Turan Koç’la Din, Felsefe ve Din Bilimleri Üzerine Konuşma
-Lise yıllarında yazdığınız “Tek Anlamlı Tümceler Kurmak” başlıklı yazınız, din dili konulu çalışmalarınızın da ön habercisi oluyor âdeta. Adı geçen yazınızda “Mantıkçı Pozitivizm”e de atıf yaparak, dil ve din dili konusunda çalışmalar yapmaya başlamanızda hangi saikler etkili oldu?
-Bu ilk sorunuzu küçük ama çok önemli bir düzeltme yaparak cevaplandırmak istiyorum. Sözünü ettiğiniz “Tek Anlamlı Tümce Kurmak” adlı yazıyı lise yıllarında değil, üniversiteden mezun olduğum 1977 yılının sonlarında yazdım; ve o Edebiyat dergisinde yayımlandı. Bu yazıyı sanat ve özellikle şiirin tuttuğu yolun nasıl bir yol olduğu ve bir dil olarak bunların neyi dile getirmeye çalıştığına ilişkin sezgisel kavrayışımın itkisi ve etkisiyle yazdığımı özellikle belirtmem gerekiyor. Doktora çalışmalarına başlayıncaya, hatta Din Dili’ni yazdığım yıllara gelinceye kadar, yazının, en azından kendi görüşlerim açısından, son derece önemli bir konuya parmak bastığını, doğrusu, şimdilerde kavradığım ölçüde bilmiyordum. O günlerde böyle bir yazıyı yazmış olmaktan şimdi büyük bir memnunluk duyuyorum.
Öyle sanıyorum ki bu yazıyı sanatın yaslandığı dilin temel özelliğine ilişkin çok büyük ölçüde sezgisel kavrayışımla yazdım. O günlerde “Mantıkçı Pozitivizm” adını bile duyduğumu hatırlamıyorum. Mantıkçı pozitivizmin, oldukça tedirgin edici iddiaları ile doktora çalışmamı yaparken karşılaştım. Nice yıllar sonra Edebiyat dergisini karıştırırken, neredeyse unutulmuşluğa terk edilmiş olan yazının başlığı, sanki başka birisinin yazısıymış gibi, sanki ilk defa böyle bir yazı okuyormuşum gibi ilgimi çekti. Yazının vurgulamak istediği konuya ilişkin çok daha sonraları edindiğim müktesebat bu yazıyı benim için çok daha anlamlı ve önemli hâle getirdi. Açık konuşmak gerekirse, o günlerde böyle bir yazıyı yazmış olmaktan “haince” diyebileceğim bir zevk aldım. İyi ki böyle bir yazıyı yazmışım. Eğer bu yazı daha sonraki, özellikle dil ve din dili, sanat dili ile ilgili çalışmalarıma, niçin bu tür çalışmalar yaptığıma bir gerekçe, bir dayanak arandığında bir gerekçe olarak gösterilecek olursa, tek dayanak görülmemesi şartıyla asla “hayır” demem. Daha açık bir ifade ile, imanın dili çok büyük ölçüde şehadete, görmeye ve tanıklığa dayanan bir dildir. Sanat ve edebiyatın dili de imanın diline çok yakın bir dildir. “Azımızı çoğa sayarsanız” diye bir tabir vardır hani kültürümüzde; azımızı çoğa sayarsanız, dil ve din dili konusundaki çalışmalarımın nereden kaynaklandığına ilişkin ima yollu da olsa bir şeyler söylemiş oldum sanıyorum.
-Felsefeci kimliğinizden önce edebiyatçı, şair kimliğinizle biliniyorsunuz. Dolayısıyla İslâmî ilimlerin yanı sıra din bilimlerini anlama ve anlatma noktasında da edebiyat ilginizin baskın rol oynadığını görüyoruz. Edebiyat bir çeşit bakış açısı hâline geliyor hayatınızda. Söz konusu bakış açısını edinmenizde etkili olan kişi veya kişiler kimlerdir?
