiler ki babaanne ve dedelerdir bunlar, olaya el atmışlar, çocukları sıkı tutmak için gelenleri beklerken Fındık Dayı’yla koyu bir sohbete dalmışlardı. O esnada çocukları tutacak emmi, dayı, konu komşu eve toplanmış nihayet sünnet başlamıştı. Sünnetçi Fındık önce küçük tüp isteyip kesici aletlerini kaynattı, ellerini alkolle temizledi. Sonra çocukları temiz bir çarşafa yatırıp refakatçi heyetine “donlarını indirin” dedi. Onun bu rahatlığının altında ezilen sıra sıra dizilmiş sıpalar yapılan işlemi göremese de mağdurlardan çıkan sesleri mecburen duyardı. Bu şekilde akşama kadar otuza yakın oğlanı sünnet etti. Çocuk yatırılıp sıkıca tutulmuşken önce pipiye bir toz serper, ardından ucunu pensle tutturur, usturayla keser, en sonunda da güzelce dikerdi. Bu işlemleri yaparken bir yandan dua eder, okur üfler; çocuğu da sakinleştirmeye çalışırdı. Her gelen çocukta dezenfeksiyon işlemini tekrar eder, asla usturayı ikinci kez kullanmazdı. Çocuk zırıltılarından, koşuşturan kalabalıktan bunalsa, kafası şişse de rahatsızlığını asla belli etmez, sabırla işini yapmaya devam ederdi. Öğlen yemek ve namaz molası verir sonra kesmeye devam ederdi.
Sezai onun geldiğini görür görmez evde hazırladığı çıkınını kaptığı gibi sokağa kaçtı. Bu kaçışı çok önceden planlamıştı. Asla sünnet olmayacaktı. Canı çok acırdı. Hem komşularının oğlu Ramazan’ı sünnet ederlerken çocuğun pipisinin tamamını kesivermiş sünnetçi. Öyle duymuştu. Ya onunki de öyle olursa! Kaçmalıydı. Babasının öfkelenmesi bile umurunda değildi. Zaten kendisini bulamayacakları için babası isterse kendi kendine delirebilirdi. Sezai o sünneti olmayacaktı o kadar. Kendisine yetecek kadar ekmek, su, pötibör bisküvi, seccade, Kur’an-ı Kerim ve bebeklik battaniyesini yanına almıştı. Annesinin fotoğrafını bir de. Seneler sonra büyük adam olup eve geri döneceği hayaliyle kısa süre içerisinde üç sokak öteye geçip mahalle değiştirmişti bile. Ara sokaktaki caminin kadınlar mahfiline saklanacak ve senelerce orada yaşayacaktı. Aklındaki tam olarak buydu. Annesiyle bir defa oraya teravihe gitmişlerdi. Kadınlar mahfilinin perdeli, boş bir saklanmalık olduğunu biliyordu. Yaşamak için çok uygundu. Aklına başka da bir şey gelmiyordu. Çocuktu, öyle ya da böyle sünnetten kaçmayı başarmış, amacı hâsıl olmuştu.
Öğle namazından sonra yemeğini yiyen Fındık Dayı sünnetlere yeniden başlamıştı. Kasap'ın evine sünnet için gelenlerden işi bitenler çocuklarını kucaklayıp evlerine geçiyorlardı. Ağlaya ağlaya ortalığı yıkan çocuklara sürekli bir şeyler vadediliyor, çocuklar da ağlamanın şiddetini artırarak ailelerinden daha fazla şey koparmaya gayret ediyorlardı.
Ama Ökkeş Usta’nın evinde farklı bir telaş vardı. Çünkü Sezai ortada yoktu. Seher’in eli ayağına dolanmış, kısa kolluyla dışarı çıkmış, başını örtmediğinin farkına da varamamıştı. Eve gelen Ökkeş karısını da oğlunu da evde bulamayınca deliye dönmüştü. Hepsi birden sokaklara dökülmüşlerdi ama kimsenin birbirinden haberi yoktu. Seher’le Ökkeş caddede karşılaştılar. Ökkeş, Seher’in kolunu tuttu. Çocuk nerde demeden bu hâl ne kız, kolun başın niye açık diye önce bi söylendi; sonra sıra sünnetten kaçan Sezai'ye geldi. Bunun suçlusu tabii ki Seher’di. Bir çocuğa sahip olamamıştı. Zaten neyi becerirdi ki? Ökkeş söylene söylene, Seher de kaygıyla çocuklarını aramaya başladılar. Onlara diğer akrabalar eklendi ama nereye baktılarsa çocuk yoktu. İkindi yaklaşmış, sünnetçinin de gitme saati gelmişti ama Sezai’yi bulamamışlardı. Telaşları yerini büyük bir korku ve endişeye bıraktı. Akıllarına kötü kötü şeyler geliyordu. Kendini bir yerden atmış olabilirdi, bir arabanın altında kalmış olabilirdi, kaçırılmış olabilirdi…
Hâlbuki Sezai caminin kadınlar mahfilinde perdenin arkasında kıtır kıtır pötibör yiyor ve hayatın tadını çıkarıyordu. Nasıl da kaçmıştı sünnetten. Adamı böyle zorlarsanız olacağı bu, diyordu. Hiç de korkmuyordu. Erkekti işte. İş başa düşerse çaresine bakar, böyle kaçardı. Kimse de onu bulamazdı.
