Terzinin Ayakkabısı
Bir akşam yemekten sonra, “hanım” kelimesine henüz alışamamış bir ağızla; “Hanım, bizim arkadaşlar bir apartman yapacaklar. Önden bir miktar para veriyorsun, gerisi taksitle. Dört beş sene içinde daireni teslim alıyorsun. Taksiti kolay da önden istedikleri…” deyip, susmuştu. Hanımı atılmıştı, üzerindeki naylon kılıfları yeni sökülmüş koltukların üzerine çökmeye çalışan sessizliğin üstüne: “Düğünde takılan altınlarımız önden istediklerini karşılamaz mı?” demişti. “Karşılar, karşılar ama daha geçen hafta takıldı onlar.” “Olsun, evimiz olacaksa geçen hafta olsun.” diyerek cesaret vermişti bir haftalık eşine, yeni gelin. Sonraki akşam, sonraki akşamdan sonraki akşam ve diğer üç akşam hep apartman dairesi konuşulmuştu, oğlanın kupon biriktirerek gazeteden aldığı tüplü televizyonun karşısında.
Elinde bir kese altınla dolmuştan indi. Önce işyerine gitti. Çuhadar İşhanı’na. Sağa sola öylesine bir göz gezdirdi. İşler eskisi gibi zor değildi. Ülke gelişmişti. Daha kaç sene önce ki? Belman İşhanı’ndayken. İki üç sene önce; sabah erkenden geleceksin, postaneyi arayacaksın, akşamdan kararlaştırılan konuşulacak yerlerin telefonlarını telefoncu hanıma vereceksin, sonra da akşama kadar postaneden o telefonların bağlanmasını bekleyeceksin. Yok. Yok… Gerçekten “çağ atladık.” Altınları masasının çekmecesine koydu. Henüz çay hazır olmamıştı. İşyerinden çıkıp karşıdaki sütçüye gitti. Her zaman yarım ekmek isterdi bir bardak sütün yanında, bu sabah çeyrek ekmek istedi. Garip bir his vardı içinde. Anlayamadığı, anlam veremediği...
İstasyon’daki akasyalar çiçek açmıştı. Her çiçek, çiçeğin güzelliğine güzellik katan her yaprak, rüzgârdan atına binmiş, payına düşen güneş ışığını sırtlanmış bir o yana, bir bu yana sallanıyordu. Gel gör ki, uzak mahallelerden gelip ağaçların altında kısır yapan hanımlar yoktu artık. İstasyon hanımları kaybetmişti. Şehirde yeni açılan parklar daha cazip geliyordu, ailecek kısır köftesi yapmak isteyenlere. Gazi Ortaokulu’nun etrafındaki marul tarlaları, patlıcan tarlaları yavaş yavaş yedi sekiz katlı, her katı dört daireli apartmanların altında kalıyordu. Epeydir on, on beş marulu iki şişe takıp “Yağlı dürülü” diye bağırarak sokaklarda marul satan kimse kalmamıştı. İşte o dalların çiçekle yüklü olduğu günlerin birinde sözleşmeyi yapmıştı. Her ay maaşını alır almaz ilk olarak dairenin taksitini yatırıyordu. “Toplantı var” demişlerdi bir gün. Belediyenin ardındaki Sultan Apartmanı’nın altında, binayı yapan mühendis arkadaşların bürosunda, her ay taksit yatırıp makbuzunu dosyasına koyduğu yerde, Merkez Otobüs Duraklarının tam karşısında. Yirmiye yakın insan gelmişti ilk toplantıya. Ve o toplantılar beş yıl sürmüştü. Her toplantı; yerinde sayan maaşa inat, aidata zam ve ara ödeme demekti. Gül, Sıla, Beyza, Hatice Hanım. Bunlara komşu Didem Apartmanı. Bu apartmanlara neden kız çocuklarının ismini verirler ki?
Didem yerle bir olmuştu. Yani, aynı yer gibi zemin gibi. Yoksa kum yığını mı? Kum ocağından elenmeden, yıkanmadan, taşıyla, kayasıyla öylece yüklenip, bir yere getirilip, damper kaldırılıp, olduğu yere dökülmüş bir kamyon kum yığını gibi. Yok, yok. Üzerinde bir miktar ince kar var; bir dağ başında yalnız başına ölmüş, üzerini kar kaplamış bir garip yolcu gibi.