-Bizim edebiyatımız bizim hakikatimizi terennüm eden bir dildir. Yunus Emre’nin dilinde; türkülerimizde, şarkılarımızda, mani ve masallarımızda bu terennümün eşsiz örnekleriyle karşılaşırız. Türkü söylemek hakikati, kendi hakikatimizi dışlaştırmanın en güzel yollarından biridir; dolayısıyla, türkülerimiz, şarkılarımız her şeyden önce bizi ele veren hem de bu işi en kısa yoldan yapan bir dildir. Bizim günlük konuşma dilimiz de türkülerimize benzer bir yol izler. Konuşma dilimiz, tıpkı hayatın ele avuca sığmaz coşku ve atılımları gibi çok derin, çok çarpıcı ima ve işaretleriyle çok derin, çok kuşatıcı bir dünyaya atıfta bulunur. Biz bu dil içinde âdeta “kuruluruz.” Türkçe konuşma dilimizi öne alarak söylüyorum: “Konuşma dilinden daha çarpıcı, daha çağrıştırıcı bir dil yoktur.” desem, böyle bir iddianın sonuna kadar savunulabileceğine inanıyorum. Zira konuşma dili kadar çok katlı, çok boyutlu ve bağlamı göz önünde bulundurmadan anlaşılmayacak başka bir dil yoktur. Sevgili annem sık sık; “Dilim, dileyim seni dilim dilim.” derdi. Çok küçük yaşlardan beri rahmetli annemin bu sözünü sık sık hatırlar, onun bu sözü söylemesine yol açan durumları da göz önüne getirmeye çalışarak ne kastetmiş olabileceğini anlamaya çalışırım. Onun benim için çok anlamlı gelen bir sözü de; “Yapılan iş müşk kokar.” sözüdür; yani misk kokar. Bu sözü tanıma dayalı, rasyonel, yani nispete dayalı ilişkileri gözeten bir düşünceye yaslanan dille anlatmak mümkün değil. Bu dil, görmeye, tanımaya dayanan bir dildir. Hele rahmetli babamın, ilkokul yıllarında okuduğum Hz. İbrahim ve İsmail’le ilgili bir kitapta geçen “Değiştirsin tez elden evinin eşiğini” dizesinde geçen “eşik” kelimesini dillere destan bir yorumlayışı var ki onu burada açmayacağım. Burada andığım bu ve benzeri dille, Türkçemizle ilgili hatıralardan yola çıkarak, bu hatıraların tetiklemesiyle Dilimin Kök Hücresi adlı, o kayıp dünyayı bana tanıtan ve tattıran kelimelerin derlenmesinden oluşan bir kitap yazdım. Kısaca, dille ilgili araştırmalarımın kökeni bir yerde anne babamın bu konuda bana yaptıkları telkinlere dayanıyor.
Öte yandan, salt tanımlamalara, katıksız düşünceye dayanan bir dil çok önemli olmakla birlikte bizi salt düşünceye dayalı nispetler ve kavramlar arası ilişkilerle baş başa bırakan bir dil olmaktan bir yerde daha ötesine geçmeyen bir dildir. Ankara’da geçen öğrencilik yıllarımda, hepsi de rahmete kavuşmuş olan başta Nuri Pakdil olmak üzere, Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, M. Akif İnan, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt gibi, yine hepsi de dil, hayat, hakikat ve düşünceyi öne alan yazar ve düşünürlerin dil ve kültürle ilgili görüş ve yorumları benim edebî, artistik ve bilimsel dilin; hakikati ve olgusal olanı dile getiren dilin temel özelliklerini anlamam konusunda hem kışkırtıcı hem de ufuk açıcı oldu. Onların bu yorumlarından ve bu yorumların işaret ettiği istikametteki okumalarımdan mantıkî, bilimsel dille estetik, yani duyumsal ve hakikati dille getirmeye talip dilin birleşmesinin vaz geçilmez bir şey olduğu görüşüne vardım. Bu dillerden sadece birine yaslanmak, dünyayı ve hayatı sadece biri üzerinden okumaya çalışmak bana eksik bir bakış açısı olarak göründü. Kısaca, sanat ve edebiyat salt bir süs, dilin “arabeski” değildir. Biz yalınkat bir zihin küpü değiliz; kalbimiz var, kafamız var, ruhumuz var, zatımız, yani özümüz, özvarlığımız; hayatın kendisi var. Bunları salt mantığın, rasyonel düşüncenin eline, yani diline teslim etmek bana hiç doğru bir yol tutuş olarak görünmüyor.