Sezai’nin saltanatı akşam namazına kadar sürdü. Bisküvileri bitirdi. Biraz da ekmeğin ucundan yedi, suyunu içti. Abdest alamadığı için Kur’an'nını okuyamadı ama esasında biraz da canı sıkıldı. Yapabileceği şeyleri kısa sürede yapmıştı. Üstelik büyük abdesti de sıkıştırmaya başlamıştı. Evden başka yerde pek yapamazdı. Buna rağmen eve gitmeye niyeti yoktu. Hesap edemediği bir diğer şey bu camiye akşam namazında kadın cemaatin geldiğiydi. Akşam ezanı daha okunmadan kadınlar camiye dolmuştu. Perdenin arkasında sessizce dursa da büyük risk altındaydı. Tuvaletini tutamayacak duruma gelmişti ve bir kaçak olduğu her hâlinden belliydi.
Namazın bitmesini bekledi ve tespih çekilirken perdenin arkasından fırladı. Kadınlar çığlıklar attılar. Bir tanesi bunu kolundan tuttuğu gibi imama götürdü. İmam ona kimin oğlu olduğunu sorunca Sezai hemen söyledi. İmam da onu mahallesine götürdü. Kapının önünde polisler vardı. Annesi ağlıyor, kendini yerden yere vuruyordu. Babası da evin önünde volta atıyordu.
Neler olmuştu böyle? Sezai’nin senaryosunda böyle şeyler yazmıyordu. Polis nereden çıkmıştı? İmamla Sezai eve yaklaştı. Annesi koştu oğluna sarıldı. Polisler önce çocukla konuştular. Sonra imamı dinlediler. Ökkeş sessizce hikâyeyi dinledi. İmama teşekkür etti, polisleri gönderdiler. Ama asıl Ökkeş ve Sezai karşılaşması henüz yaşanmamıştı. Sezai çok korkuyordu. Bu sefer dayağı kesin yiyecekti.
Yemedi. Babası dövmedi. Çok sakindi. Onu kaybetmekten korktuklarını söyledi. Yaptığının yanlış olduğunu anlattı. Ortam yumuşadı ama sünnet! Sünnet ne olacaktı?
Sezai birkaç gün daha bekledi. En çok annesinden özür diledi. Sünnetten kaçamayacağını yavaş yavaş kabullendi. O sıra Sezai’nin teyzesi geldi. Eşi subay olduğu için hep farklı şehirlerde yaşamışlardı. Bazı yerlerde sünnet çocuklarına süslü bir yatak ve düğün yapıldığından bahsetti. Düğün ha deyince olacak iş değildi ama yatak süslemek kolaydı. Sezai’nin karyolasına balonlar astılar, cibinlik takıp ışıklarla süslediler, tavandan kedi merdivenleri sarkıttılar. Sezai yatağı görünce çok sevindi. Hatta sokaktaki herkes onun sünnet yatağını görmeye geldi. Sıra Sünnetçi Fındık’taydı.
Ökkeş Usta oğlu biraz daha cesaretlenince sünnetçiyi eve çağırdı. Sünnetçi Fındık’a olan biteni anlattı. O da Sezai’yi sünnet yatağına oturtup önce sohbet etti. Ona cebinden çıkardığı leblebi şeker paketini verdi. Sütlü şeker de vardı. Ardından sünnetin neden yapılması gerektiğini tatlı tatlı anlattı.
Sezai ikna olmuştu ve cesur bir erkek olarak sünnetini olacaktı. Annesi de, sorun çıkarmazsa yatağı uzun süre bu şekilde süslü tutacağına söz verdi.Sezai etinden et kopunca biraz ağladı. Çünkü çocuktu. Ama Sünnetçi Fındık’ın canavar olmadığını da anladı. Sünnetin korktuğu kadar acı verici olmadığını kendinden sonrakilere anlatma sırası artık ona gelmişti. Teramisin kremini pipisine güzelce süreceğine ve bir daha evden kaçmayacağına söz verdi.
Ev güzeldi, annesinin yemekleri güzeldi. Ama yine de Fındık diye sünnetçi olmazdı.
Müzeyyen Çelik
Yitiksöz Sayı-25