Kar yağmıştı. Çirkin bir kar. Çocukların kartopu oynamadığı, adam yapıp burnuna havuç, gözlerine kömür sokmadığı bir kar. Naylon leğenle kimsenin üzerinde kaymadığı, düşmediği, çocukların gülmediği çirkin bir kar. Sağa sola koşturup çığlık atanların ayaklarının altında ezilen bir kar. Yıkıntılar altında kalmış kız çocuklarını, oğlan çocuklarını, kardeşlerini, annelerini, babalarını, dedelerini, ninelerini arayanlara eziyet eden, her bir işe engel olan çirkin bir kar. Kocaları yıllar önce ölmüş; oğulları, kızları uzak şehirlere gitmiş, gördüğü her güzel şeyi en sevdiği torununun adıyla çağıran yaşlı ninelerin, üzerine kuşyemleri serpmediği bir kar. Okula giden öğrencilerin, ağaçların altından geçerken, dalları sallayıp arkadaşlarının üzerine düşürmediği çirkin bir kar. Üzerine bastıkça, adım attıkça kulağa sesi gelmeyen karın üzerinde donup kalmıştı. Donduğundan haberi yoktu. Bir sarsıntı oldu. Dört beş saattir habire oluyordu sarsıntı. Korkmadı. Artık korkacak bir şey kalmamıştı çünkü. Gazi Ortaokulu’nun etrafındaki bütün apartmanlar yerle bir olmuş, yangınlar çıkmış, birçok enkazın neredeyse yarısı suya gömülmüş, her yer elektik kablolarıyla dolmuş. Bir yıldırım düşmüyor diye geçirdi içinden. Gökyüzü tamamen kapalıydı. Birkaç adım attı. Tekrar durdu. İki adım daha atsa dünyadan düşecekmiş gibi bir korku gelip geçti. Korku içinden mi, dışından mı nereden geldi nereden geçti anlamadı. Anlamaya da çalışmadı zaten. Kafasına düşen ilk yağmur damlalarını da fark etmedi. Yağmur şiddetini arttırınca yere diktiği, ne yeri cehennemin dibine diktiği gözlerini kaldırdı. Yarısı enkaz altında kalmış arabaların diğer yarısına düşen yağmur tanelerinin sesi geldi kulağına. Kendini toparlar gibi oldu. Çocukların kardan adam yapmadığı çirkin karın eridiğini gördü ilkin. Biraz önce hepsi beyaz olan arabaların değişik değişik renklere büründüğüne şahit oldu.
Binanın iki yanını birkaç defa dolaştı. Diğer iki yanı tamamen enkazla dolu olduğu için oralara gitme imkânı olmadı. Hâlâ yağan yağmur karı tamamen eritmiş, insanoğlunun sadık yâri kara toprağın tüm ihaneti gözler önüne serilmişti. Kim bilir? Belki de ortada ihanet falan yoktu. Olur ya; bir köye sığacak insanın bilmem kaç metre kare yere üst üste yığılması da toprağı isyan ettirmiş olabilirdi. İnsan, insanın yaptığı, toprağa ağır mı gelmişti? Fakat sadık yâr yine de bu kadar insafsız olmamalıydı. Aşağıdan yer titredikçe, hamam böceği ezer gibi ayağının ucuyla toprağı ezmek istiyordu. Şimdi enkazın başında çırpınan insanların çığlıklarını daha net duyuyordu. Ve enkazı daha net görebiliyordu. Fakat bu nasıl bir işti? Bu kadar insanın içinde bir tek tanıdığı, bir tek komşusu yoktu. O kadar insandan bir tane kurtulan yok muydu? Yok, yok. Belki de başka bir binanın enkazına gelmişti. Didem değildi belki burası. Belki de Sıla’nın, Beyza’nın önündeydi. Ama hayır, hayır Didem burası! Didem!.. Parça pinçik olmuş, yerlere saçalanmış hatıralarına ilişti gözü. Dikkat ettikçe doğru yerde olduğuna kanaat getirdi. İşte Ali ustanın döşediği, zımparaladığı, cilaladığı gürgen parke kırığı. Şu, Ökkeş abinin sonradan yaptırdığı balkon kapısının parçası. Oğlu Bahadır’ın balkonundaydı bu kapı. Bahadır’ın balkonu kendi balkonuyla aynı katta, aynı hizadaydı. Bahadır’ın balkonunun hizasındaki balkonunda ne kahkahalar yankılanmıştı, ne sigara dumanları sinmişti o balkonun duvarlarına. Bir zaman haksızlığa uğramıştı. O kadar çalışması, gecesini gündüzüne katması, o takdirler, teşekkürler boşa çıkmıştı. Kendiler çağırmıştı. “Böyleyken böyle” demişlerdi. Yalan söylemişlerdi. Sahtekârlık etmişlerdi. Umut vermişlerdi. Umut! Sekiz ay geçirmişti bu balkonda. Bomboş. Beklemekle. Dosya ise dosya, özgeçmişse özgeçmiş. İstedikleri her belgeyi aynı gün götürüp teslim etmişti. Beklemişti balkonda. Ne zaman gitse “bekle” denmişti. Sekiz ay... Bir dostu telefon açmıştı günün birinde. “Filan yere girdim. Çay içmeye beklerim…” demişti. Kendisine “bekle” demişlerdi, ömürleri boyunca bir tek gösteriye katılmamış, slogan bilmezler! Ne kadar küfür biliyorsa hepsini sayıp dökmüştü o telefonu kapattıktan sonra.