Biraz önce andığımız felsefî görüşlerden mantıkçı pozitivizmin en büyük çıkmazı bütün bilgimizi, dolayısıyla, hakikati rasyonel düşünce ile bilimsel dile sıkıştırmış olmasıdır. “Mantıkçı Pozitivizm” adını bu tutumundan alıyor o. Doğrusu, Mantıkçı Pozitivizm dünyada, bu arada ülkemizde de bilimselcilik ve rasyonellik adına hatırı sayılır bir taraftar buldu. Öyle sanıyorum ki bilimsel anlayışı öne alan bir tutum içinde olmak en azından bazı insanlara çok çekici gelmektedir. Açık konuşmak gerekirse, ideolojiye çevrilmediği sürece böyle bir şeyden tedirgin olmaya gerek de yoktur. Ne var ki bu tür bir yaklaşımın sonunda varıp dayandığı yer bir anlamda bir dünya görüşünün ifadesi olarak bilimselcilik olmuştur. Bunun bir sonucu olarak en çetin metafiziksel konularda, teolojik meselelerde kendi dünya görüşüne ve temel dinî inançlarına (yani din ve iman açısından) hiç de uygun olmadığı hâlde bilimsel açıklamayı öne alan ilahiyatçılara bile rastlanmaktadır. Bu tür kişiler zaman zaman öyle iddia ve açıklamalarda bulunuyorlar ki buna olsa olsa ancak “mantıksız pozitivizm” denir. Ama bunun tartışılacağı yer burası değildir.
-1977’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini bitirerek 1984 yılında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Din Felsefesi Anabilim Dalında öğretim görevlisi oldunuz. 1990’da ise Dokuz Eylül Üniversitesinde Ölümsüzlük Düşüncesi konulu çalışmanızla doktoranızı bitirdiniz. İlahiyat Fakültesi mezunları genellikle temel İslâmî ilimler alanında çalışmalar yapmayı seçerken siz felsefe ve din bilimleri alanında çalışmayı tercih ettiniz. Sizi din felsefesi alanında çalışmaya sevk eden temel etkenler nelerdir?
-Daha lise yıllarında iken konu ya da problem odaklı olmasa da Descartes’in Felsefenin İlkeleri, Metod Üzerine Konuşma ile, Sartre’ın Özgürlüğün Yolları: Bekleyiş, Uyanış, Tükeniş ve Bulantı adlı kitaplarını, Gazalî’nin Tehâfütü’l-Felâsife’sini, Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt gibi kitapları ciddi felsefi konuları ele alan kitaplar okumuştum. Bu arada o yıllarda Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanan Bin Temel Eser serisi içinde çıkan Dede Korkut Hikâyeleri ve Yunus Emre ile Âşık Garip adlı kitapları okuduğumu da belirtmem gerek. 1971 yılında girdiğim üniversite sınavlarında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini kazanmıştım. Ankara’daki ilk yılım benim Dostoyevski ile tanışma yılım oldu. O yıl okuduğum Suç ve Ceza ila Karamazof Kardeşler romanları da benim felsefeye olan ilgimi biraz daha tetikledi. İlahiyat Fakültesinde de çok sayıda felsefe tarihi (İlk Çağ ve Yeni Çağ felsefesi), mantık, İslâm felsefesi, kelam, felsefeye giriş gibi dersler aldım. Zaten o yıllarda İlahiyat Fakültesinin eğitim-öğretim programı ikiye ayrılıyordu. Ben kelam ve felsefe bölümünü seçmiştim. Ama özellikle fakültenin son yılında aldığım din felsefesi dersleri felsefeye ilgimi daha da pekiştirdi. İlahiyat Fakültesinde ilk defa müfredata alınmış olan din felsefesi derslerine, çok daha sonraları doktora tez danışmanım olacak olan Dr. Mehmet S. Aydın giriyordu. Hem düşünce ve yorumlarından, konuları kotarışından hem de dersleri anlatırken kullandığı dil ve talâkatinden çok etkilendim. Kısaca, nokta nokta temas ettiğim bu hususlar benim felsefeye olan ilgimi daha da pekiştirdi.
