Suskunluk Gölgesi

O muhteşem yalnızlıktan payımıza düşeni yüklenmiş oturuyoruz bir yuvarlak masada karşılıklı. Yorgunluğumuza eş bir sessizliği kelimelere gizleme telaşı içinde biraz tedirgin çokça tedbirli. Ne kadar saklamaya çalışsak da, yüzümüzden yansıyan ele veriyor, par(ç)alanmış bir ömrün hasılasını.

 

Boğaza bakan masada o masmavi ferah deniz çekmiyor ilgimizi, dönüp baksak da görmüyoruz bize bakan denizi. Oysa hasretiz nice zamandır denize, denizdekilere, ağaca, kuşa, gökyüzüne. Zaman yaralarımızı iyileştirmemiş, kabuk bağlamasına yardım etmiş sadece. Yaralarımızın kabuğunu incitmemeye özen göstererek seçiyoruz kelimeleri. Sözcükler yaralarımıza değmeden uçuşuyor etrafımızda.

 

Hikâyeye nerden başlasak başından başlamış olmuyoruz. Birbirine geçmiş yarım hikâyelerin toplamından bile tam bir hikâye çıkmıyor. Bir yarıda kalmışlık, bir yarım bırakılmışlık, suyu görüp ha bire yutkunduğumuz, keder yüklü bulutlara sürekli selama durmakla incelen, inceldiği yerden kopacak bir hayat peşinden sürüklüyor bizi. Bunca zaman sonra bir araya gelmiştik. Elbet konuşup dertleşmeli, geçen zamanı bugüne bağlamalıydık. Ama dönmüyordu bir türlü dilimiz.

 

Havadan sudan bahsetsek, havanın ve suyun bizi soluksuz bırakıp boğacağını bilerek sustuk. Havalar eski havalar olmadığı gibi zaman bizim de havamızı bozmuştu. Donduran bir şubat geçmişti üzerimizden buldozer gibi. Şubat soğuğunun açtığı yaraların merhemini yarayı inkâr etmekte bulmuştuk, sanki hiç şubat geçmemiş gibi üstümüzden. Şimdi merhemi inkâr olan yarayı ikrar ederek kanatmak cesaretimiz yoktu. Sustuk.

 

Arkadaşlardan bahsetsek hani şu her biri ayrı renk, her biri gözleriyle ve sözleriyle ufku tarayan, düşlerindekini dünyaya taşımaya ant içmiş serazat delikanlılardan; her birini bir köşede, bir zirvede, bir koltukta, bir kuytuda, bir kuyuda, bir izbede, dünyanın türlü hallerinde kaybettiğimiz arkadaşlarımızdan, biliyoruz ki boğazımıza takılacak kelimeler, anlamsız birer hırıltıya dönüşecekti. Sustuk.

 

Dava desek dilimiz yanacak, bir acıyla kıvranacak bütün bedenimiz ve dahi ruhumuz. İhanetin bütün sokakları arşınlanmışken hangi davanın yükünü kim taşıyacaktı. Çoktan lügatten kovulmuştu dava, kuduz köpek muamelesine tabi tutularak. Zamanın ruhuna aykırıydı bir davanın delisi olmak, gülerlerdi adama. Bizimse kendimize güldürmeye niyetimiz ve takatimiz yoktu, sustuk.

 

Bir ağır yüke dönüşen, ortasında üryan dolaştığımız, sesimizi boğan bir yığın haline gelen halk, sıkıcı bir sosyoloji terimine dönüşmüştü geçen zaman içinde. Oysa her kapıyı çalmayı, her yüreğe dokunmayı kutsal bir ödev bilmiştik. Uğruna yorgun, uykusuz geceler ve taze gündüzleri birbirine uladığımız toplum, bir safra gibi dışına atarak ödüllendirmişti bizi. Toplumdan konuşmak kamburumuzu artıracak, zaten kırılayazmış belimiz bu yükü kaldıramayacaktı. Sustuk.

 

Kusursuz değildik biliyorduk, kusursuz bir hayatın hayaline kapılmayacak kadar gerçekçiydik üstelik. Kusur aramak da değildi niyetimiz. Ama gözümüze batanlar kusur denilip geçiştirilemeyecek kadar ağırdı. Kaldıramayacağımız bir şahitliğe zorlanıyordu bütün masumiyetimiz. Bir hırs(ız)lar yarışı, çokça alkışlanan bir trajikomik tiyatroydu sahnelenen. Oldum olası hazzetmezdik gösteri(ş) den. Sustuk. Hasretten sonraki her kavuşma vuslat değilmiş. Kavuştuğumuzu düşündüğümüz nice şeylerin sabun köpüğü gibi elimizden uçup gidişine engel olamamıştık. Kavuşmuştuk evet, ama kavuştuğumuz her ne ise hasret çektiğimiz şeye çok uzaktı.

 

Hasretin, vuslatın, kavuşmanın simyasını çözememiştik. Bir garip dünyada yol arayan acemi yolcuların şaşkınlığı ve tedirginliği üzerimizde. Sustuk.

 

Tanımamıştık dünya denen o ayartıcı işvekarı. Bütün yollar bir açmazın kapısına bırakmıştı bizi. Çözememiştik bir türlü bu kaç bilinmeyenli denklemi. Dünyadan konuşalım desek dilimiz tutulur, başımız dönerdi. Cezbeyi biliyorduk ama cazibe hiç kesmemişti yolumuzu. Cazibenin sarhoşluğunda hangi aklı başında cümle tutabilirdi ki elimizden. Sustuk.

 

Donduran bir ayaza dönmüştü ömür, tutulmuştu her yanımız. Küçücük bir kıpırtı bir yaranın kanamasına yetiyordu. Ne yana çevirsek başımızı can çekişen ruhlarla karşılaşıyorduk. Ruhlarını sahiplenmeye çalışanlar ise yokluğun yollarına sürgün, seslerinin duyulmayacağı bir uzaklığa mahkûm çilehanede ömür tüketiyorlardı. Kendi sesinden başka kimseye kulak vermiyordu konuşanlar. Sözü çoğaltmak anlamı değil, gürültüyü çoğaltıyordu sadece.  Sesimiz bir kuru gürültüye kurban gidecekti. Sustuk.

 

Yaslandığımız dağlar birer birer dağılıp bir yokluk çölüne mahkûm ettiler çelimsiz hayatlarımızı. Oysa delişmen gençlik arzuları ve heyecanıyla ne çok güvenmiştik bizi kanatlandıracaklarına. Her aldanış suskunluğumuzu koyultup, katran karası gecelerin koynuna bıraktı bizi. Örselenmiş, kırılmıştık ama yakıştıramazdık kendimize bunu dillendirmeyi. Bilirdik birbirimizin halini. Bildiklerimizi konuşmak gevezelikten başka bir şey değildi.  İncinmişliğimiz içimizde büyürdü. Sözün değil sükûtun ustası yapmıştı hayat bizi. Tabi ki ustalığımızın gereğini yerine getirecektik. Sustuk.

 

Saklayacak bu kadar şeyimiz varken neyi konuşacaktık. Kendimizden bile gizlediklerimizi birbirimize nasıl açacaktık. Sustuk.

 

Sükûtun koyu gölgesinde gelip durmuştuk işte. Ne konuşacaktık. Yazgımıza razı sustuk.

 

Akif Gülmez 

 

Yitiksöz Sayı-2