Yağmur kesilmişti. Kesilmese de olurdu. Yağmurun ıslatabileceği kuru bir yeri kalmamıştı nasıl olsa. Hayır. Üşümüyordu. Pantolonunun altından giydiği pijamanın ayakları, kısa çorabından çıkmış, çamura belenmiş, içi yağmur suyu dolu ayakkabısının üzerinde palyaçoları kıskandıracak bir görüntü oluşturuyordu. Oluştursundu. Sanki kimin gözü kimi görüyordu. Görmesindi. Bütün gözler enkazdaydı. Yıkıntılar arasından çıkabilecek bir elin, bir beden parçasının, evet evet beden parçasının peşindeydi bütün gözler. Ve bütün kulaklar bir “imdat” sesinin ardına düşmüştü. “Yusuf ’u tutun” diye feryat eden kumrular kaybolmuştu. Ortalıkta bir tek boz serçe görünmüyordu. Görünmesindi. Bu acıyı kuşlar tatmasındı. Kaldıramazdı kuşların minicik yüreği bu acıyı. Yeni bir sarsıntı oldu. Didem biraz daha yere yayıldı. Bir güneş enerjisi deposu yerinden çıkıp yuvarlandı. Sağı solu delindi. İçindeki sular etrafa döküldü. Hiç hayret etmedi. Şaşmadı. Bu depo, Terzi Mahmut ustanın deposuydu. Herkes herkesin her şeyini bilirdi bu apartmanda. Bulunduğu yerinden, markasından, boyasından bilirdi. Mahmut usta, en gençlerinden biriydi Didem’in. Bir kızı, üç oğlu vardı. Emircan en küçükleriydi çocuklarının. Kızdırmaya gelmezdi Emircan’ı. “İtine bat, itine bat!” diye bağırırdı sinirlenince. Şu Maraş toprağında Emircan’ın annesi Ayşe komşudan daha iyi, daha saf, daha tabiî, daha insancıl biri varsa o yine Ayşe komşuydu. Gece yarısından herhangi bir saat sonra kapı çalardı. “Komşu, Mahmut dükkândan yeni geldi. Bizde yokmuş. Biraz ekmek var mı?” derdi. Hanımı, hiç yüzünü buruşturmadan akşamdan kalan güzel yemek varsa onunla birlikte “biraz ekmeği” verirdi. “Dedikodu” yakışmaz bu dostluğa diye düşündü bir an. Evde ne olsa ilk olarak komşusuna anlatırdı, Ayşe komşusu. Mahmut usta bir sabah sitem etmiş “Komşuların hanımları eşlerinin ayakkabılarını silip önlerine koyuyorlar. Hemen her sabah görüyorum. Sen bir gün benim ayakkabımı silmiyorsun.” demiş. Ayşe “Osman abi belediye başkanı, Hasan abi belediye başkanı, Mehmet abi müdür, Ökkeş abi belediye encümeni, Mustafa abi partisinin ileri gelenlerinden, Hüseyin hoca Almanya görmüş imam, öteki Ökkeş abi kuyumcu; tabi silerler Mahmut. Terzinin ayakkabısı silinir mi?” demiş. Gülüşmüşler… Başını kaldırıp birinci kata baktı bir an. Emircan’a el sallayacaktı! Gözlerini tekrar yamuk depoya dikti. Bir akşam mutfakta bir tartışma vardı. Şu, slogan bilmezlerin kendisini balkona hapsettikleri zamanlarda. Eşi, Ayşe komşuyla konuşuyordu. Diyordu ki “Aman komşum köyden geldi diyorsun domatesi, biberi anladım da, şu pirince, mercimeğe ne demeli?” Bir sessizlik çöküyordu mutfağa, koridora, salona ve bütün Didem’e…
İlk Ayşe komşu taşınmıştı Didem’den, ardından kendi. Sonra birkaç kişi daha. Fakat yirmi yıl önce başlayan muhabbet hiç bitmemişti. Didem herkesin uğrak yeriydi. Üç beş kişi yüzünü gömlekle örtükleri birini daha getirdi. Yüzünü açsalar ne olurdu ki? Ne fark ederdi? Hiç bir şey! Gelen ya Ökkeş abiydi, ya Bahadır. Ya Bahadır’ın kızı Yağmur… Yağmur suları, yanı yanına dizilmiş komşulardan, bulundukları yere sızan kanları cennete doğru götürüyordu. Cennet neredeydi ki? Nerede olduğu ne fark eder? Sabah uykunun en ağır zamanında, şu beton parçaları, şu çelik kapı kırıkları, şu üzerini kaplayan kum ve -varsa eğer- çimentodan kurtulmuş uzunlu, kısalı demir parçalarıyla gelen ölüm! Şu gelen ölüm herhâlde cennetten gelmiştir. Önümüzdeki manzara zaten cehennem değil mi?
Gözlerini cehennemin içinde son bir kere daha gezdirdi. Didem’i öylece, olduğu gibi bırakarak cankurtaran seslerinin geldiği caddeye doğru yürüdü.
Hasan Keklikci
Yitiksöz Sayı-25