Kaldı ki, İslâm’ın üç boyutundan biri olan iman, nihaî anlamda tefekkürle içli dışlı olan bir boyuttur. Doğrusu, “tefekkür” Arapça özgün anlamıyla kalp ile düşünmek anlamına gelir. Başka bir ifade ile, iman bir boyutuyla estetik bir tecrübe olurken başka bir boyutuyla da kalple sıkı ilişkisi olan estetik, yani duyumsal bir kavrayıştır. İslâm bunun dışa yansıyan boyutudur. İnsan neyi düşünüyorsa biraz da odur. İhsan da bir yerde estetik ve sanat konusuyla ilgili bir husustur, güzel olanı güzel bir şekilde yapmak.
Sorunuzun cevabına şimdi geçebilirim: Felsefe ve din bilimleri alanında çalışmalar yapmak istediğim günlerde bu hususları bugün gördüğüm anlamda ve genişlikte gördüğümü ve o günlerde şimdi, burada ifade ettiğim güven ve açıklıkta ifade edebileceğimi elbette söyleyemem. Bu alanda yaptığım çalışmalar nihaî anlamda takdire bağlı çalışmalardır. Nitekim birkaç kez, felsefe alanında doktora programları açılmadığı için, açıldığında da mevcut işimden dolayı -o günlerde resmî bir kurumda memur olarak çalışıyordum- Türk-İslâm edebiyatı gibi alanlarda açılan araştırma görevliliği sınavlarına da girdim. Bu alanlarda önüm açılmadı; böyle bir imkân ya da fırsat Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde karşıma çıktı. Benim açımdan daha da sevindirici olan tarafı, 1980’lerde açılmış olan sözünü ettiğim Fakülte henüz doktora programı açacak güç ve donanımda olmadığı için doktoramı Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde, Prof. Dr. Mehmet Aydın hocanın danışmanlığında yapmak nasip oldu. “Nasip oldu” diyorum; çünkü kendisinden çok şey öğrendim.
-Felsefe ve din bilimleri alanında çalışmayı tercih etmiş olmanızdan hareketle felsefenin, din felsefesinin geçmiş dönemlere nazaran bugün daha iyi anlaşıldığını düşünüyor musunuz? Yine zamanımızda felsefi çalışmaların dinin öngördüğü birey ve toplumun yetişmesine katkısı olabilir mi?
-Açık konuşmak gerekirse, felsefeyle ilgili belli bazı çekingenlikler, tereddüt ve hatta eleştiriler olsa da, en azından, yine belli bazı çevrelerde felsefe ve din felsefesi alanında yapılan çalışmaların takdirle karşılandığı kanaatindeyim. Hatta öyle ki bu hususun böyle olduğu salt kanaate bağlı bir okuma da değil. Bu hususu özellikle ilahiyat ve İslâmi ilimler fakültelerinde görev yapan akademisyenlerin çalışmalarından, bu çalışmalarda ele alınan konu ve sorunların işlenip irdelenmesinde gösterilen çaba, dikkat ve titizlikten çok açık bir şekilde okumak mümkündür. Hatta öyle ki bu çalışmalarda gözlemlenen kuşatıcı bakış açısıyla oraya koyulan görüşlerin dinin talep ettiği iman adamının, dinin ona telkin ve tavsiye ettiği alan ve konularda çok daha derin bir kavrayışa sahip olma konusunda insana “bu toprak boş değil” dedirten görüşler olduğunu söylemek bile mümkün. Çoğu konular, tasavvuf alanındaki temsil edici belli bazı eserleri saymazsak, eskiden ağırlıklı olarak nazarî düşüncenin süzgecinden geçirilerek kotarıldığı hâlde, günümüzde çok daha başka bakış açılarından tartışılmaya başlandı. Bu durumun kelamî ve felsefî kültürümüz açısından çok önemli bir gelişme olduğunu söyleyebilirim.
Şuarâ suresinde bize Firavunun Hz. Musa’ya yönelttiği sorular nakledilmektedir. Bu surenin 23. ayetinden başlayarak, takip eden özellikle beş-altı ayet Hz. Musa ile Firavunun, her ikisinin de taraftarlarının bulunduğu bir ortamda, bir yerde doğrudan doğruya felsefeyle de ilgili olan çok ciddi bir tartışma yaptıklarını öğreniyoruz. “Âlemlerin Rabbi dediğin nedir?” O gün Firavunun sorduğu bu ve benzeri bir soru ya da sorular bir şekilde bugün de sorulmaktadır. Bu ve benzeri soruların cevabını Aristoteles mantığının geliştirdiği, rasyonelliği esas alan düşüncenin bir yerde salt tanıma dayalı mahiyet, hakikat gibi kavramların analizinden yakalamaya çalışmak bizim düşünce ve idrak alanımızı daraltan bir yaklaşım olabilir. O bakımdan, bugün ir-rasyonel düşünceyi de gören, hatta bütünüyle ona dayanan düşünce ve yorumlarla, buluşma mantığını öne alan çalışmalarla karşılaşmamız son derece önemli bir gelişmedir.
-Günümüz dünyasında özellikle dijital kanallar aracılığıyla Kur’an-ı Kerim’in kimi ayetleri ve bu ayetlerden anlaşılanlar üzerinden yürütülen tartışmalarda dijital mecra takipçilerinin zihinsel karmaşadan korunabilmesi noktasında neler önerebilirsiniz?
-Çok iyi bilindiği üzere, Kur’an bir fikir, hayat ve hakikat kitabı olduğu kadar aynı zamanda bir Zikir’dir. Kur’an, bugün herhangi bir kitabı okuduğumuz anlamda masa başında okunacak bir kitap değildir; zira Kur’an, yine bugün kullandığımız anlamda, masa başında yazılmış bir “metin” (text) değildir. Bir metin, çok büyük ölçüde kendi gelişim süreci içinde anlaşılmayı talep eden ve mantıkî tutarlılık ile nesnelliği öne alan bir dile oturur. Böyle bir metinde her şeyden önce nispetli mantığın ilke ve kuralları iş başındadır. Buna karşılık, Kur’an bizi hakikatle buluşturan, bize bunu telkin eden bir dil ve üslup içinde seslenir. Nitekim “ikra’” ve “kıraat” kelimeleri bildiğimiz anlamda “bir metin okumayı” değil, yüksek sesle ezberden okumayı, “türkü çığırmak” deriz ya hani, o anlamda bir çığırmayı, çağrıyı dile getirir. Kur’an’ın dili çok katlı, çarpıcı ve çağrıştırıcı özelliği ile her şeyden önce sağduyuyu öne alan dildir. Ayrıştırıcı değil, birleştirici, bütünleştirici; kalbe, ruha, akla, sırra birlikte hitap eden bir dille seslenir. “Seslenir” diyorum; çünkü o hemen her ayetinde bizi tanıklığa çağırır. Nitekim peygamberler de bütün hayatlarıyla birer şahit, yani tanıktır. Kur’an’ı ima türünden işaret ettiğim böyle bir kavrayış içinde, sevgiliden gelen bir mektup gibi okumak; yani seslendirmek ve dinlemek gerekir. Nitekim Kur’an’ın kullandığı anlamda “kitap” kelimesi mektup anlamına da gelir.
Kısaca ifade etmeye çalıştığım bu hususları göz önünde bulundurduğumuzda, Kur’an’ın dilini sadece anlama ağırlık vererek okumak/dinlemek ve öyle yorumlamak onun bize telkin ettiği hakikat ve derinliği yalınkat bir anlayış üzerinden okumak anlamına gelebilir. Nitekim bugün Kur’an’ın dil ve üslubu çok büyük ölçüde böyle bir yaklaşımla irdelenip analiz edilmeye çalışılmaktadır.
Doğrusu, Kur’an’ı işaret etmeye çalıştığım anlamda her okuyan, bu ister bir entelektüel ister sıradan biri olsun, kendi bilgi düzeyine göre bir şeyler anlar ve doğru anlar. Ama onu bugün özellikle belli bazı çevrelerde etkili olan ve bir yerde Kur’an’ın ruhuna ters düşen belli bir bakış açısından okumak onun anlam alanını da daraltır.
Bilindiği gibi, dilin bir anlam yükü (meaning) bir de duygu yükü (sense) vardır. Kur’an’ın dilinde bu boyutlar etle kemik gibi birbirine karışmış, kaynaşmış durumdadır. Onun dil ve üslubunun aslî bir özelliği olan durum bize bir şeyleri hem tanıtır hem de tattırır; bizi hakikatle buluşturur.
Kanaatimce, bize düşen Kur’an’ın bir “kelam” olduğunu göz önünde bulundurarak okumaktır; onu salt bir “lisan” (dil) olarak okumak, bizi onun hakikatinden uzaklaştırabilir.
-“İslâm Estetiği”nde; Kur’an’ı, İslâm estetiği ve İslâm sanatının can damarı olarak tanımlarken tevhidi ise Kur’an mesajının estetik ifadesi, ihsanı da imanın estetik boyutu olarak ifade etmek suretiyle yeni bir okuma biçimi ortaya koyuyorsunuz.
İnsan hayatında estetik çerçevede hakikatin zuhuru için hangi kıstaslara riayet etmek gerekir? Böyle bir tezahür, zaman içerisinde kendiliğinden mi ortaya çıkar yoksa bunun için özel bir çaba gerekir mi?
-Aslında buraya kadar yaptığımız söyleşide zımnen bu sorunuzu cevabı da bulunmaktadır.
Şöyle söyleyeyim: Biz bugün çok büyük ölçüde nispeti öne alan düşünme biçimi (rational thinking) etkisi altındayız. Gayr-i nispetli olanı neredeyse hiç göz önünde bulundurmuyoruz. Başka türlü ifadece edecek olursak, anlam söz konusu olduğunda, neredeyse sadece ölçü ve tartıya gelen şeyler üzerinden yürüyoruz. Rasyonel düşünme biçiminde ağırlıklı olarak parça-bütünü gözeten nispetler üzerinden yürüdüğümüz hâlde, irrasyonel düşünme biçiminde nispeti göz ardı eden bütünlük üzerinden yürürüz. Söz gelimi bu düşünme biçimine göre biz âleme aitiz. Böyle bir cümlenin anlam haritasını rasyonel düşünme ile anlamaya çalışmak bizi çıkmaz sokaklara götürebilir.
Sorunuzun püf noktası, kanaatimce burada yatmaktadır. Bilimsel, felsefî, teolojik görüş ve yorumlar bize hakikati ve gözümüzün önünde olup bitenleri anlama ve yorumlama konusunda belli gözlük takar. Din ve sahih sanat hakikati olduğu gibi, kendi bütünlüğü içinde takdim eder. Fıtrata uygun yaşadığımızda bu hakikatin ne olduğuna ilişkin belli bir kanaate sahip oluruz. Estetik tecrübe böyle bir kavrayış içinde gerçekleşir. Sanatçı bunu, yani estetik tecrübeyi kendi idraki ve algısı ölçüsünde dile döker. Burada önemli olan, onun bu tecrübeyi uygun bir dille dışa vurmasıdır.
Rasyonel düşünme biçiminde tecrübe ve bağlam olabildiğince göz ardı edilir; çünkü tecrübe rasyonel düşüncenin doğasına aykırıdır. Hakikatin yakalanması salt olgu ve olayların gözleminden değil; duyularımız, aklımız, ruhumuz ve hayalimizin birlikte yakaladığı idrakten doğar.
-Eskilerin eserlerini incelediğimizde kavramların, kurum adlarının vb. önüne İslâm’ı bir sıfat olarak koymadıklarını görüyoruz. Söz konusu kimselerin eserlerinde medeniyet, estetik, sanat gibi kavramlar yalın hâliyle ifade ediliyor. Görüldüğü kadarıyla bu dikkatin arka planında medeniyet, estetik ve sanatın İslâm´ın temsili ve tezahürü olduğu anlayışı yatıyor.
Günümüz dünyasında modern ve post modern zamanları bir arada yaşayanlar, özel olarak da Müslümanlar bu idrak düzeyinde midir? Bu idrak düzeyine erişmek için önceliklerimiz neler olmalıdır?
-Bilebildiğim kadarıyla, 20. yüzyıla gelinceye kadar İslam tarihinin hiçbir döneminde “İslâm” kelimesi herhangi bir kavram, kurum ya da oluşumla isim tamlaması oluşturacak şekilde kullanılmamıştır. “İslâm hukuku,” “İslâm Peygamberi,” “İslâm düşüncesi,” “İslâm sanatı” ve benim kullanmak durumunda kaldığım “İslâm estetiği” gibi kavram ve kullanımlar tarihi 100 yıl bile geriye gitmeyen isimlendirmelerdir. Bu tür tamlamaların biraz önce kısaca temas ettiğim nispetli düşünme biçiminin yedeğinde gelen kullanımlar olduğunu düşünüyorum. Bu durumun medeniyetimizin “ben” bilincindeki burkulmanın bir sonucu olduğunu söylemek de mümkündür. Burada, söz gelimi estetik üzerinden düşünecek olursak, “estetik” diye bir şey, bir küme var, bir de bunun elemanları ya da alt kümesi vardır. Dolayısıyla, “İslâm estetiği” denen algı, kavram ya da kavrayış ve idrak biçimi bu büyük estetik kümesinin bir alt dalı ya da elemanını oluşturmaktadır.
Doğrudur, geleneksel eğitim kurumlarımızda, söz gelimi “estetik,” “ahlak felsefesi” ya da “sanat felsefesi” gibi bir ders okutulmamıştır. Ama bu durum eslafımızın estetikten hiç anlamadığı, “sanat” denen bir şeyi bilmediği anlamına gelmez. Bu tür kullanım ve adlandırmalar, bana öyle geliyor ki, bu sanat ya da ilimleri uzaktan irdelemeye dayanan bir bilimsel araştırma konusu yapmaya başladıktan sonra ortaya çıktı. Sonunda varoluşsal boyutta gerçekleşen epistemolojik ve ontolojik kırılmayla karşılaştık. Bugün yaşadığımız budur.
Eslafımız, “estetik” kavramını kullanmıyordu, “sanat felsefesi” ya da “sanat tarihi” diye bir ders medreselerin müfredatında yoktu. Ama onlar hiç şüphesiz estetik bir şekilde yaşıyorlardı. O dönemlerde din ile sanat arasında herhangi bir çekişme, gerilim diye bir şey de yoktu. Onlar saf ve samimi bir Müslüman olarak hüner, hakikat ve marifeti bir âb-ı hayat gibi içselleştirmiş bir şekilde yaşıyorlardı.
Dediğiniz gibi, “modern ve post modern zamanları” birlikte yaşayanlar, klasik dönemlerin sanatından, estetik ve sanat anlayışından çok farklı bir sanat ve estetik anlayışına sahipler. Hele hele post modern dönemde sanatın anlam ve hakikatle olan ilgisi neredeyse bütünüyle bir kenara atılmıştır. Günümüzde görsel olan, yani imaj gerçekliğin önüne geçmiş, hatta onu bütünüyle ortadan kaldıran bir yol izlemeye koyulmuştur. Bu gidişin önüne geçmek için, kendi kültürümüz adına, hakikatle olan bağımızı bir daha ve yürekten yenilememiz gerektiğini söyleyebilirim. Bunun için de her şeyden önce epistemolojik ve ontolojik kırılmaların nerelerde olduğunu gereği gibi anlamak düşüyor bize.
-Çevirileriniz arasında Nizar Kabbani’nin Kudüs şiirinin yanı sıra birçok şiiri de yer alıyor. Şiirleri, Türkçeye tercüme ederken kaynak dildeki duyarlık ve anlamın Türkçede de karşılık bulmasına özen gösteriyorsunuz. Nizar Kabbani’nin Kudüs şiiri özelinde ve genel olarak kanayan yaramız Gazze’deki soykırımla işgal altındaki diğer İslâm beldelerine ilişkin neler söylemek istersiniz?
“Yüreğimizin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır.” demek suretiyle “Kudüs’süz ve İstanbul’suz aşk yoktur.” cümlesini düşüncesinin asal ekseni hâline getiren, yürümek fiilini yaşamak eylemine dönüştüren Nuri Pakdil’le yol arkadaşlığı yapmış olmanız hasebiyle Kudüs hakkında neler söylemek istersiniz? Tutsak Kudüs ve Filistin’in özgürlüğü için size göre neler yapılabilir?
gürlüğü için size göre neler yapılabilir? -Ben 1972’den beri, özellikle Nuri Pakdil’in medeniyetimiz ve insan duyarlılığımız konusunda bilincimizi genişleten konuşma ve yazılarından da beslenerek Kudüs rüyası görerek bugünlere geldim. Andığım tarihten beri asıl eli kolu bağlı, çaresiz, tutsak ve kahrolarak yaşayanların Filistin’in dışında yaşayan Müslümanlar olduğunu düşünüyorum. Yaklaşık 80 yıldır İslam âlemi bu konuda dişe dokunur hiçbir şey yapamadı. Bu konuda yol alabilmek için, Müslüman dünyanın liderleri, başkanları, melikleri, krallarının her birinin ayrı baş çekmeyi bırakarak, dışarıdan gelen baskı ve oyunları gereği gibi değerlendirerek Filistin’de işlenen cinayetleri durdurma konusunda derhâl bir şeyler yapmalarını istiyorum. Orada ve civar bölgelerde yaşayan ve bu konuya duyarlı olduğuna inandığımız belli bazı oluşumların burada işlenen cinayet ve katliamları dünyaya duyurma, olup bitenleri bütün çıplaklığı ile dünyaya gösterme ve gönülleri etkileme konusunda sosyal medya dâhil, sinema, belgesel, müzik gibi her tür ve düzeyden sanatı kullanarak çok boyutlu, çok dilli, çok sesli bir kalkışım gerçekleştirmelerini istiyorum. Bugünün şartlarında ve acil olarak yapılması gerekenin bu olduğuna inanıyorum.
Ben Nizar Kabbani’in, Mahmut Derviş gibi şairlerin şiirlerini, rahmetli Nuri Pakdil’in telkin ve yönlendirmesiyle bu düşüncelerle ve içim yana yana Türkçeye kazandırmaya çalıştım. Ama şiir kılıç kullanamaz; İsrail ise sürekli bombalıyor, kana doymuyor; Gazze’yi çocuk mezbahası hâline çevirdi. “Yerin göklere en yakın avlusunu” kana buladı. Dünya, özellikle egemen güçler sadece seyrediyor; utanmıyorlar.
Kudüs’ün kandan temizlenmesi, adı gibi tertemiz, aydınlık, açık, özgür bir başkent olmasını istiyorum.
-Modern dünyanın sorunlarına İslâm düşünce geleneği içerisinde çözümler üretmek isteyen okurlara, araştırmacılara neler tavsiye edersiniz? Özellikle üzerinde çalışılmasını önereceğiniz alanlar ve konular var mı?
Firdevsî’nin Şehnâme’sinde, “Tevânê beved her ki dânâ beved” diye bir dize var. Yani, “Bilen güçlüdür.” diyor.
Bugün İslâm dünyasının yeniden tarihteki yerini alması arzulayan gençlere önce olup biteni tarihî derinliği içinde en ince ayrıntısına varıncaya kadar iyi öğrenmelerini, bu bilgilerini günümüz şartları üzerinden gerektiği şekilde yorumlamalarını, bu yorumları birleştirerek neler yapılması gerektiği konusunda ellerinden geleni yapmalarını salık veririm. Bugün bize düşen her şeyden önce böyle bir şeydir.
Medeniyetimizin yaslandığı dünya görüşünü, onun üçlü boyutları olan varlık tasavvuru, bilgi anlayışı ve değer telakkisini çok iyi özümsememiz gerekiyor. Bu konularda çok güzel kitaplar yayımlanıyor; istekli ve şevklilerin bu tür kitap ve belgeleri kolaylıkla bulabileceğini sanıyorum.
-Verdiğiniz cevaplar için teşekkürler.
-Ben teşekkür ederim. Dilerim maksuduna erişir.
Konuşan: Sümeyye Akpınar
Yitiksöz Sayı-25